Allah’ın Yardımı Nerededir?
Allah’ın ve Rasûlü’nün bize vaat ettiği şey nedir? Allah’ın yardımı nerededir? Bir avuç insanın Siyonist zalimlere direnişi karşısında nasıl bir tutum takınmalıyız? Maide suresinin 64. ayetinden nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Yermük, Hz. Ebubekir radıyallahu anh’ın vefatının hemen akabinde Bizans’a karşı yapılan büyük bir savaştır. Suriye’nin İslam toprağı olmasını sağlayan bu savaşta Hz. Halid bin Velid radıyallahu anh’ın askeri dehası zirveleşmiştir. Bizans’ın büyük bir ordu ile hareket ettiğini öğrenen Suriye orduları başkumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh radıyallahu anh, gayrimüslim halkı himaye edemeyecekleri için toplanan cizyeyi iade etti. Hz. Ebubekir’in onayı ile içerisinde Hz. Halid’in de olduğu dört sahabenin kumandasındaki birliklerle Yermük vadisinde birleşti.
Bizans ordusunun mevcudu İslam ordusunun üç katını aşıyordu. İslam ordusunda 100’ü Bedir gazisi 1000 kadar da sahabe vardı. Bunlardan Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh düşmanın tertibi, silahları ve görünüşüne baktığında gözünü alamamıştı. İçinden kim bilir hangi duygular geçerken yanında bulunan bir Bedir gazisi bu durumu fark etti. Ebu Hüreyre hazretlerini kolundan tutup sarsarak şu sözleri söyledi: “Kardeşim, biz Bedir’de düşmanı sayı çokluğumuzla mı yendik zannediyorsun, kendine gel…”
Birazdan bir ölüm kalım mücadelesi verecek iki ordu birbirini izlerken Ebu Ubeyde bin Cerrah sesli zikir emri verdi. Bir arı uğultusu gibi başlayan sesler bir müddet sonra ahenkli ve düzenli bir sayhaya dönüştü. Koca Yermük vadisi zikir lafızları ile inliyordu. Düşmanı şaşırtan o sesler bir müddet sonra İslam mücahidlerinin sadırlarını genişletti. Biraz önce düşmana çekingen ve mütereddit bakan gözler şimdi çakmak çakmaktı. Korku yerini cesarete bırakmıştı.
NE VAAT ETTİYSE ONU BULDUK, BAŞKASINI DEĞİL
O sırada mücahidler arasından bir genç dayanamadı ve atını düşmana doğru sürmeye başladı. Tam ortaya geldiğinde dönüp İslam ordusunun saflarına seslendi: “Ben şimdi Rasûlullah'a gidiyorum, benimle ona bir mesaj gönderecek var mı?” O an çok nazik bir andı. Düşmana hep beraber saldırmak varken bu gözü karalığa ne demek lâzımdı? Hz. Ebu Ubeyde tereddütsüz bir ifade ile gence cevap verdi: “Git kardeşim, Rasûlullah’a bizden selam söyle. Git ve de ki vallahi Allah ve O ne vaat ettiyse onu bulduk, başkasını değil.”
Hz. Ebu Ubeyde’nin cevabı aslında şu ayetlere işaret ediyordu: “Mü’minler, düşman birliklerini görünce, “İşte bu, Allah’ın ve Rasûlünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Rasûlü doğru söylemişlerdir” dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.” (Ahzab, 22) Ayetin devamında Allah’a verdikleri sözleri yerine getirenler anlatılır. Bunlardan kimisi canını vermiş, kimisi de canını vermeyi beklemektedir, onlar vaatlerini asla değiştirmemişlerdir.
Gazze’de ailesinden 30’dan fazla şehit vermiş, kendisi de zalimlerin bombardımanında iki ayağını kaybetmiş bir genç şöyle diyordu: “Gazze’de şehidin cenazesini şehit kaldırır. Şehidi şehit yıkar. Şehidi şehit defneder. Şehit cenazesine taziyeye şehit gider.” Sırasını bekleyenler, vaatlerinden asla geri dönmeyenler Allah ve Rasûlü’nün vaat ettiği ile yaşayan, ümitlenen, ferahlayan, tatmin olan ve hayatını sonlandıranlardır. Onlar sadakatin ve dolayısıyla nifakın ne olduğunu hayatlarıyla ispat edenlerdir.
Mü’min sadakatinin günümüzdeki temsilcileri Gazze’de sırasını bekleyenlerdir. Onlar yaklaşık bir asır önce Çanakkale’de, beş asır önce İstanbul önlerinde, on asır önce Malazgirt’te ve on beş asır önce Yermük’te canını vermek için sırasını bekleyenlerin şerefli ve aziz kardeşleridir. Günler insanlar arasında dönüp durmaktadır. Allah’ın vaadi değişmemiştir, değişmeyecektir. İnanmak bir bedel ister. Bu bedeli ödemeye hazır olanları neyin bulacağını Allah ve Rasûlü haber vermiştir.
ALLAH’IN YARDIMI YAKINDIR
Bizden öncekilerin başlarına gelenler bizim de başımıza gelecek. Sırf iman ettiğimiz, Allah’a kul olduğumuz, Rasûlünün sünnetini hayat tarzımız yapmak istediğimiz, Allah’ın indirdiğiyle hayatımızı ve etrafımızı tanzim etmeye gayret ettiğimiz için düşmanlık göreceğiz. Üzerimize öyle gelecekler ki sabrımız tükenecek. Bizden öncekilerin peygamberleri ile birlikte gözlerini göklere çevirip sordukları gibi belki biz de soracağız: “Hani Allah’ın yardımı nerededir?” O an Allah’ın vaadi hatırımıza gelecek ve şu ayet ile ferahlayacağız: “Haberiniz olsun ki Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 214)
Kimimizin üzerine, kimimizin zihnine, kimimizin de gönlüne bombalar yağacak. Kimimiz çocuğumuzun cansız bedenini yıkıntılar arasından alacağız, koklamaya kıyamadığımızın yüzündeki gözündeki toprağı temizlerken dilimizden canımız Peygamberimizin Hayber’de şehit düşen Yaser’e göktekilerin yaptığını haber verdiği dua dökülecek: “Allah senin yüzünü toprağa bulayanın yüzü toprağa bulasın, seni şehit edenleri de aynı şekilde telef etsin.”
Kimimizin malı eksilecek, her şeyi elinden gidecek, belki başladığı günden daha muhtaç duruma düşecek. Belki açlık ve yokluk baş gösterecek. İmtihan o derece şiddetlenecek ki insanlar orak yemiş buğday sapları gibi dökülecekler. Bunlar arasında en yakınlarımız da olabilecek. Bu bize, İmam Şeyh Şamil’in, validesinin “oğlum yetmez mi bu kadar zamandır savaştığımız, yorulduk, bittik, düşmanla anlaşalım artık” deyişini işittiğinde yaşadığı deprem gibi yürek depremleri yaşatacak, en sevdiklerimizle karşı karşıya gelmenin ıstırabını tadacağız. Ama o ıstırap bizi İmam gibi davranmaktan geri bırakmayacak.
Validesinin “artık savaşmayalım” ricasını emirlerine itaatsizlik sayan İmam Şamil naiplerini toplayarak bunun bir suç olduğunu ve cezasının verilmesi gerektiğini tebliğ etmişti. Mahkeme heyeti toplandı ve söz konusu suçun cezasının 100 değnek olduğuna hükmetti. İnfaz günü İmam Şamil annesi ile beraber meydana çıktı. Halk toplanmış, herkes yaşlı valideye ne yapılacağını merak ve acı içerisinde beklemeye başlamıştı. Vicdanlar sanki mengeneye sıkışmıştı. Gözler kederle bakıyor, ağızları bıçak açmıyordu.
Gözleri kıpkırmızı İmam Şamil, yanında hıçkırıklara boğulmuş annesine bakarak konuşmaya başladı. Cihattan, vatana kast eden kâfirlerle mücadeleden bahsetti. Mücadeleden vazgeçmek ya da bunu teklif etmek hainlikti. Hainliğin cezasının ne olduğu şer’i şerife göre tanzim edilmiş kanunlarda açıktı. Annesi düşmanla işbirliği teklif etmiş ve mahkeme de bunun cezasını belirlemişti. İmam son olarak, cezanın uygulanacağını ifade etti ve herkesin şaşkın bakışları altında gömleğini çıkararak yüz değneğin annesinin yerine kendisine vurulmasını emretti.
Din bir sadakat imtihanı istiyor. Hepimiz elimizdeki, etrafımızdaki, zihnimizdeki ve gönlümüzdeki ile sınanıyoruz. Bu sınama bazen aleni, bazen gizli, ama hep ama sürekli devam ediyor. Allah içimizdeki sadakatin inkişafı ve nifakın ortadan kalkması için senede birkaç defa çeşitli bela ve musibetler gönderiyor. Tövbe etmemiz ve ibret almamızı istiyor. Her sıkıntı bizdeki bir arızayı gideriyor. Her bela bir yanımızı tamir ediyor. Her musibet bir tarafımızı ıslah ediyor. Ne ki O’ndan geliyor, neticesi ve akıbeti itibarıyla rahmete vesile oluyor. İman da tam da bu keyfiyeti kabul edip etmemekle ilgili soruda düğümleniyor.
Gazze bugün Allah’ın ve Rasûlü’nün vaadinin bir kez daha doğrulandığı bir mihenk taşıdır. İslamlık kalitemiz Gazze ile test ediliyor. Kimin sadık, kimin münâfık olduğu Gazze karşısındaki tutumu ile bilinebilir. Mesele sadece ne yapıp yapmadığımız değildir; mesele, Gazze ile ortaya çıkan tabloyu zihnimizde ve yüreğimizde nasıl değerlendirdiğimizdir. Allah, Rasûlullah, İslam, vatan ve şehadet diyen bir avuç insanın Siyonist zalimlere direnişi karşısında nasıl bir tutum takındığımızdır.
Gazze’nin izzetli sakinleri “Allah ve Rasûlü bize zaten bunu vaat etmişti” diyerek destan yazarken, “yaptıkları delilik, güçlü karşısında direnilmez” diyerek yan çizenler, mazeret üretenler, türlü gerekçe ve bahanelerle hem oradaki cihadı hem de şanlı mücahitleri itibarsızlaştırmaya çalışanlar bize çağdaş münâfıklığın örnekliğini sergiliyorlar. Onların acınası hallerine bakıyor ve “Bu da Allah’ın vaatlerinden birisiydi, kitabında bize zaten bunları anlatmıştı” diyoruz.
BİR AYET BİNBİR DERS
“Yahudiler “Allah’ın eli bağlanmış!” dediler. Asıl kendi elleri bağlanmıştır ve söyledikleri yüzünden lânetlenmişlerdir. Aksine O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlığı ve kini saldık. Ne zaman savaş ateşini tutuşturmuşlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çaba harcarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.” (Maide, 64)
İnsanın şerefi kulluğundadır. Kulluk bir mütekabiliyet ilişkisi değildir, kulluk bir sözleşmedir. Allah kullarının canını ve malını cennet karşılığında satın almıştır. Kim bu sözleşmeye uyarsa “ne güzel kul” taltifi ile yeryüzünün ıslahı, imarı ve idaresini üstlenir. Kulluğu bir mütekabiliyet ilişkisi olarak görenler, kendileri ile Yaratıcıları arasında sürekli bir kıyas yarışına girenler Allah’ın lânetine uğramışlardır. Yaratılmış olduklarını unutmuşlar ve kendilerine her türlü nimeti bahşedenle güya yarışa soyunmuşlardır.
Allah ile kimse yarışamaz. Buna cüret eden göktekilerin ve yerdekilerin lânetine uğrar. O lânet, fesat ile yaşayıp, fesatla bilinmek, fesadı dünya düzeni haline getirecek bir sapkınlığın adresi olmaktır. Fesadı dünya düzeni(!) olarak bize dayatanlar barış ve adalet adı altında savaş ve bozgunculuk faaliyetlerini sürekli hale getirmeye çabalarlar. Bu çabalarında büyük oranda başarılı oldukları başta İslam coğrafyası olmak üzere birçok yerde yaktıkları savaş ateşlerinden bellidir. Ama bu bozguncuların hasımları Allah olduğu için ateşleri hiç kalıcı olmayacak, Allah her defasında yaktıkları ateşi söndürecektir.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 455