Anadolu ve Rumeli'nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Katkısı Olan Unsurlar
Anadolu ve Rumeli'nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında neler etkili olmuştur? Anadolu ve Rumeli'nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında manevi unsurlar…
XIII. asırda çöküşü başlayan Anadolu Selçukluları, XIV. yüzyılın başında tamamen tarihe karışmıştı. Ancak, daha Selçuklular çökmeden -tıpkı, kökün biraz üzerinden kesilen bir ağaçtan fışkıran filizler gibi- "Beylikler" teşekkül etmişti. Bu beylikler içerisinde en büyüğü ve iddialı olanı; Karamanoğulları, en küçüğü ve mütevâzîsi ise; Osmanlı Beyliği idi.
ANADOLU VE RUMELİ'NİN TÜRKLEŞMESİ VE İSLÂMLAŞMASINDA MANEVİ UNSURLAR
Üzerinde bulundukları toprakları dolayısıyla Rumlarla doğrudan münasebetleri olan Osmanlı Beyliğine -diğer Beyliklerde de olduğu gibi- dervişler maddî ve manevî destek sağlıyor ve âdetâ rehberlik yapıyorlardı. Bu destek ve rehberlik, Ertuğrul Gazî'ye(1) ve Osman Gazî'ye(2) izâfe edilen rüyâlar ve Şeyh Edebâlî'nin yorumları ile başlatılarak ondan sonraki her dönemde devam ettirilecekti.
XIII. ve XIV. asırlarda Anadolu'yu dolduran dervişler (mutasavvıflar) dergâhlar etrafında kümelenerek, tasavvufu sistemleştirmişler ve Anadolu'da bir yenileşme hareketi başlatmışlardı. Giderek etkisi bütün Anadolu'yu saran muhtelif tarîkatler, müslim-gayrimüslim farkı gözetmeksizin bütün insanlığa kucak açarken:
Bir kez kez gönül yıktın ise;
Bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahî,
Elin-yüzün yumaz değil...
diyen Yunus Emre'nin haykırışları, kulaktan kulağa çınlayarak etkisini arttırıyordu."Ahmed Yesevî'nin dervişleri ile Anadolu, her yönü ile çehre değiştirmiş, Horasan Erenleri, zamanımızdan çok daha ileri bir hizmet anlayışı ile bu topraklar üzerinde hiçbir tercih yapmadan, pîrlerinin;
"Şu ata bin, batıya doğru git, atının durduğu yerde in ve hizmete başla!.."(3) emrinin gereğini yaparak, Anadolu'yu baştan başa doldurmuşlar ve hizmete başlamışlardı.
Osmanlı Beyliğinin kuruluş döneminde, -aynı zamanda bir Ahî Şeyhi olan- Edebâlî, Beyliği merkezden omuzlarken, Selçukluların yıkılmasıyla, Uç'larda istikbal sezip batıya ve özellikle Osmanlı topraklarına akın eden Türkmen Babaları, Rum Abdalları, Horasan Erenleri, Ahî Babaları da hep birlikte beyliği birer köşesinden omuzlayarak, son sür'at yükseltmek ve ilerletmek için el-ele vermişlerdi. Bu velîler taifesine ulemâ destek oluyor, onlara gâzîler yardım ediyor, böylelikle Anadolu'da tam bir kollektif faaliyet başlıyordu. Ömürlerini dolduran valîler, âlimler, ârifler, âbidler, askerler, devlet adamları yerlerini yenilerine terk ediyorlardı.
Bu asırda tasavvuf, bir kuyumcunun mücevheri işlemesi gibi İslâmî değerleri işliyor, fert-toplum arasındaki ahengin kurulmasına büyük hizmetler yapıyordu. Böylelikle Anadolu'da birlik şuurunun kuvvetlenmesine yardım ediyordu.
Bu devrin mutasavvıflarının hemen hepsi, hem şer'î ilimlerin iyi bir tahsilini yapmış ve hem de tasavvuf sahasında merhaleler katetmiş zatlardı. Bunun için mutasavvıflarla ulemâ arasında tam bir dayanışma vardı. Devlet onlara zâviyeler, tekkeler, medreseler yaparak destekliyor, onlar da Anadolu ve Rumeli'nin Müslümanlaştırılması için her türlü çabayı göstermekten geri kalmıyordu. Böylelikle Müslümanlar yekvücut oluyor, kurulan devletin başkanları "Gâzî", halkı da "Gâzîyân-ı Rum" oluyordu.
İslâm'ın müsâmahakâr anlayışı, özellikle şeyhler vasıtasıyla mükemmel bir şekilde kuvveden fiile dönüştürülüyordu. Devletin kuruluş felsefesinin temelinde yatan adâlet anlayışı ile Osmanlılar, Rumların sempatilerini kazanıyorlardı. Devletin kurucusu Osman Gâzî, kendi halkına olduğu kadar, o zaman henüz fethedilmemiş ama komşuluk yaptıkları bölge insanlarına da son derece adâletli davranıyordu. Bu konuya tarihten birçok örnek bulmak mümkündür. Meselâ, klâsik tarihçilerimizden bazılarının naklettikleri bir olay şöyledir:
Osman Gâzî, Eskişehir'in Ilıca yöresinde pazar kurdurmuştu. Bu pazara, Türklerin yanı sıra, o zaman henüz fethedilmemiş olan bölgelerde yaşayan yerli halk (Rumlar) ve özellikle Bilecik kâfirleri de (Bilecik'te yaşayan Rumlar) geliyorlar ve alış-veriş yapıyorlardı. Öte yandan, o dönemlerde Osman Gâzî ile araları pek iyi olmayan Germiyan halkından da pazara gelenler oluyordu.
Bir gün Bilecik'ten bardak getirmişlerdi. Germiyanlılardan birisi, onlardan bir bardak almış, ancak parasını vermemişti. Bardak sahibi Bilecikli kâfir, gelip Osman Gâzî'ye durumu anlattı. Osman Gâzî de o Germiyanlı Türkü getirtti ve iyice azarladı (veya dövdü), kâfirin hakkını alıp, sahibine verdi. Sonra da, yasak koyup şöyle ilân ettirdi.
"Kimesne Bilecik keferesine zulm itmeye! Osman Gâzî o kadar müsamaha gösterdiki Bilecik keferesinin kadınları bile pazara gelip, pazarlığın kendileri idüp, giderlerdi. Osman Gâzî'ye "emn-ü emânla" bu Bilecik kâfirleri gayet itimad itmişlerdi. 'Bu Türk, bizimle, iyi doğruluk ider' dirlerdi."
XIII. yüzyılda, Türkistan, İran, Horasan taraflarından Anadolu'ya gelen Türk Dervişleri, yeni teşekkül eden Türk bölgelerinde derhal irşad görevlerine başlıyorlardı. Ordusu, tekkesi, medresesi ile henüz kurulmağa başlayan Osmanlı toplumu da, dervişlere itibar ediyor, ilgi gösteriyordu. Buna karşılık dervişler de, dînî ve sosyal fikirleri propaganda ederek, halk arasında ve memleketin sosyal bünyesinde, siyasî teşekkülünde büyük yenilikler yapıyor ve kaynaşma sağlanmasında etkili rol oynuyordu.
"Ortaçağ hristiyan hukûkiyâtına karşı yeni bir sosyal nizam ve adâlet telâkkisi taşıyan ve zararlı bir din propangandası şekline bürünen bu Dervişlerin telkînâtı, ordularla birlikte ve hatta ordulardan evvel fütûhata çıkıyor ve karşı tarafı biraz da mânen fethetmiş oluyorlardı. Demek oluyor ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu işinde çalışan kuvvetler, böyle potansiyeli yüksek, derin ve uzak enerji kaynaklarından gelmekte ve iki ayrı âlemin bütün kuvvetleriyle bir kaynaşması şeklinde tarihi işlemektedir."(5)
Osmanlılar, politikaları gereği, her fethettikleri yere derhal nüfus iskânı yapıyordu. Bu iskân harekâtında da, dervişler ve tarîkat mensupları önderlik ediyorlardı. Yeni fethedilen yerlere severek yerleşen dervişler, derhal oraları şenlendiriyor ve İslâmî Türk kültürünü tanıtmağa başlıyorlardı. Çok cazip bir şekilde tanıtılan İslâm-Türk kültürü sayesinde, yerli halkın Müslümanlaşması kolaylaştırılmış oluyordu. Dervişler, özellikle yol kenarlarına kurdukları tekkeleri ve zaviyeleriyle yerli halka ve gelip-geçen yolculara en güzel şekilde hizmetler sunuyorlardı. Bilhassa ihtiyaç sahiplerinin, yolda kalmışların, hastaların yardımlarına koşmaları, onların gönüllerini fethetmeğe yetiyordu. Böylelikle onların kendi istekleriyle Müslüman olmalarını kolaylaştırmış oluyordu.
Gerektiğinde ordulara da katılan dervişler, îmân, ferâgât ve şecâatla ordunun "cihad rûhu"nun kabarmasına yardımcı oluyorlardı... Demek ki bu dönem mutasavvıfları; yerinde ve zamanında zikirle meşgul olan bir derviş, yerinde bir ilim adamı, yerinde bir esnaf ve san'atkâr, yerinde bir asker, yerinde bir idareci idi.
Mutasavvıfların hizmetleri, yalnız Anadolu ile sınırlı değildi. Balkanlarda (Rumeli'de) ki fütûhât ve Müslümanlaştırma hareketlerinde de etkin rol oynadıkları bir tarihî hakikattır. Balkanların fethi de, ordulardan önce dervişler eliyle başlatılmıştı. Meselâ, Ömer Lütfi Barkan, Zeki Velidî Togan'dan şöyle bir nakilde bulunuyor:
Aslen Alaşehirli olan Sarı Saltık, 1281'de Kırım'a, oradan da Dobrıca'ya geçmişti. Orada diğer dervişlerle birlikte kâfirlere karşı harbetmiş ve İslâmîyet'i yaymağa çalışmıştı. Şehzâ de Nogay'ın 1299'daki vefatından sonra, diğer Türkmenlerle birlikte binlerce aile halinde bu dervişler, tekrar Anadolu'ya (Karesi taraflarına) gelmişlerdir. 1319'da Altınordu Hanı Toktagu'dan sonra yerine geçen Özbek Han Orduları, Balkanlara geçip, Edirne'ye kadar gelmişlerdir. 1324'de Bizans'a karşı Bulgar Kralına yardım bahanesiyle Trakya'ya, 1330'da da, Sırplarla olan harpte Göstendil'e kadar ilerlemeleri ve Makedonya ve Vardar taraflarında yerleştikleri hakkında malûmat"(6) vardır.
Xlll. yüzyılda Mevlânâlar, Yunus Emreler, Hacı Bektaş Velîlerle Anadolu'da başlatılan harekat devam ediyordu. Özellikle Mevlânâ ve Yunus Emre'nin, bütün insanlığa aynı gözle bakmaları ve İslâm adına herkese açık davetiye çıkarırcasına haykırmalarının yankıları, XIV. ve sonraki asırlarda da devam etti. Mevlânâ:
Dinle ney'eden, çün hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet etmede...
derken, ayrılığın ne kadar zararlı olduğundan, bütün Müslümanların tek bilek, tek yürek olmalarının gereğinden bahsediyor ve arkasından da, her ırktan ve her inançtan olan insanlara şu davetiyeyi çıkarıyordu:
Gel, gel!.. Ne olursan, yine gel!..
Kâfir, mecûsî ve putperest isen de gel!..
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
Tevbeni yüz defa bozmuş olsan bile, yine gel!..
Mevlevî tekkeleri ve tarîkat mensupları da, davetiyeyi bütün Anadolu ve Balkanlarda, ulaşabildikleri her insana ve topluma götürmeğe çalışıyorlardı.
Yûnus Emre de; "yetmiş iki millete bir göz ile bakmayı" tavsiye ediyor:
Ben gelmedim da'vî içün,
Benim işim sevî içün,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim..
diyor ve bütün insanlığa gönlünü açıyordu.
"Osman Bey'in muâsırı ve Sakarya Havzasında komşusu olmakla beraber, O'nu galiba görmeyen"(7) Yûnus Emre'nin halka hitaben sade Türkçe ile söylediği bu tür şiirleri, bütün suları, Çeşmeleri Allah'la konuşturan İlâhîleri, Bursa'yı ve Gelibolu'yu fetheden Türkleri coşturuyordu. Böylelikle bu saf Türkmen Dervişinin şiirleri, ilahîleri dilden dile dolaşıyor, yankıları Balkanlara kadar uzanıyordu. Yûnus, "evvelâ herkesi Kur'ân ve Hadîse uymağa, şer'î esaslara en ufak teferruata kadar riâyete davet ediyordu. Çünkü, tarîkatların üssü'l-esası (temel esası) şeriâttır. Buna riâyet etmeyenler için ise, ebedî azab tehdîdi vardır."(8)
Yûnus Emre, bütün din ve mezheblerin hak yolda birleşmelerini, derin îmânı, ince ve harikulâde san'atıyla kitleler arasında neşrediyor, İlâhî duygular asırlarca Anadolu insanının kalbinde kutsî bir heyecan yaratıyordu. Mevlânâ, daha fazla münevverlere, Yûnus Emre de, daha ziyade halk kitlelerine hitab ediyordu. İmparatorluğun hudut bölgelerinde, tenha yerlerde kurulan sayısız zâviyelerin Müslüman ve Hristiyan halklara hizmetleri, İslâmîyet ve insanlık duygularıyla bir fikir, mefkûre ve ictimâî yardım ocağı olarak çalışırken, aynı zamanda Müslümanların cihan hakimiyeti de gönüllere yerleştiriliyordu. Öyle ki çok defa bu mânevî hakimiyet, siyâsî hakimiyete tekaddüm ediyor veya onun temelini teşkil ediyor ve inkişafını sağlıyordu.(9) Görülüyor ki, saf ve samimi bir Türkmen Dervişi olan ve Sûfiyâne telâkkîlerinde hemen doğrudan Mevlânâ'nın tesirinde kalan(10) Yûnus Emre, Anadolu ve Rumeli sahasındaki, hatta Azerbeycan'daki Türkler üzerinde yüzyıllardan beri büyük bir nüfuz icrâ etmiş ve şöhreti zamanın bütün inkılâplarına galebe ederek, bugüne kadar yaşamıştır.(11)
Öte taraftan, Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve gelişmesi esnasında Batı Anadolu ve Trakya'da, Bektâşîler de mevcutlu. Hacı Bektaş Velî'nin kurduğu "Bektâşî Tarîkatı"nın ve Bektaşî "Baba"larının da, sınır boylarında göçebeler ve yerli halk üzerinde büyük etkileri oluyor ve Hristiyan halkının ihtidâ ettirilmelerinde önemli rolleri görülüyordu.(12)
Osmanlılar, mutasavvıfların ve tarîkatların bu faaliyetleri yanında, Devlet Siyaseti olarak da, Anadolu'da ve Balkanlarda fethettikleri yerlerin halklarının dînî inanç ve kanaatlarına karışmayarak (zor kullanmadan), onlarla kaynaşıyorlardı. Eski idarecilerin ağır vergileri altında ezilen yerli halka, -o vergilere nisbetle daha hafif olan- sadece "cizye" uyguluyorlardı. Bu hareketleri, bu bölgelerde kolayca yayılmalarına yardım ediyordu. Ayrıca, Ortodoks Mezhebinden olan Balkan Halklarına, Katolik Mezhebine girmeleri için baskı yapan ve ölümle tehdit edenlere karşı, dînî hislere ve vicdanlara hürmet göstermeleri, Ortodoks olan yerli halkın, Osmanlı idaresini severek tercih etmelerinin başka bir sebebini teşkil ediyordu.
Özetle söylemek gerekirse, XI-II. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu'da ve Rumeli'de tasavvuf hareketi canlıdır. Mutasavvıflar aktiftir. Devlet adamları halkla bütünleşmişlerdir. Müslim, gayrımüslim bütün insanlara hizmet sunma yarışındadırlar. Mevlânâlar, Yûnuslar, Hacı Bektaşlar, Şeyh Edebâlîler, Emir Sultanlar ve daha niceleri Anadolu ve Rumeli'nin "Bir Allah" inancı etrafında birleşmeleri uğrunda fikren ve fiilen bütün güçleriyle gayret etmişlerdir. İslâm inancını ve İslâmî kültürü yerli halka tanıtmak ve hepsinden önemlisi, "iyi numûneler teşkil etmek" sûretiyle, onların Müslümanlaşmalarını kolaylaştırmışlardır.
Dipnotlar : (1) Bkz. Müneccimbaşı Tarihi, I..44-45; Oruç Beg Tarihi (Hzr. Atsız), 24-25. (2) Bkz. Âşık Paşa-zâde Tarihi, 6; Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, 21-22; İbn Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, l.Defter 92-95; Neşrî Tarihi (Kitâb-i Cihannümâ), 1.81-83; Oruç Beg, 24-26; Müneccimbaşı 1.46. (3) Mustafa Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, ll.baskı, İst. 1980, sh.147. (4) Neşrî, 1.89; Âşık Paşa-zâde, 12. (5) Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Sürgünler, İ.Ü.İktisat Fakültesi Mecmuası, c.11, No:1-4, sh.534; Ayrıca bkz. Ahmet Dabbağoğlu, Tasavvuf ve Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Hareket Dergisi, Ağustos 1973; Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1982, sh.186-191. (6) Bkz. Ömer Lütfi Barkan, agm. sh. 544. (7) Zeki Velide Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, ll.baskı, İst. 1970, c.l.sh.371. (8) Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, III. baskı, Ankara, 1976, sh. 301. (9) Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, İst. 1969.C.II.sh.186-187. (10) Fuat Köprülü, age.sh.305,312-313. (11) age.sh.285. (12) Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu, Ankara, 1972, sh.172
Kaynak: Mustafa Öcal, Altınoluk Dergisi, Sayı: 7
YORUMLAR