Ancak Müslümanlar Olarak Can Verin
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde, İbrahim (a.s.) ve müslüman olarak ölmenin ehemmiyetinden bahsediyor.
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bereket olarak üç İhlâs bir Fâtiha okuyalım; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytʼin, ashâb-ı kirâmʼın, enbiyâ-i izâmʼın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine, bütün İslâm dünyası, hâssaten vatanımız, milletimiz için hayır, bereket, rûhâniyet olması, diğer taraftan mazlumların, şehîd edilen müslüman kardeşlerimizin, ümmet-i Muhammedʼin selâmetine vesîle olması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak insanoğlunu mükerrem yarattık, üstün yarattık buyuruyor. Yani mükerrem olacak, üstün olacak, insanoğluna Cenâb-ı Hak vasıflar veriyor.
Melekleri de Cenâb-ı Hak yarattı. Melekleri nurdan yarattı. Onlar Cenâb-ı Hakkʼa itaat hâlinde, ibadet hâlinde. Onlar nurdan yaratıldı. Onların bir günah işlemeye iktidârı yok.
Diğer taraftan hayvanlar yaratıldı. Bunlar da ancak nefsânî arzularını tatmin, yemek-içmek… Hayatları da hayvanâtın bu şekilde… O da insanlara bir hizmet için, ibret için Cenâb-ı Hak yarattı.
İnsan, ikisinin ortasında. Cenâb-ı Hak insana mükerremlik vasfı veriyor. Nefsânî arzuları bertaraf edecek, yani diğer mahlûkatla olan müşterek vasıflarını bertaraf edecek, Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak. Nurdan yaratılan meleklerin daha ötesine geçecek. Bu şekilde Cenâb-ı Hakʼla dost olacak.
Meleklerin en üstünü Cebrâilʼdir. Mîracʼda “Sidre-i Müntehâ”ya gelince:
“‒Yâ Rasûlâllah! Sen devam et.” dedi. “Benim burası son noktam.” dedi.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, bu şekilde meleklerden daha üstün hâle gelebilmeyi, bu şekilde Cenâb-ı Hakkʼa bir dost olabilmeyi, nasıl bir tertemiz olarak dünyaya geldik ve tertemiz olarak dünyadan gitmemizi, huzûr-i ilâhîye o şekilde varabilmemizi, Cenâb-ı Hak öyle arzu ediyor.
İnsanı mükerrem yarattı. Muhteşem olan Cennetʼe dâvet ediyor. Dâruʼs-Selâmʼa/Cennetʼe dâvet ediyor.
Mevzuumuza gelince:
İki dînî bayramımız var. Birincisi Ramazân-ı Şerîf bayramı. Takvâ üzere yaşanan, riyâzat üzere yaşanan, nefsânî arzular bertaraf edilmiş, imkânlar da, helâller de riyâzat üzerine yaşanıyor Ramazân-ı Şerîfʼte. Cenâb-ı Hak Kadir Gecesi ihsân ediyor. Takvâ hâlinde yaşanan bir mevsimin sonunda Cenâb-ı Hak bir bayram hediye ediyor. Yani bir şehâdetnâme olmuş oluyor.
Hayatımızın bir Ramazan hâlinde geçebilmesi… Yani bir takvâ hayatı üzerine Ramazân-ı Şerîfʼimizin devam edebilmesi.
İkinci olarak; Kurban bayramı, yaşadığımız bayram.
Bu da, kurbanın mâhiyeti nedir? Niçin kurban kesiliyor? Niçin Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-ʼa kurbanı gönderdi? Neyin mukâbilinde gönderdi?
Demek ki kurban üzerinde düşünmemiz lâzım. Kurban da bir fedakârlık… Bu bayram bize İbrahim -aleyhisselâm-ʼı hatırlatıyor.
İbrahim -aleyhisselâm- putperest bir kavimle mücâdele etti. Babası da putperestti, babasıyla da mücâdele etti. Tevhîdi yaşamak, yaşatmak için büyük fedakârlık gösterdi.
Maldan fedakârlıkta bulundu, Cenâb-ı Hak çok mal verdi. Malından fedakârlıkta bulundu.
Candan fedakârlıkta bulundu. Nemrudʼun ateşine girmeye, tevhîdi korumak için râzı oldu.
Evlâttan fedakârlıkta bulundu.
“Halîlullah/Allâhʼın dostu” oldu.
Cenâb-ı Hak okunan -ikinci-, Sâffât Sûresiʼnde de, Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-ʼı tebrik ediyor.
“‒İbrahim! Bu zor bir imtihandı.” diyor. “Açık ve zor bir imtihandı.” diyor. “Sana bir nam verdik.” buyuruyor. Seni tebrik ederiz, buyuruyor. “Selâm İbrahimʼe!” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 103-108)
Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-ʼı bize bir misal veriyor. Biz de İbrahim -aleyhisselâm-ʼın, Rasûlullah Efendimizʼin o fedakârlığına ne kadar rastlayabilirsek…
Velhâsıl dünyaya biz âhiret için geldik. Hepimiz âhiret yolcusuyuz. Bir imtihan dünyası içindeyiz. Bu da bir sefere mahsus imtihan.
Velhâsıl İbrahim -aleyhisselâm- can imtihanında fedâ-yı cân ederek tevekkül ve teslîmiyet, rızâ hâlinde ateşe atıldı. Nemrudʼun ateşine girdi. Nemrutʼla mücadele etti. Nemrut kendisini tanrı olarak îlân ediyordu. O da Nemrudʼun tanrılığına karşı çıkıyordu. Tevhîdi müdâfaa ediyordu. Bu sebepten, ateşe atılmasına karar verdiler. Bir ay kadar ateş yakıldı. Hattâ üzerinden bir kuş geçse, kuş düşüyordu, o kadar şiddetli…
İbrahim -aleyhisselâm- mancınıkla ateşin önüne getirildi. Tevhîdi müdâfaa hâlindeydi. Hiçbir teessür alâmeti yoktu üzerinde. Cenâb-ı Hakkʼa bir teslîmiyet, bir sürur hâlindeydi. Ateşe atıldı. Ateş gülzâra, bir gül bahçesine döndü. Cenâb-ı Hak ateşe tâlimat verdi:
“…Ey nâr (ey ateş)! İbrahimʼe serin ve selâmet ol.” (el-Enbiyâ, 69)
Candan imtihan gördü. Yani canını verdi, gerçek canı buldu.
İkinci olarak; çok malı vardı. Cömertliği had safhadaydı. Bu sevinç ve huzurla infak ediyordu.
Allah onun bu infâkına, bu cömertliğine bereket verdi. Hattâ dâimâ denir: “Halil İbrahim bereketi Allah versin!”
Sarf ettiğinin misli mislini, misli mislini Cenâb-ı Hak ihsân etti.
En son, bir evlâdı kaldı. Evlâdı, âyet-i kerîmede; uslu bir yavru Cenâb-ı Hak verdiğini bildiriyor.
İbrahim -aleyhisselâm-ʼla bir dolaşır hâlde. Herhalde dokuz, on, on bir yaşlarında. İbrahim -aleyhisselâm- bir rüya görmüştü. Daha evvel söz verdi:
“‒Yâ Rabbi! Bana bir erkek evlâdı verirsen, onu Sana kurban edeceğim!”
Tevriye günü, yani arefe gününden bir gün evvel, rüya gördü:
“‒Verdiğin sözde sebat et, kurban et!” buyruldu.
Arefe günü ikinci rüyayı gördü. Bayramın biri üçüncü rüyayı gördü. Annesi Hâcer Vâlidemizʼden gidip teslim aldı.
“‒Ne yapacaksın?” dedi.
“‒İsmâilʼi bir Dostʼuma götüreceğim.” dedi. “Yıka dedi, süsle dedi, bir Dostʼuma götüreceğim.” dedi. “Bir de bıçak ver.” dedi.
“‒Bıçağı ne yapacaksın?” dedi.
“‒Onunla bir Dostʼuma kurban keseceğim.” dedi.
Zannetti o da, bir hayvan kurban kesilecek.
Beraber devam ettiler, kurban mahalline doğru. Yolda bugün şeytan taşlanan yerde şeytan geldi:
“‒İbrahim dedi, senin gördüğün rüya, şeytânîdir dedi, bâtıldır dedi. İnsan evlâdını keser mi?” dedi. O da taşladı.
İsmâil -aleyhisselâm-ʼa döndü:
“‒Seni baban kesmeye götürüyor, çocuk!” dedi. O da taşladı.
Bir rivayette Hâcer Vâlidemiz de aynı durumda oldu.
Bununla Cenâb-ı Hak bize bir teslîmiyeti bildiriyor. İşte şeytan taşlama, oradan bize gelen bir telkin. Dâimâ; “اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” diyoruz.
Sırf şeytan taşlama Hacʼda değil, hayatın her safhasında şeytanı taşlayabilmek… Neyle? Amel-i sâlihlerle taşlayabilmek… Aksi hâlde -Allah korusun- amel-i seyyie ile şeytan bizi taşlar.
Velhâsıl, baba-oğul yürüdüler. Gökte melekler:
“‒Yâ Rabbi! Bu ne dehşetli hâl! Bir peygamberin, istikbalde peygamber olacak bir kişiyi kurban edilmeye gönderiyor.”
Melekler bir dehşet içinde kaldı. En son o kurban mahalline gelince, âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, yatırdı. Bıçağı boynuna koyunca, baba-oğul vedâlaştılar.
“‒Baba, gözümü bağla.” dedi. “Belki babalık merhametiyle beni kurban edemezsin.” dedi. “İnşâallah Cenâb-ı Hakkʼın huzurunda âhirette buluşacağız.” dedi. Baba-oğul vedâlaştılar.
Bıçağı tam boynuna koyduğu zaman İbrahim -aleyhisselâm-, o zaman koç indi. Cenâb-ı Hak:
“‒İbrahim, sana selâm!” buyurdu. “Bu zor bir imtihandı, sana selâm olsun!” dedi. “Sana bir nam verdik.” buyurdu. (Bkz. es-Sâffât, 103-108)
İşte bu nam devam ediyor, her tahiyyattan sonra İbrahim -aleyhisselâm-ʼa salevât-ı şerîfe getiriyoruz.
Mevlânâ Hazretleri de buyuruyor ki:
“Sen sakın keçinin gölgesini kurban etme!” diyor. “Bu işi de bir kasaplık günü zannetme.” diyor. “Kebap yeme, et yeme günü zannetme.” diyor. “Kurbanın hakikatine in.” diyor. “Sen ne kadar hayatında İbrahim -aleyhisselâm-ʼa benzer bir fedakârlık içindesin.” buyuruyor.
Burada, İbrahim -aleyhisselâm-ʼda, insanın-beşerin, kalbinde bulunan üç tane taht vardır. Malını çok sever. Kendini çok sever. Evlâdını çok sever; devam eden parçasıdır. Üç tane fânî taht yıkıldı. Cenâb-ı Hakkʼın, kalp, mazharı oldu.
Velhâsıl, bu iki bayram, bize bir takvâ bayramı, Ramazân-ı Şerîf bayramı. Onu hayatımız boyunca devam ettirmek…
İkincisi bu fedakârlık bayramı. Cenâb-ı Hak on yerde “mallarıyla, canlarıyla”, buyuruyor. Demek ki Cenâb-ı Hak malı niye verdi bize, canı niye verdi? Malı nasıl kullanacağız, canı nasıl kullanacağız? İki yerde de “imtihan edilmek üzeresiniz” buyuruyor. On iki yerde Cenâb-ı Hak bize “malımızla, canımızla” (ilgili) bir îkaz hâlinde.
İnşâallah hayatımız, bu iki bayram, fedakârlık bayramı, riyâzat bayramı Ramazân-ı Şerîf bayramı, ömrümüz boyunca devam eder. Neticesinde bir son nefes bayramına geleceğiz. Hepimizin başından geçecek bir son nefes bayramı olmuş olacak.
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
(“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102])
Başka türlü ölmeyin, buyuruyor. Sakın ha ölmeyin, ancak müslümanlar olarak can verin, buyuruyor.
Elhamdülillah dünyaya lûtuf, bir bedel ödemeden -elhamdülillah- hidâyet üzere geldik. Müslüman olarak geldik. Bir bedel ödemedik. Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu. Bir Budist olarak da başka bir dinden de gelebilirdik. Bu Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfu. Fakat Rabbimiz bizim müslüman olarak can vermemizi arzu ediyor. Onun için Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun. Ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Yine diğer bir âyette, Muhammed Sûresiʼnde:
“Eğer siz, Allâhʼa yardım ederseniz (yani Allâhʼın dînini yaşarsanız, Allâhʼın dînini yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.
Velhâsıl bu Ramazân-ı Şerîf bayramı ve kurban bayramı (fedakârlık bayramı), hayatımız o şekilde devam edecek. -İnşâallah- bir son nefes bayramını Cenâb-ı Hak ihsân eder. Bu da bir sefere mahsus. Tekrarı da yok. Onun için her geçen zamanımız çok kıymetli.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Allâhʼın nîmetlerini saymaya kalkarsanız onu sayamazsınız…” (İbrahim, 34)
Bu nîmetlerin en mühimi de hidâyet nîmeti, müslüman olarak dünyaya gelebilmek.
Dünya verilse dünyada kalacak, dünya da infilâk edecek. Fakat insanın ömrü… Biten bir ömür yok insan için. Ancak bu “ölüm” diyoruz. Ölüm, bir kılıf değiştirme…
İnsanın iki yapısı var. Bir türâbî yapısı var, yani bir topraktan gelen bir yapımız var. Toprakla gıdalanıyoruz. Vefat ettikten sonra da yine beden toprağa dönüyor.
Yani bir ibretle bakarsak, bir tefekkürle bakarsak, şu bastığımız toprağın üzerinde, bizden evvel gelen milyonlarca insanın toprağa dönmüş cesetleri üzerinde dolaşıyoruz. Yani üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi bastığımız toprak, bizden evvelki milyonlarca nesil… Cenâb-ı Hak hep tefekküre davet ediyor.
Yine düşünürsek, yine bizden sonra kıyâmete kadar gelecek nesillerin nüvesi de o toprakta. O topraktan meydana geliyor. O topraktan çıkanlarla geçinecek. Yine son nefesten sonra bu bedenler tekrar toprağa dönecek. Hayat, ibret, bu türâbî (toprağa mensup) husûsiyetimiz var. Bu bedenimiz, bir kılıf. Rûhumuza bir kılıf. Çünkü imtihan olmamız bizim, namazımız, ibadetimiz, hizmetlerimiz, bu bedenle oluyor. Fakat imtihan bittikten sonra, son nefesten sonra bu bedenin hükmü kalkıyor. Ruh bu bedenin içinden çıkıyor. Beden fonksiyonunu kaybediyor. Tekrar toprağa dönüyor, geldiği yere dönmüş oluyor.
İkinci yapımız var bizim. O da rûhânî yapımız. Bu da Cenâb-ı Hakkʼa mensup olan yapımız. Cenâb-ı Hak:
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Ona ruhumdan üflediğim zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Kendinden kuluna istîdatlar veriyor. Kul bu istîdatları tekâmül ettirecek. Hayvânî duyguları, nefsânî arzuları bertaraf edecek, Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Ve bu dost olduktan sonra Cenâb-ı Hak onu Dâruʼs-Selâm/Cennetʼe davet ediyor.
Bizden hayatın her safhasına yansıyan bir İslâm şahsiyeti isteniyor. Bizden, îtikad isteniyor, îman isteniyor. Aşk ile yaşanan bir îman isteniyor. Sarsılmayacak, bozulmayacak, eskimeyecek, dâimâ canlı kalacak bir îman isteniyor. Cenâb-ı Hak bunun Kur'ân-ı Kerîmʼde misallerini veriyor.
Eskiden Firanvunʼun sihirbazları nasıl bir îmâna geldi? Îmânı, tevhîdi korumak için nasıl fedakârlığa girdi? Kolu-bacağı kesilmesine râzı oldu. Sırf îmânından bir tâviz vermemek için.
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (ki bir tâviz vermeyelim), müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler.
Bu îmânı bize Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmʼinde bildiriyor…