Amr Bin Osman El Mekkî (k.s.) Kimdir?
Adı Amr bin Osman, künyesi Ebu Abdullah, nisbesi el-Mekkî. Aslen Yemenli. Mekke ve Bağdad’da yaşadı. İsfehan ve Cidde’de bulundu. Cüneyd’in müridi. Hallâc’ın şeyhi.
Ebu Abdullah en-Nibaci ve Ebu Said Harraz ile sohbetlerde bulundu. Kendi ifadesine göre sohbetlerinden en çok istifade ettiği Ebu Abdullah en-Nibaci’dir. Mekke’de bulunduğu sırada bazı sözleri sebebiyle bir takım isnadlara maruz kaldı ve Mekke’den ayrıldı. Cidde’de bir aralık kadılık yaptı. Usul ilminde üstaddı, hadis rivayetiyle de meşgul oldu. 291/903 yılında Mekke’de, daha kuvvetli bir rivayete göre de Bağdat’da vefat etti.
TEVBEDE OLDUKÇA HASSAS
Amr bin Osman, tevbe konusunda oldukça hassas davranır, günah işleyen herkesi tevbeye teşvik ederdi: Büyük ya da küçük günah işleyen herkese tevbe farzdı. Bir kere günah işledikten sonra, tevbeyi terk konusunda hiçbir kimse mazur görülemezdi. Çünkü günahkârlara Allah’ın tehdidi vardı. Bu tehdid-i ilahi ancak tevbe ile sakıt olurdu.
Amr, tasavvufun tesamüh (hoşgörü ve bağışlama) olduğu düşüncesinden hareketle gerçek mürüvvetin kardeşinin kusurunu görmemek, ayıbını araştırmamak olduğunu söylerdi.
Vecd’in manevi bir hal, ilahi bir ihsan olduğunu şöyle ifade ederdi: “Vecd’in nasıl meydana geldiği konusunda söz söylemek mümkün değildir. Çünkü vecd, Allah’ın yakin ehli kulları nezdindeki bir sırrıdır. Onun keyfiyet ve mahiyetini ancak ehli bilir.”
O’na göre marifet, Allah’ı sevmeye, O’ndan korkmaya ve O’na yönelmeye devam etmekti. Kalbin daima O’nun zikrine bağlı bulunmasıydı. Çünkü bu manasıyla marifet, bir kalb ilmiydi, iradeyi terkti, idraki diriltmekti. Hakk’a tam ve sağlam bir şekilde güvenip dayanmaktı.
Hak yola giren salike ilmi, bir yol gösterici olarak tavsiye eder, korku ile ümid dengesini korumayı ve nefse aldanmamayı öğütlerdi: “İlim kumandan, korku yönlendirici rehberdi. Nefis bu ikisi arasında insana hile ve tuzak kurmakla meşguldü. Nefsin hilesinden sakınmalı, onu ilim siyasetiyle idare etmeli, korku ile yönlendirmeliydi ki, murad olunan neticeye ulaşılabilsin.”
Sabırda sıdk, sadakatte sabır arar, şöyle konuşurdu: “Haramlardan sakınma (vera) konusunda sabır farz olduğu gibi, sıdk da farzdır. Sıdktan maksad itidal ve dengedir, ifrat ve tefrit değil.” Sabrı da şöyle tanımlardı: “Sabır Allah’a dayanıp sebat etmek ve belayı gönül hoşluğu ile karşılayabilmekti”
O’na göre zühdün kalplerde bulunan kökü de, başı da, dünyayı ve dünyalıkları değersiz görmek, küçümsemekti. Dünyaya kıllet gözüyle bakmaktı, yani dünyalıktan çok az şeye razı olmaktı.
Allah’ı kula şikayet etmek yakışmazdı. Fakat kulun Cenab-ı Hakk’a olan ah u enini, şikayet ve sızlanma sayılmazdı. Çünkü Allah’a yönelen bir ah u enin insanlar tarafından duyulmazdı.
O’na göre muhabbet rızaya dahildi. Rıza olmadan sevgi olmazdı. Sevgi olmadan da rıza tamamlanmazdı.
Çünkü insan razı olduğu, hoşlandığı şeyi severdi. Neticede sevdiği şeyden razı olurdu. Cenab-ı Hakk’tan ümidvar olmak da rızanın hakikatine dahildi.
Allah Teâlâ hakkında, kalbe doğan, zihne düşen, hayal ve vehim tarzındaki düşüncelerden dikkatle sakınılmasını isterdi. İtikad konusunda sûfî taifesinin imamlarından sayılırdı. Bu yüzden şu tavsiyesi meşhurdu: “Allah Teâlâ konusunda kalbine bir vehim mi düşüyor, bir doğuş mu oluyor yoksa O’na aid bir güzellik, bir üns, bir ziya mı gönlüne geliyor, zihninde bir hayal mi canlanıyor, hemen yanıldığını anla ve tuttuğun yoldan dön. Çünkü Hak Teâlâ düşünülen şekillerin, hayal ve vehimlerin hepsinden münezzehtir. Çünkü O, yüceler yücesidir. Nitekim ilahi hüküm açıktır: “Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir.” (eş-Şura 42/11)
Amr bu öğütleriyle mürid ve talebelerinin “teşbih” ve “tecsim” gibi yanlış düşüncelere saplanmalarını önledi, onların şeriat çizgisinde ve sünnet ölçüsünde bir inanca bağlı kalmalarını sağladı.
- rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar
Sülemî, Tabakatu’s-sufiyye. 200-204; Hılyetü’l-evliya X, 291-296; Sıfatu’s-safve, II, 440-442; Kuşeyri, 1,137: Keşful-mahcub. s. 350-351; Nefehatül-üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 136-137; Tezkiretü’l-evliya, (trc. S. Uludağ), s.487-491; İbnu’l-Mulakkin, Tabakatu’l-evliya, s. 343-344; Şarani, s. 76; el-Keva-kibu’d-dürriyye. I, 259; A’lamu’n-nübela XIV- 57-58.