Ankebût Suresi 46. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Ankebût Suresi 46. ayeti ne anlatıyor? Ankebût Suresi 46. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Ankebût Suresi 46. Ayetinin Arapçası:

وَلَا تُجَادِلُٓوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُٓوا اٰمَنَّا بِالَّذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلٰهُنَا وَاِلٰهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Ankebût Suresi 46. Ayetinin Meali (Anlamı):

Zulme batmış bulunduklarından dolayı kendileriyle iyi münâsebet kurulması mümkün olmayanları dışında Ehl-i kitap ile en güzel yolla mücâdele edin. Onlara şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da tek olan Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız.”

Ankebût Suresi 46. Ayetinin Tefsiri:

Mekke’de az da olsa bir kısım yahudi ve hıristiyan olan kimseler vardı. Fakat onlar maddi güç ve siyâsi otorite yönünden zayıf idiler. müslümanların onlarla münâsebetlerinin düzenlenmesi gerekiyordu. Diğer taraftan Mekke’de müşriklerin baskıları karşısında çok zor durumda kalan müslümanlar hicret etmeye yönlendiriliyordu. Nitekim bu sûrenin 56. âyetinde bu teşvik açıkça yer almaktadır. O dönemde Habeşistan, müslümanların hicret edebileceği tek emin yerdi ve o sıralarda hıristiyan yönetiminde bir ülkeydi. Sonra da Medine’ye hicret edeceklerdi. Orada da iktisâdî ve siyâsî yönden çok güçlü yahudi kabileleri vardı. Bu sebeple burada müslümanlara, öyle bir durumla karşılaştıklarında Ehl-i kitap ile münâsebetlerinin nasıl olacağı ve onlarla nasıl mücâdele edecekleri öğretilmektedir.

Âyet-i kerîmede Ehl-i kitap iki gruba ayrılmaktadır:

  İnsaflı olanlar,

  Zulmedenler.

İnsaflı olanlarla en güzel yolla mücâdele edilecektir. Mesela kabalığa incelikle, sertliğe yumuşaklıkla, öfkeye hilimle, gevezeliğe nasihatla, şiddete vakarla karşılık verilecek; hak ve gerçek deliller açıklanacak ve bu deliller onların anlayacağı şekilde izah edilecektir. Tartışmaya ihtilaflı noktalardan değil, ortak ve üzerinden anlaşmaya varılmış noktalardan başlanacaktır. Bu noktalardan yola çıkarak, muhatabın yanlış olan görüşleri düzeltilmeye çalışılacaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, en güzel mücâdelenin nasıl olacağını tarif ederek: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da tek olan Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız” denilmesini istemekte, onları iki taraf arasındaki ortak noktada buluşmaya davet etmektedir. (bk. Âl-i İmrân 3/64, 84) Çünkü tebliğ eden kişinin asıl maksadı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. Yoksa o, tek gayesi karşısındakini yenmek olan bir pehlivan gibi davranamaz. Daha çok, yapacağı hatalı bir müdahaleyle hastasının daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu olabildiğince az problem çıkararak iyileştirmeye çalışan mahâretli bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Ehl-i kitap ile yapılacak tartışmalar için verilmiştir. Fakat bu usul, dini tebliğ etme hususunda herkes için geçerli genel bir talimattır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Bir mücâdeleye girmen gerektiğinde, söz ve davranışında daima daha güzel olanı tercih et.” (Nahl 16/125)

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. O zaman göreceksin ki, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan, sımsıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet 41/34)

Fakat onlardan zulmedenlerle mücâdele daha farklı olacaktır. Bunlar gerçeği kabul etmeyip, haksızlıkla inada ve aşırılığa sapan, mesela hâşâ “Allah’ın oğlu var” (bk. Tevbe 9/30) diyerek veya “Allah’ın eli bağlı ve sıkıdır” (Mâide 5/64) gibi sözler söyleyerek küfürde ısrar eden ve büyüklük taslayanlardır. Bunlarla da sertliğe sertlik, kaba kuvvete kaba kuvvet, savaşa savaş şeklinde hallerine uygun bir biçimde müdafaa yapmak gerekir. Şâirin şu sözü onlarla yapılacak mücâdeleyi çok güzel hülâsa eder:

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir.

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.

Şurası bir hakikattir ki:

Ankebût Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Ankebût Suresi 46. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.