Allah’ın Varlığının ve Birliğinin Delilleri
Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri nelerdir?
Allah inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden olumsuz bir şekilde etkilenmemiş bir kişinin Allah’ın varlığını ve birliğini kabullenmesi gerekir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’dan bahseden âyetlerin çoğu, O’nun sıfatlarını konu edinmiştir.
ALLAHIN VARLIĞININ VE BİRLİĞİNİN DELİLLERİ
Allah’ın var oluşu konusu, Kur’an’da insan için bilinmesi tabii, zorunlu ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir. İslâm akaidine göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle bir “bir”lik değildir. Çünkü sayı bölünebilir ve katlanabilir. Allah böyle olmaktan yücedir. O’nun bir oluşu, zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde, rab oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı yönündendir. İhlâs sûresinde Allah’ın bir olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmadığı ve doğurulmadığı, O’nun hiçbir denginin bulunmadığı ifade edilirken, Kâfirûn sûresinde de ibadetin ancak Allah’a yapılacağı, Hz. Peygamber’in, kâfirlerin taptıklarına önceden tapmadığı gibi, sonra da tapmayacağı ısrarla vurgulanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok sûresinde Allah’ın birliğini, eşi ve benzerinin bulunmadığını vurgulayan pek çok âyet vardır:
“Allah evlât edinmemiştir. O’nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve onlardan biri mutlaka diğerine üstünlük sağlardı. Allah onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” (el- Mü’minûn 23/91) “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti…” (el-Enbiyâ 21/22) Evrendeki düzen Allah’ın birliğinin en açık delilidir.
Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikârdır. Bu nizam ve âhenk, kâinât yaratıldığından beri son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde, hiç şaşmadan devam edip gitmektedir.
Bir meyve bahçesinin sahibi, bir sabah kalktığında fidanların bâzılarının düzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu görse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir âfetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağaçların devrilişinde bir hesap ve düzen olsa, meselâ her üç veya beş ağaçtan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir âfetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. O hâlde düşünmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hâdisenin, şuuru olmayan sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idrâkler, kâinattaki bunca hesâbî inceliğe rağmen onun tesâdüfen veya kendi kendine var olduğunu iddiâ etmesi ne abes bir gaflettir![1]
Şâir Necip Fazıl, böyle bir gaflete sürüklenenlere şöyle seslenir:
Yön yön sarılmışım ne yana baksam,
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;
Geçip de aynaya soran olmaz mı?
Fıtratı bozulmamış her sâlim akıl, kâinattaki sebepler zincirini şuurlu bir şekilde fark eder ve hepsinin bir müsebbibü’l-esbâba, yani bütün sebeplerin asıl sebebi olan Cenâb-ı Hakk’a vardığını idrâk ile îmân eder. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkürünü yanıltmak için her köşe başında insanoğluna binbir hîle ve tuzak kurmuştur. Dolayısıyla, sâlim bir kafayla düşünüp insafla hareket ederek şeytanın tuzaklarından kurtulmak îcâb eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” buyrulur. (Fâtır, 28)
Bu sebeple Allâh’ın azamet ve kudretini lâyıkıyla kavramak, her şeyden önce bir ilim işidir. Bu gerçek dolayısıyladır ki makro ve mikro âlemlerin incelikleri üzerinde çalışan âlimler, müşâhede ettikleri dehşet verici nizam ve kânunlar sebebiyle Yaratıcı’nın varlığını ve kudretini herkesten daha mükemmel bir şekilde idrâk ederler.
Bunun bir misâlini Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullah el-Maşrikî şöyle anlatır:
1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm. İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu. Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi. Tekrar selâm verince:
“–Benden ne istiyorsun?” dedi.
“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim.
Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı. Devamla dedim ki:
“–İkincisi de, sizin gibi dünya çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”
Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir süre durakladıktan sonra:
“–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi.
Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs. bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allâh’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum. Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu. Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devâm etti:
“−İnâyetullah dostum! Allâh’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere ve ihtişâma göz attığımda, Allâh’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar. Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda eğilerek O’na: «Allâh’ım Sen büyüksün!» dediğimde, vücûdumdaki her bir hücrenin bu sözümü tasdik ettiğini hissederim. İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saâdet duyarım ve bu saâdetimin, diğer insanların saâdetinden bin defa daha üstün olduğunu bilirim.”
Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” (Fâtır, 28)
Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:
“–Ne diyorsun, «Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkarlar.» öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve acâyip bir şey!.. Benim elli yıllık uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim bir şey, Hazret-i Muhammed’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı bulunuyor? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi bir tarafa yaz!.. Hazret-i Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu. Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır.” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s. 251-253)
Böyle müsbet ilimlerle meşgul olan nice gayr-i müslim ilim erbâbı müslüman olmuş ve niceleri de îmân etmese bile kendilerini hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde hissetmişlerdir. Bu hâl, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mûcizesidir. Allah Teâlâ buyurur:
“(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabb’inden Sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibaret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette göreceklerdir.” (es-Sebe’, 6)
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabb’inin her şeye şâhid olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)
Kâinâta ibret nazarıyla bakan her göz, onda bu âyet-i kerîmelerin sayısız tezâhür sahnelerini seyreder:
KUDRET-İ İLAHİYYE MİSALLERİ
Dünyada sadece insanlar ve hayvanlar mevcut olsaydı, havadaki bütün oksijeni kullanıp karbondioksite çevirirler ve bir müddet sonra oksijenin azalmasına mukàbil gittikçe artan karbondioksit ile zehirlenip yok olurlardı. Ancak bu âlemi var eden kudret bir de bitkileri yaratmış ve onlara da karbondioksiti kullanıp oksijene dönüştürme kâbiliyeti vermek sûretiyle âlemde bir denge ve devam edip giden bir akış meydana getirmiştir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, dünyanın dörtte üçünü su ile doldurmuştur. Dörtte birinin büyük kısmını da bitki yetiştirme kâbiliyeti olmayan kayalıklar veya çöller olarak yaratmıştır. Geride kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı, ebedî bir değişim ve hâlden hâle geçiş ile bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır. Şöyle ki:
Bir hayvan türünü ele alalım. Bu türden ne kadar canlı gelmiş ve gelecek ise hepsi dünyaya bir anda gönderilmiş olsa idi, dünya mekân olarak sadece o türe kâfî gelmeyeceği gibi, gıdâlar da onlara yetmezdi. Ancak Allah Teâlâ, onları zaman sırrı ile mekândakinden daha geniş bir şekilde yayıp bir teselsül kanunu ile yaratmaktadır. Bütün canlılar için aynı nükte geçerlidir. Dolayısıyla Dünya, zaman ve mekân sırrı ile, normal kapasitesinin trilyonlarca katı fazlasına sahne olabilmektedir. Yani varlıkların âlemimizde yer alışları da bir denge ile tahdîde tâbîdir.
Meselâ bir çınar ağacı, her yıl milyonlarca tohum üretir. Bunların etrafa dağılması için tüyden âdeta birer paraşütleri bulunur. Bu tohumlar rüzgâr vâsıtasıyla çok uzak mekânlara ulaşır. Eğer bir tek çınar ağacına âit bütün tohumlar yeni bir çınar olsaydı, kısa bir zaman sonra Dünya’nın her tarafı çınarların istilâsına uğrardı. Yani koca Dünya bir tek ağaca dar gelirdi. Diğer bütün varlıklar için de bu misâli şümullendirmek mümkündür. Bu da kâinatta kolay kolay akıl sır erdirilemeyecek bir âhenk ve dengenin mevcûdiyetini gösterir.
Böylesine mükemmel, girift ve çok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, Yaratcı’sının varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişânedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçü ve dengeyi) koydu.” (er-Rahmân, 7)
“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Ayrıca Cenâb-ı Hak, bütün bu canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı bütünüyle mümkün kılacak şekilde birbirlerini tamamlamaktadır. Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl ettiği hâlde, küçücük bir kurtçuk olan ipek böceği aynı yapraktan ipek istihsâl etmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar. Arının çiçek tozlarından bal yapabilmesi, kâinattaki en mükemmel varlık olan insanın iktidârı hâricindedir. Çiçeklerin topraktan bulup çıkardığı renkler, kokular ve hayat kudretini hâiz yapraklar, hiçbir kimyagerin muktedir olamayacağı hârika keyfiyetlerdir. Hayvan, otu et ve süt yaparken, insan bir kimya laboratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye muktedir değildir.
Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kâinâtta nereye yönelse, Allâh’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla beşeriyeti kemâle erdirmek, aralarından âlimler yetiştirmek gibi tecellîler, hep ilâhî lûtfun eseridir. Diğer taraftan insana binbir istifadeler takdîm ederek hizmet eden bütün ilimlerin neticesi de, nihâyet Allâh’ın varlık ve azametini gösterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrâke yardımcı olmaktır. İnsan kendisine ve kâinâta insafla bakınca derhâl anlar ki, zâhir olan ilâhî kudret ve saltanat karşısında îmân etmemek ne kadar gülünç ve tuhaf olur!
Gökyüzünde siyah ve beyaz delikler mevcuttur. Cenâb-ı Hak, müsbet ilmin yeni keşfettiği bu boşluklara şöyle yemîn etmektedir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)
Bugünkü ilmin henüz tespit edebildiği şu hakîkat ne kadar dehşet verici bir ihtişamla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Yıldızların doğduğu yere beyaz delik; öldüğü yere de kara delik adı verilir. Beyaz deliklerden küçük bir cisim çıkmakta ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyonlarca katı büyüyerek dev bir yıldız kütlesini meydana getirmektedir. Diğer taraftan dünyamızdan kat kat büyük nice dev yıldızlar da, vakti gelince kara deliklerin içine girip ölmektedir. Bu itibarla bizim semâmızı aydınlatan Güneş de bir gün:
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman...”[2] âyetinde buyrulan gerçeği yaşayacaktır.
O gün onun ömrü de sona erecektir. O gün elbette ki kıyâmet günü olacaktır. Oradan ötesi!..
İnsan için, derhâl secdeye kapanıp Allâh’a sığınmaktan başka bir çâre yok!
Elhâsıl gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hiçten ibârettir!..
Okyanuslardan bir damla kabîlinden verdiğimiz bu misâller; Hâkim, Kâdir, Kayyûm, Rezzâk… bir varlığın mevcûdiyetini kabul etmenin mantıkî bir zarûret olduğunu ifâdeye kâfîdir. Fakat bu hakîkati görmek için basardan ziyâde basîretin, yani baş gözlerinden ziyâde gönül gözlerinin açık olması lâzımdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)
HER ŞEY HAREKET VE DEĞİŞİM HALİNDE
Düşünecek olursak, şu gördüğümüz âlemde her şey değişiyor. Bir sûretten diğer bir sûrete geçiyor. Meselâ nutfe alekaya, aleka mudğaya, mudğa et ve kemiğe dönüşüyor. Bu tür tahavvülât/değişim, yıldızlarda, gezegenlerde, madenlerde, bitkilerde, yani her şeyde oluyor.
Atomun içinde muazzam bir hareket var. Elektronlar çok ince bir hesapla ve akla hayâle sığmayacak bir hızla dönüyorlar. Çekirdek elemanları olan proton ve nötronlar ise, çok daha küçük bir hacme sıkıştıklarından, hızları da elektronlara nisbetle fevkalâde yüksektir. Öyle ki saniyede yaklaşık 60.000 kilometreyi aşan bir hızla dönerler.
Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 100 trilyon atom olduğunu hatırlarsak, kâinâttaki hareketleri idâre eden Yüce Zât’ın kudretini tam olarak anlamanın imkânsız olduğunu daha iyi idrâk ederiz.
İşte bütün bu hareket ve değişimin meydana gelmesi için hakîkî bir müessire ihtiyaç vardır. O da Hallâk-ı Müteâl olan Allah Teâlâ’dır. Zira aklı hayrete düşüren şu hârikulâde hâllerin herhangi bir müessir olmadan meydana gelmesi veya şuursuz bir fâilden zuhûr etmesi, kesinlikle mümkün değildir.
Bunları tefekkür ettiğimizde, eserden müessire intikal edebilmek için bir zerrenin bile kâfî olduğunu görürüz. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:
Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile,
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile. (Şinâsî)
AYNI MADDEDEN FARKLI EDERLER VÜCUDA GELİYOR
Çevremizde gördüğümüz farklı varlıkların aslı hep aynıdır. Hepsi de maddeden vücûda gelmiştir. Farklı unsurlar hep aynı mâhiyetin parçalarıdır. Meselâ gök cisimleri de hep aynı maddeden meydana gelirler. Ancak her birinin kendine mahsus bir hüviyeti, vaziyeti, miktarı ve ömrü vardır. Bir kısmı soğuk, bir kısmı son derece sıcaktır…
Azot, karbon, oksijen, hidrojen gibi elementlerden bitkiler ve hayvanlar meydana geliyor. Hâlbuki bu maddelerle hayat arasında ve hele ilim, irâde, kudret, işitme, görme gibi sıfatlar arasında aslâ bir münâsebet yoktur.
İşte bütün bunlar, ilâhî sanat hârikalarıdır. Kâinâtta gördüğümüz bu kadar farklı ve mükemmel varlık, yüce kudret sahibi bir sanatkârın eseridir. Bu kadar sanat hârikasını meydana getiren bir varlığın sonradan olanlara benzemesi mümkün değildir. O, Vâcibu’l-Vücûd olan, yani varlığı zarûrî, kendinden ve ezelî olan Cenâb-ı Hak’tır.
HER ŞEY BİR GAYE İLE YARATILMIŞ
Şu âlemde her şeyin bir hikmet ve fayda için yaratıldığı açıkça görülüyor.
- Güneş ve Ay’ın ışığıyla Dünya üzerindeki mahlûkât aydınlanıp neşv ü nemâ buluyor. Dünya ve Ay’ın Güneş etrafında dönmesiyle vakitler meydana geliyor. Yer’in dönüşüyle mevsimler, seneler, gün ve geceler; Ay’ın dönüşüyle aylar husûle geliyor.
- Devamlı teneffüs ettiğimiz hava, akciğere giderek kanı temizliyor. Vücûdumuzun her şeyden çok ona ihtiyacı olduğu için hava son derece kolay ve çok bulunuyor.
- Rüzgârlar bulutları sevk ederek ihtiyaç olan yere yağmur götürüyor. Yine rüzgârlar, bitkileri ve ağaçları aşılıyor, sıcaklığı ayarlıyor, havayı temizliyor…
- Aynı şekilde denizlerin faydaları da saymakla bitmez…
Bütün bunların ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice hususların, insan hayatındaki ehemmiyeti mâlûmdur. Dolayısıyla bunları ibret nazarıyla seyredip tefekkür eden bir insan şu neticeye varır ki, bütün eşyânın yaratılışında büyük bir hikmet ve gâye bulunmaktadır. Bunu tesâdüf olarak kabullenmek ise, akıl, iz’an ve insafın iptali demektir. Bunlar, ilim, hikmet, kudret ve azamet sahibi bir Zât’ın eseridir. O da Allah Teâlâ Hazretleridir.
Hâsılı akl-ı selîm sahibi olup da tefekkür eden bir insanın Rabb’ini bulması, O’na ve bu ilâhî ihtişam ve azamete hayran olması gâyet kolaydır. Bu, selîm aklın ve berrak bir vicdânın en tabiî neticesidir. Bir insan, kâinâtta ve kendisinde olup bitenleri hakkıyla tefekkür etse, kâfir ise îmâna kavuşur, mü’min ise îmânına seviye kazandırır; mârifet ve muhabbet basamaklarında yol almaya başlar.
Dipnotlar:
[1] Bkz. İsmâil Fennî Ertuğrul, Îman Hakîkatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İstanbul, 1978, s, 21-22.
[2] el-Tekvîr, 1.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları