Allah’ın Yeryüzündeki Ayeti

Yüce Rabbimiz’in sonsuz kudret ve azametinin hikmetli tecellîleriyle dolu, esmâ-i ilâhiyyenin aynası olan şu âlemde; göklerdeki âyetleri okumakla mükellef olan Âdemoğlunun bizzat kendisi de Allâh’ın yeryüzündeki âyetlerinden değil midir?

Gökyüzünü seyrettiği zaman içi açılan ve büyük bir hayret ve şaşkınlıkla, hayranlık yaşayan insanların kaç tanesi nazarını kendisine çevirdiğinde aynı şeyleri hissetmiştir? Yoksa üzerine her gün doğup batmakta olan Güneş gibi, beden yapısı da onlar için sıradanlaşmış mıdır?

Semâları seyreden bir gözün, orada herhangi bir kusur göremeyeceğini bildiren âyet-i kerîmelerin[1] hitap ettiği insan; üzerinde sayısız yıldız ve gezegenlerle direksiz duran göklerden daha kalabalık ve karmaşık bir âlemi ihtivâ eden vücut sistemiyle yaşadığının ne kadar farkındadır?

ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ AYETLERİ

Yüce Rabbimiz’in sonsuz kudret ve azametinin hikmetli tecellîleriyle dolu, esmâ-i ilâhiyyenin aynası olan şu âlemde; göklerdeki âyetleri okumakla mükellef olan Âdemoğlunun bizzat kendisi de Allâh’ın yeryüzündeki âyetlerinden değil midir? Hâl böyleyken o, kendini bu şekilde seyretme ve tefekkür etme noktasında nerede durmaktadır? Mekteb-i cihandaki muvakkat ömrünü doldururken, kendindeki sırlara bakmadan geçirdiği her ân, onun için bir kayıp değil de nedir?

Akl-ı selîm sahibi her fert, kendisine insafla bakıp tefekkür ederse, şükründen âciz olduğu nice ihsanlarla donatılmış bir hazineye sahip olduğunu anlamakta gecikmez. Sağlık da bunlardan sadece biri... Ancak nedense o, sahip olduğu diğer nîmetler gibi sağlığının kıymetini de çoğu kez onu kaybetmeden idrâk edemiyor. Nisyân ile mâlûl olması, onu gaflete düşürüp kendi üzerindeki tefekkürüne perde oluyor. Ne zaman bir uzvuyla alâkalı bir dertten muzdarip oluyor, işte o zaman o perde kalkıyor, hâfıza tazeleniyor ve kişi, o âzâsının varlığından haberdar olup, üzerinde derinleşmeye ve sağlıklı zamanlarında neler yapabildiğini hatırlamaya başlıyor. Eğer ki derdi amansız ise, acısına derin bir hasret de ilâve oluyor.

SANAT HARİKASI İNSAN

Biz, devam eden yazı dizimizde sanat harikası insanın oluşumu konusunda emzirme dönemine ait problemleri incelemekteydik. Lâkin dünyaya yayılmış olan ve Mart ayında ülkemize de sıçramış bulunan Covid-19 salgını sebebiyle, ister istemez gündemimiz de bir anda değişmiş oldu. Bu yüzden iliklerimize kadar acziyetimizi yaşadığımız şu günlerde, gerek bu virüsle, gerekse diğer yabancı mikroorganizmalarla savaşta ön plâna çıkan bir yönümüzü daha fazla hatırlayıp üzerinde konuşmaya başladık. Bu konuyu bize ayrılan sayfalar elverdiğince siz kıymetli okuyucularımla paylaşmak isterim.

ANNE RAHMİNİN ÖZELLİKLERİ

Daha annelerimizin rahmine tutunmaya çalıştığımız günlerde bizimle birlikte oluşup gelişmeye başlayan bir yapı olan bağışıklık sistemi ve fizikî bariyerlerimiz; bizi dış dünyada birlikte yaşamak zorunda olduğumuz pek çok yabancı ve zararlı maddeden koruyacak olan savaşçıların ve silahların yer aldığı kalkanımızdır.

Anne rahminde steril, yani her türlü zarar verici yabancı maddeden korunmuş ve temizlenmiş bir ortamda yaşamamıza rağmen, vücudumuzun pek çok yerlerine fizikî, kimyevî ve biyolojik kalkanlar yerleştirilmektedir. Bedenimize girecek olan her türlü yabancı maddeyi tanımlayıp işaretleyecek olan bu vazifeliler, işaretli ajanları ortadan kaldıracak olan eritici-yok edici kimyevî maddeler, bunların üretimi ve depolanması için uygun şartlara sahip alanlar, gerektiğinde vazifeli ekibin sahaya sevkiyatı için araçlar ile lüzumlu yakıtlar, ayrıca bütün bunların 7/24 denetlenip yönetilmesi için tecrübeli, güçlü bir bilgi-işlem merkezi hazırlanmaktadır.

Çünkü doğup büyüyeceğimiz ve muvakkat ömrümüzü geçireceğimiz yerde karşılaşacağımız düşman, gökyüzündeki yıldızlardan daha çok sayıdadır. Üstelik bazı mikroorganizmalarla birlikte yaşayacağımız için bunlarla iyi geçinmenin yolunu da bulmamız gerekmektedir. Savunmada vazifeli olarak üretilen yok edicilerin, kendi hücrelerimizi tek tek tanıyıp dost olarak algılamış olması şarttır. Aksi takdirde bunların, kendi vücut hücrelerimize saldırıp onları yok etmesi işten bile değildir.

Anne rahminde gelişen zigot, annenin bedeni tarafından yabancı olarak algılanmadan, orada güven içinde gelişimini sürdürmektedir. Bu işi ilk defa yapmasına ve hücreler yeni ortaya çıkmasına rağmen, hangisi dost hangisi düşman bilmekte, hepsini tek tek kimlik denetiminden geçirerek ilgili yere konumlandırmakta, savunma sistemine dostu-düşmanı öğretmektedir. Kime karşı hangi tedbiri alması gerektiğini bilerek ona göre yapılanan zigot, tam mânâsıyla her sahada uzman bir bilim adamı gibi davranmaktadır.

Steril bir ortamda bir hücrenin bölünüp çoğalması ile oluşan âciz bir bebek, gideceği ve bir ömür geçireceği yerde düşmanları olduğunu ve onlara karşı tedbir alması gerektiğini nereden öğrenmiştir? Oradaki saldırganlarla ilgili sayısız tecrübe yaşayıp, uygulamalarından gerekli dersleri çıkarmış ve sonrasında bunları kendinde deneme-yanılma yoluyla uygulayarak en mükemmel olanını bulmuş olabilir mi? Ya da tecrübe sahiplerinden bilgi toplayıp, hazırlıklarını ona göre yaparak, organ ve sistemlerini ilk andan itibaren ona göre mi inşâ etmiştir? Bunlardan hangisi mümkün görünmektedir?

Tıp fakültesinde talebe iken, insan bedeninin mükemmel tasarımına ait hakikatleri okuduk durduk. Sistemlerin ortaya çıkışı, tıkır tıkır işleyişi, herhangi bir aksaklık demek olan “hastalıkları” ve vücudun bunlarla mücadele yollarını vs… Her şey o kadar ince ve kusursuz hesaplanmıştı ki, hastalıkların da normal işleyiş gibi kendilerine ait kuralları vardı ve düşmanların bile başıbozuk şekilde vücut sistemine saldırmaları söz konusu değildi.

İnsan bedeni, başlı başına kalabalık bir âlemdi ve hücreler, kendi dışındaki âlemlerle hem irtibatlı hem de onlar hakkında mâlumat sahibiydiler. Zira dış dünyadaki zararlıların zaafları önceden bilinmekte ve ilk andan itibaren ona göre bir sistem inşâ edilmekte idi. Bunları, vücut sisteminin mikroplara karşı aldığı tedbirlerle ve hastalıklarla mücadelesinde zamanı geldiğinde hekimler olarak da müşâhede edecektik.

Sağlığımız ve hastalığımız, hücrelerimiz ve organlarımız, dostlarımız ve düşmanlarımız; hepsi yüce bir kudretin hâkimiyeti altındaydı ve hepsinde vahdet mührü vardı! Eğer var edenimiz isteseydi, dışarıdan hiçbir mikroorganizmanın bize saldırmasına gerek kalmadan, her an aklımıza-hayalimize gelmeyen hastalıklarla perişan olurduk.

İnsan bedeni trilyonlarca hücreye sahiptir. Bunlar bünyemiz tarafından tanımlanmayıp sadece biri düşman olarak algılansaydı ve bağışıklık sistemimiz göz, kulak, burun, kalp, beyin, akciğer, kas vs. herhangi bir hücre türümüze saldırsaydı veya bunlardan herhangi biri başına buyruk hareket edip söz dinlemeseydi, felâketimiz için yeter de artardı bile…

ALLAHIN İRADESİNİN MEMURLARI

 Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey işlerinde Hakk’ın emrine uymamayı kendine huy edinmiş gâfil kişi! Şunu bil ki, senin bedeninin zerreleri bile, Allâh’ın irâdesinin memurlarıdır. Şimdi ikiyüzlülük ediyorlar da, sana uymuş gibi görünüyorlar. Eğer Allah, onların sana karşı gelmelerini isterse, her biri, senin amansız bir düşmanın olur.

Allah göze; «Şu kulumu rahatsız et!» derse, göz ağrısı senden yüz türlü intikam alır.

Eğer Allah dişe bir ceza verdirse, görürsün ki diş, senin acı acı kulağını bükmeye başlar, seni âdeta perişan eder.

Tıp kitabını aç da, hastalıklar bahsini oku. Oku da beden askerlerinin neler yaptıklarını gör.

Mâdem ki her şeyin canının canı Allah’tır; canının canına düşmanlıkta bulunmak, hiç akıl kârı mıdır? Bu bir çeşit delilik değil midir?”

Yukarıda ifade ettiğimiz ve asırlar öncesinden söylenmiş, gerçeğin ta kendisi olan bu hakikatleri idrâk etmek için illâ tıp fakültesi okumaya da gerek yok! Trilyonlarca hücremizden bir ders çıkarmak yerine, onları kudretiyle kendine boyun eğdiren ve âhenkli bir işbirliği ile çalıştıran, yokluktan varlık âlemine taşıyan sonsuz ilim sahibini görmezden gelerek; bunca kusursuz bir tasarımı “kör bir tesadüfe!” veya “safsatalarla dolu tabiat ana felsefesine!” havale eden sözüm ona ilim adamı akademisyenlerin bu iddiaları; nasıl bir akıl tutulmasının eseridir?

Peki, yıllarca tıp tahsili yapan bizler, ufuklara ve nefsimize nakşedilmiş[2] biricik hakikati idrâk edebilmiş miydik? Hakk’ı bilmedikten sonra, okuduğumuz satırlar bizi hangi ufka taşıyacak ve gerek bu imtihan âleminde gerekse herkesi bekleyen en dehşetli günde, nereye yakınlaşmamızı sağlayacaktır?

Kendi kendimize îtirafta bile zorlandığımız bir hakikat var:

“Maalesef mevcut eğitimin yoğunluğu ve hızı içinde, rûhumuz çoğu kez bizden geri kaldı!”

Zihnimizde depoladığımız bilgileri, satırdan sadıra indirmedikçe, ufkumuzun bir seviye kazanamayacağı âşikâr...

Dipnotlar:

[1] el-Mülk, 3-4.

[2] Fussilet, 53.

Kaynak: Dr. Betül Nefise İnal, Şebnem Dergisi, Sayı: 184

 

İslam ve İhsan

İNSANI DÜŞÜNDÜREN SORULAR

İnsanı Düşündüren Sorular

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.