Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de İnsanlığa İlk Hitâbı

İbadet Hayatımız

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığa ilk hitâbı olan “Oku” emrini nasıl anlamalı ve bu emrin ufkunda nasıl derinleşmeliyiz? Bu hususta nelere dikkat etmeliyiz? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi cevaplıyor...

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki ilk emri:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Zira kâinattaki her varlık ve her hâdise, okunup anlaşılması gereken bir hikmet kitabıdır. Esas tahsil de, her şeyde meknuz olan ilâhî hikmetleri ibret nazarıyla okumaktır.

Cenâb-ı Hak, yerde ve gökte, insanda ve âlemdeki her şeyi, Zât’ının varlığına, birliğine, kudretine birer nişan olarak, bir tefekkür malzemesi hâlinde ihsân etti.

Gören, duyan ve hisseden kalpler; bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler. Bu âlemdeki kevnî âyetler olan güllerin, sümbüllerin, bülbüllerin hâl lisânına âşinâ olurlar. Her varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî” ve “el-Musavvir” esmâsının tecellîlerini seyreder; rüzgârların, nehirlerin, dağların sessiz beyanlarını işitirler.

Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikaların zevkine ererler:

–Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine,

–Ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde kelebeğin kanatlarındaki muhteşem desenlere,

–İnsanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.

Yani kâinat bir tefekkür dershânesi, bir îman laboratuvarı. Burada inanmamak için akla iptal damgası vurmak lâzım, ahmak olmak lâzım, kalbin kör olması lâzım.

Mesela bir çiçeğe bakalım; bir kara topraktan nasıl çıkıyor? Kaç kolorist çalışıyor, kaç dekoratör çalışıyor onun için?.. Cenâb-ı Hak kime veriyor bunu? İnsanın olmadığı diğer gezegenlerde, yıldızlarda var mı böyle tecellîler?..

Her varlık, Cenâb-ı Hakk’ın bir delili. Tabi ârif olanlar için… Gâfillere ise her şey gaflet sebebi.

Onun için ârif bir zât diyor ki:

“Bu cihân, âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (yani ilâhî sanatı ibretle temâşâ) vesîlesi; ahmaklar için ise yemek ile şehvetten ibârettir!”

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de şöyle buyuruyor:

“İdrâk sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullah (yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) hususunda bir dîvandır, mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

İslâmʼın en mühim berekâtından biri, insanın gönül âlemini inkişâf ettirmesidir. Bunun için kul, Kurʼânʼın kavlî, Kâinat Kitabıʼnın ise kevnî âyetlerinin tefekküründe derinleşmelidir. Zira:

–Salkım salkım yıldızlı âvizelerle süslenmiş gökler,

–Türlü ziynetlerle bezenmiş yeryüzü,

–Sayısız ilâhî nakışlarla tezyin edilip insana âdeta bir endam aynası olarak ihsân edilen bu muhteşem kâinat, aslâ gâyesiz ve tesâdüfî bir kuruluş manzarası vermemektedir.

Bilâkis her zerresinde nice sır ve hikmetlerin bulunduğunu, idrâk sahiplerine hâl lisânıyla beyân etmektedir.

Hakîkaten, beşer idrâk ve zevkinin ötesinde, âdeta bir gelin odası îtinâsıyla döşenmiş olan bu kâinat, -bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla, cemâdâtıyla- en küçük hücrelerine, zerrelerine, hattâ atom içindeki elektron, nötron, proton ve daha keşfedilememiş kuarklar gibi esrarlı unsurlarına kadar, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin vitrini mesâbesindedir. Eser Müessir’in, sanat Sanatkâr’ın şâhididir.

Dolayısıyla;

Kalbini inkişaf ettiren bir mü’minin, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlaması lâzım. Zira bir abes yok, her şey mükemmel bir sûrette ve mükemmel bir ölçüyle yaratılmış.

Şu kâinâtı seyrettiğimiz zaman, zerreden küreye her şeyde bir mükemmellik söz konusu. Yani her şeyde ilâhî bir düzen, ilâhî bir tanzim göze çarpıyor.

Mesela:

Anâsır-ı erbaa dediğimiz dört unsur, yani ateş, hava, su ve toprak; hiçbiri diğerinin sınırına taşmıyor.

Meselâ Dünya’nın ortasındaki mağma tabakası, altımızda müthiş bir ateş okyanusu hâlinde. Üstümüzdeki Güneş ise, muazzam bir alev topu… İkisi de diğerinin sınırına taşmıyor. Mevlâmız, bu iki ateş arasında biz kullarına serin ve selâmet bir hayat lûtfediyor.

Rabbimiz;

“Güneş ve Ay, bir hesaba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5) buyuruyor.

Meselâ Güneş’le Dünya’mız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, bu sefer de her şey yanar kavrulurdu.

Yine Dünya’nın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer, hep yaz; kış olan yer, hep kış olurdu.

Dünya’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olurdu. Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkânsız kılardı.

Yer kabuğu, biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayatı için elzem olan oksijen bulunmazdı. Kalın toprak tabakası, mevcut oksijeni çeker ve hayat imkânsız hâle gelirdi.

Denizler de öyle. Denizler bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular, karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmaz, bitki bile yetişmezdi.

Dünya’nın etrafındaki atmosfer tabakası biraz daha ince olsaydı, meteorlar her gün yeryüzünü döverdi.

Havadaki % 77 azot, % 21 oksijen sınırı değişse, hayatın devam etmesi nasıl mümkün olurdu? Hiç düşünüyor muyuz?

Su, H2O; yani iki hidrojen, bir oksijenden oluşuyor. Biri yanıcı, diğeri yakıcı. Eğer oksijen ve hidrojen serbest kalsa, her şey birbirine girer, hayat mümkün olmaz. Ancak ne büyük bir sanat ve kudrettir ki, Cenâb-ı Hak, yanıcı ile yakıcıyı birleştiriyor ve onu, yani suyu, bütün mahlûkat için bir hayat kaynağı hâline getiriyor.

Su, kirlendiğinde semâya çıkıp en güzel şekilde temizleniyor ve tekrar rahmet olarak yeryüzüne iniyor.

Bir balık, suyun içindeki oksijenle yaşarken, sudan çıkınca ölüyor. Hâlbuki havadaki oksijen, sudakinden daha fazla…

Toprak, verimini devam ettiriyor. Ya ettirmese?

Her çiçek kendi mevsiminde açıyor. Her meyve-sebze, kendi mevsiminde veriyor. Sanki her birinin altında birer bilgisayar var.

Hepsi kendi hududu içinde. Hepsi ilâhî bir tanzim içinde. Muhteşem bir ekolojik denge…

Kâinattaki bu kadar mükemmel nizam, bu kadar ince ve hassas denge karşısında, insanın boş yere yaratıldığını zannetmesi ve diğer mahlûkat gibi sorumsuz yaşamaya kalkışması, kalbin karanlık bir virane olmasından başka bir şey değildir.

Hâsılı kâinattaki her harekete çok ince ve tam yerinde bir ölçü konulmuştur. Bu ölçülerde en ufak bir artma veya eksilme olsa, şu gördüğümüz nizam ve âhenk, hemen bozuluverir.

Rabbimiz, bu nizâmı insanın hizmetine vermiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13. Ayrıca bkz. Lokmân, 20)

 “Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8)

İnsana baktığımız zaman da bu ilâhî tanzim göze çarpıyor:

İnsan kendisine tefekkürle bir baksın. Hiçbir eksiği var mı? Hiç vücudunda fazladan bir kemik var mı? Yahut eksik bir kemik var mı vücudumuzda?

Neye ihtiyacın var; iki ayak lâzım, Cenâb-ı Hak iki ayak ihsân ediyor. İki kol gerekli, iki kol ihsân ediyor. Gözümüz, kulağımız, nerede yer alacak; başta. Başka bir yerde değil, başka mekânda değil.

Meselâ insan tek ayaklı olsa yürüyemez veya ayaklarının biri diğerine göre daha uzun olsa rahat hareket edemezdi. Tek kolu olsaydı işlerini düzgün yapamazdı. Göz, kulak, dil, hepsi ayrı bir tanzim. Biri olmasa, vücudun âhengi ve dengesi bozuluyor.

Bugün; “Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kim değişir?!.

Her hücre kendi vazifesini icrâ edeceği uzvun içinde yer alıyor. İnsana daha bir nutfe hâlindeyken sanki bir koşu düdüğü çalınıyor; her hücre, kendi vazifesini yapacağı uzva koşuyor. Göz hücresi, kalbe gitmiyor. Kalp hücresi karaciğerde yer almıyor. Vücudun sıhhat ve dengesi, bütün uzuvlardaki bu âhenge bağlı.

Velhâsıl bütün kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kudret ve azamet sergisi. Cenâb-ı Hak onu, insan idrâkine göre tanzim etmiş. Yeter ki insan, kalbindeki muhabbetle baksın, ibretle baksın, tefekkürle baksın, takvâ ile baksın…

Mü’min de kâinattaki bu ilâhî ahengi taşıyacak. İbadetler, ahlâk, muâmelât, bir zarâfet içinde olacak.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

Mahlûkat, insan için yaratıldı. İnsan da Allâh’a kulluk için. Âyet-i kerîmede:

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyruluyor. Yoksa yaratılışın bir mânâsı olmazdı.

Âyette zikrolunan «لِيَعْبُدُونِ» “Bana kulluk etmeleri için” ifâdesini ise müfessirler, «لِيَعْرِفُونِ» “Cenâb-ı Hakk’ı kalbte tanımak sûretiyle mârifetullâha erme” şeklinde de tefsir etmişlerdir.

Bu kadar ilâhî azamet karşısında inanmamak, kalbin âmâ olmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ı inkâr etmek mümkün değil. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın şâhidi durumunda.

Rabbimiz, cümlemize görebilmeyi ihsan buyursun. Âmîn…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Ağustos Sayı: 215