Anne-Babanın Miras Bırakma Mesuliyeti Nedir?
İslam’a göre anne-baba, çocuklarına miras bırakmak zorunda mıdır? İnsan ölümünün yaklaştığını hissettiğinde malını, mülkünü tasfiye ederek mi âhirete gitmeli? Çocuklarımızın âhiret endişesini taşımak ne demektir?
“Bir Müslümanın geride mîras bırakmak gibi bir gayreti olmalı mıdır?”
Bu yazımızda bu suâlin cevabı etrafında hasbihâl edelim istiyoruz:
Dünyaya gelen her insan, kendisine takdir edilen ömrü yaşayıp bu âlemden göçer. Cenâb-ı Hak, ömrü boyunca ona çeşitli nimetler ikram eder. Vefat ettiğinde, bunları yanında götüremediği için geriye kalan şeyler olur.
Hadîs-i şerifte ifade edildiği üzere;
“Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder:
- Çoluk-çocuğu,
- Malı ve
- Ameli.
Bunlardan ikisi (tabut mezara konulduktan ve ölü defnedildikten, üzerine toprak atıldıktan sonra) döner, biri kalır.
Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle baş başa) kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5) Binâenaleyh;
Geriye mîras olarak çocuklarımıza bıraktığımız şeyler söz konusudur.
“Ölüm hak, mîras helâl…” diye bir söz vardır.
Hayatın her safhasını tanzim eden dînimiz, vefat eden bir kişinin mâ-melekini kimin hangi nisbetlerle alacağını da «ferâiz / mîras» ilmi ile belirlemiştir.
Çoğunlukla, mîras hep eş ve zürriyete kalır gibi düşünülür. Hâlbuki ölümün yaşı yoktur, her yaşta gelebilir. Vefat edenin; usûlü / kökleri dediğimiz, yani annesi, babası, hayatta iseler dedesi ve nenesi bile o kişiye mîrasçı olabilir. Mevzumuz bu değil. Fakat şu hususu dikkatinize arz etmek isterim: Bir vefat gerçekleştiğinde mutlaka İslâm’ın mîras ölçüleri sorulup öğrenilmelidir.
Binâenaleyh, herkes öldüğünde geriye bir şeyler bırakır. Hele de günümüzde vefat edip geride bir şey bırakmayan pek nâdirdir.
Evet; geride bıraktığı elbisesi, ayakkabısı vs. belki günümüz insanı için mîras olarak değerlendirilmez. Çoğunlukla ölenin eşyalarını atıveriyorlar. Keşke bir garibana verilse… Ancak o da nasip olmuyor.
Mîras denildiğinde daha çok; apartman dairesi, arsası, tarlası, bahçesi, arabası, birikmiş parası vs. bu tür şeyler kastediliyor.
Bir insan bu dünyaya Allâh’a kulluk vazifesini yerine getirmek üzere gelir. Elbette kulluk vazifesinin içerisinde evlenip, çoluk-çocuğa karışıp onların nafakalarını temin etmek için çalışmak da vardır. Nihayetinde Cenâb-ı Hak yeryüzünün yaşanabilir hâle getirilişini de yeryüzünde kendisinin halîfesi olan müslümanlara bir vazife olarak yükler. En nihayetinde yeryüzü dediğimiz şu dünya hayatı, âhireti kazanabileceğimiz bir ticarethânedir bizim için. Âhirete tamamen burada kazandıklarımızı götürüyoruz. Hani meşhur bir kıssadır;
Behlül Dânâ;
“–Cehennemden geldim!” deyince sorarlar:
“–Orada ateş yok muydu? Yanmadın mı?”
“–Yok!” der.
“–Nasıl olur?” dediklerinde, mesajını verir:
“–Dediler ki bana;
«Herkes cehenneme kendi odununu, kendi ateşini, kendisi götürüyor.»”
Yani cehenneme gidiyorsa bir insan, dünyadan ateşini götürüyor; cennete gidecekse de cennet nimetlerini buradan kazanıp da âhirete havale ediyor.
İşte yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif dikkatimizi bu noktaya çekiyor:
Ölen birinin «ne bıraktığını» merak ediyoruz. Hâlbuki asıl mesele «ne götürdüğü!..»
Evet, âhiret kazancını elde etmeye çalışırken dünyaya ait birtakım birikimlerimiz de söz konusu olabiliyor. Yani «maksud li-zâtihî / asıl maksat» dünyada mal biriktirmek değil, fakat dünyada mal-mülk edinme gayesine bağlı bir gayretin neticesi olmaksızın da malımız oluyor. Ölünce de Cenâb-ı Allah kime ne takdir etmişse onun bir tecellîsi olarak bizden sonrakilere kalıyor.
Yani oturduğun bir evin vardı. Öldükten sonra senin mîrasçılarına kalıyor. Kullandığın bir araban vardı. Senden sonrakilere kalıyor.
Yani evlâtlara daha doğru ifadesiyle vârislere, daha fazla mal bırakmak için hususî bir gayrete gerek yok.
HİÇ Mİ BIRAKMAMALI?
Burada sorulması gereken doğru soru belki de şu:
İnsan ölümünün yaklaştığını hissettiğinde malını, mülkünü tasfiye ederek mi âhirete gitmeli?
Yoksa elindeki malına, mülküne dokunmayıp; «Benden sonra benim mîrasçılarım da bunlardan istifade ederler.» diye bırakmalı mı? Hangisi daha uygun?
Hâdiseye bu yönüyle baktığımızda, asr-ı saâdette bunun cevabını buluyoruz:
Aşere-i mübeşşereden yani cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Sa‘d İbn-i Ebû Vakkâs -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ziyaretime geldi. Ona;
«–Yâ Rasûlâllah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mîrasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?» diye sordum. Hazret-i Peygamber;
«–Hayır!» dedi.
«–Yarısını dağıtayım mı?» dedim. Yine;
«–Hayır!» dedi.
«–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Rasûlâllah?» diye sordum.
«–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok.
Mîrasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır.
Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken hanımının ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz, 36, Vesâyâ, 2; Müslim, Vasıyyet, 5)
Peygamberimiz, gerekçesini de ifade buyuruyorlar:
“Mîrasçılarını ihtiyaçsız bir şekilde bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır.”
Yüce Rabbimiz de şu âyette, geriye fakir ve muhtaç evlât bırakma endişesini, haklı bir endişe olarak vasfetmektedir:
“Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde (hâlleri ne olur) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler; Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (en-Nisâ, 9)
Hazret-i Ali de kendi kabîlesinden bir adamın yanına hasta ziyareti için gitmişti. Bu arada hasta kimse;
“–Vasiyet edeyim mi?” diye sormuş, Ali -radıyallâhu anh- da şöyle cevap vermişti:
“–Hayır! Sen fazla mal bırakmadın. Bu yüzden bu malını çocuğuna bırak!” (Dârimî, Vesâyâ, 5)
Buradan anlıyoruz ki asıl olan şu dünya hayatında «kifâf-ı nefs» dediğimiz ölçüdür, yani insanın kanaati ile yaşamasıdır. İfrâta, lükse ve cimriliğe kaçmadan tüketebildiği ile yaşamasıdır. (Bkz. el-Furkān, 67)
Kendisinden sonra gelecek olan evlâd ü ıyâlinin de kimseye muhtaç olmadan hayatlarını devam ettirebilecekleri bir varlığa sahip olmalarını istemek bu mânâda tabiîdir.
Fakat bu duygular, bizi infaktan, maddî imkânlarımızla âhireti aramaktan alıkoymamalıdır. «İnfâk edersem, hayır-hasenat yaparsam, evlâtlarıma bırakmam gereken malı azaltmış olurum!» şeklindeki bir düşünce İslâmî değildir. Hattâ buna işaretle hadîs-i şerifte;
“Evlâtlar, (dünya endişesine fazla dalanlar için) cimrilik ve korkaklık sebebidir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3) şeklinde bir îkaz vârid olmuştur.
MÂNEVÎ MÎRAS
Unutmamalıyız ki;
Bir babanın, bırakacağı en önemli mîras, edepli, terbiyeli, Allâh’ın dîni üzere yetiştirmeye gayret ettiği evlâtlarıdır. En önemli mîras budur.
Eğer bu mânevî mîrâsı bırakabilmişsek, onlara az veya çok mal bırakmamız o kadar da önemli değil.
Ama bu en önemli mîrâsı bırakmak nasip olmuşsa; onlara bıraktığımız mal, mülk ve servetten de mânevî istifademiz olur. Çünkü terbiye ettiğimiz sâlih evlâdın işleyeceği sâlih ameller, bizim de amel defterimize yazılır. Ama tam tersini de düşünelim:
Vârislerimiz; bizim bin bir emekle topladığımız malı, Allâh’a isyanda kullanacaksa; o zaman onlara bıraktığımız malın, mülkün vebâlini de üzerimize almış oluruz.
Bir anne-baba evlâdını Allâh’ın dînine, Peygamber’in sünnetine göre yetiştirmeye gayret etmeli, onların îmanları ve terbiyeleri ile alâkalı her dâim endişe içerisinde olmalıdır.
Lâkin biz kendi îmânımızı teminat altına alamayız ki çocuklarımızın îmânını garanti altına alabilelim. Bu ne mümkün! Bu sebeple bütün peygamberlerin yaptığı duâlardan bir tanesi şudur:
“Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101)
Elhamdülillâh Müslümanız, elhamdülillâh îmânımız var ama yarın ne olacağını bilmiyoruz. elhamdülillâh evlâtlarımız bugün için iyi insanlar ama ileride evlendiklerinde; iki nesil, üç nesil sonra ne olacağını bilmiyoruz.
EVLÂTLAR HAKKINDA ŞEFKAT VE ENDİŞE
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah cennetliklerin birbirleri ile konuşmalarını ibret almamız için bize şöyle haber veriyor:
“İşte o zaman, birbirlerine dönerek (dünyadaki hâllerini) soracaklar.” (et-Tûr, 25) Meselâ;
“–Sen ne yaptın da bu cenneti kazandın?” diyecekler.
“Derler ki:
«–Daha önce biz, aile çevremiz içinde bile (ve onlar hakkında ilâhî azaptan) korkardık.»” (et-Tûr, 26)
Her anne-baba çocuğunu yetiştirmek için üzerine titrer, endişe eder, şefkat gösterir. Ama âyetteki endişeye dikkat edelim:
“Biz çocuklarımızın âhireti için endişe duyuyorduk.” diyorlar. “Şimdi çok mutluyuz, beraberiz.”
Bugün insanlar panik ataklar, depresyonlar, kaygı bozuklukları yaşıyorlar.
“Acaba ölüm bizi ayırır mı?”
Ölüm insanı sevdiklerinden ayırmaz. Ölüm bir basamak. Fânî bir hayattan, yokluk âleminden; ebedî hayata, ölümsüz bir âleme geçiş…
Âhiret penceresinden bakabilen için bu dünya, dert, kasvet dolu. Bir imtihan atmosferi. Bu dünyada çoluk çocuğumuzla, mal-mülk içinde mutlu-mesut yaşıyor olsak da; ölüm bizi ayıracaksa, bu mutluluğun bir mânâsı yok ki! Demek ki;
Öyle bir servet bırakmak lâzım ki çocuklarımıza, beraberliğimiz âhiret saâdeti içinde de devam etsin.
Tabiî biz gayret edeceğiz. Biz zaferle değil, seferle memuruz. Vazifemiz çalışmak. Neticeyi Cenâb-ı Allah verir. Nihayet O, ne takdir etmişse o olur. Ama biz elimizden gelen gayreti gösterdik mi gösteremedik mi bundan mes’ûlüz.
Çocuklarımızın âhiret endişesini taşımak ne demektir?
•Meselâ bir mürebbiyeye vereceksen, evde çocuğuna bakacak bir dadı, bir abla tutacaksan, onun dindar bir insan olmasını tercih etmelisin.
•Anaokulundan yüksek tahsile, bir okula göndereceksin; o mektep; evlâdının dînini, îmânını muhafaza edebileceği bir okul olmalı. Hocaları, arkadaşları sâlih insanlar olmalı.
•Ona Kur’ân okumayı öğretmelisin, namaz kılacağı bir ortam oluşturmalısın.
•Evlendirirken;
“–Namazını muhafaza edebileceği bir aile yuvası kurabilecek mi?”
•Kızına talip olan damadı değerlendirirken;
“–Namaz kılıyor mu bu delikanlı? Sabah namazını hangi camide kılar?”
•Oğluna gelin bakarken;
“–Namaz hassâsiyeti var mı?” diye dikkat etmelisin.
Niye? Çünkü torunlar da o evde yetişecek. Onların evlâtları da, onları takip edecek.
Çocuklarımıza bırakacağımız asıl mîras işte böyle bir mîras olmalı.
Bir namaz mîrası, güzel ahlâk mîrâsı, helâl lokma mîrâsı, gıybetsiz bir kelâm mîrâsı, ihlâs ve takvâ mîrâsı…
Bunun yanında günümüz dünyasında elimizden geldiği kadar kimseye muhtaç olmadan hayatlarını idâme edebilecekleri imkânlarımız varsa onları çocuklarımıza mîras olarak bırakırız. Yoksa da dert etmemek lâzım.
Cenâb-ı Hak, her doğanı rızkıyla beraber dünyaya getirmektedir.
Evlâtlara bırakılan nice servetler vardır ki tez zamanda saçılıp savrulmuş, yok olmuştur. Babalarından hiçbir şey kalmamış nicelerini ise Cenâb-ı Allah lutfuyla zengin etmiştir.
Hattâ onlara «mîrasyedi» denir, zorlukla kazanılmamış, kolayca elde edilmiş hazır servete konan insanlar, o parayı kolayca harcayıverirler, kıymetini bilmezler.
ŞÖYLE BİR KISSA ANLATILIR:
Evlâtları mîrasyedi olmasın diye dünyanın en zengin insanlarından biri, bütün malını vakfetmiş;
“–Çocuklarına ne bıraktın?” denilince de;
“–Ben çalıştım, çabaladım. Sıfırdan başladım. Onların da aklı var. Onlar da kendileri çabalasınlar.” demiş. Sadece şirketinden veya vakfından bir maaş bağlamış;
“–Onunla ölmeyecek kadar yaşar.” demiş.
İncelenirse, Osmanlı’da yüksek servetlere ulaşmış ulemâ ve vüzerânın da aynı tavrı sergiledikleri görülecektir. Mallarını vakfetmiş, evlâtlarına, vakfiye şartlarına uydukları müddetçe devam eden bir geçimlik bırakmışlardır.
Yeri gelmişken başka bir mîrastan bahsetmek isterim:
HAYIRLI İNSANIN HATIRI
Biliyorsunuz Kehf sûresinde Allah Teâlâ, Musa -aleyhisselâm-’ı
Hızır -aleyhisselâm-’a gönderir. Hazret-i Musa bir öğrenci olarak Hızır -aleyhisselâm-’dan eğitim alır. Hızır -aleyhisselâm-’a «ilm-i ledün» denilen Allâh’ın armağanı olan bir ilim verilmiştir, onu tahsil eder.
Üç hikmetli hâdise yaşarlar. Bunun üçüncüsünde bir köye yolları düşer. Köylülere;
“–Karnımız aç, bize yemek verin!” derler. Onlar cimri ve hasis insanlar oldukları için, yemek vermezler. Burada küçük bir parantez açmak isterim. Biri size gelip;
“–Bana para ver!” derse tereddüt edersiniz. Yani olduğu hâlde istiyor zannedebilirsiniz. Ama adam size;
“–Abi karnım aç. Şuradan bana yemek al da yiyeyim.” derse ona o yemeği alıp yedirirsiniz. Niye? Çünkü cebinde para varken biri para isteyebilir ama karnı tok iken yemek yiyemez.
Böyle bir köyün sınırları içerisinde Hızır -aleyhisselâm- çökmekte olan bir duvar görüyor ve;
“–Şu duvarı tamir edelim…” diyor. Duvarı tamir ediyorlar. Duvarı yıkılmaktan kurtarıyorlar. Musa -aleyhisselâm- da;
“–O adamlar bize yemek yedirmediler, en azından bunun ücreti olarak yemek isteyebilirdik…” diyor. Bu itiraz da talebeliği sona erdiriyor.
Sonra Hızır -aleyhisselâm- yaptığı acayip işlerin hikmetlerini îzah ederken, sıra duvara geliyor:
“–O tamir ettiğimiz duvar, şehirde yaşayan iki yetime aitti. Onların ataları sâlih bir kimseydi.” (Bkz. el-Kehf, 60-82)
Tefsirlerdeki bazı rivâyetlere göre, bu sâlih insan, yedi kuşak yukarıdaki dedeleri imiş. Demek ki;
Bir insan, sâlih bir mü’min ise, mîras olarak hatır bırakıyor. Âlemlerin Rabbi olan Allah o sâlih insanın hatırına yedi nesil sonra gelecek olan torunlarının ihtiyacını karşılıyor. Bunu bir hocaefendiden dinlerken; kendi kendime şöyle dedim:
«Demek ben sâlih bir insan olursam benim bu mîrâsımdan çocuklarım da istifade eder. Ama kötü bir insan olursam çocuklarım da zarar görür.
«İşte şu, filânın çocuğuydu…” derler. Kötü bir nam ile anılırlar.
Mevzumuzu Hazret-i İbrahim’in şu duâsını zikrederek bağlayalım:
“(Yâ Rabbî!..) Bana, sonra gelecekler içinde, hayırla anılmak nasip eyle!” (eş-Şuarâ, 84)
Rabbim hepimize güzel mîraslar bırakabilmeyi nasîb eylesin. Bizi ve zürriyetimizi îmandan, namazdan, salahtan ayırmasın. Bizi cennet-i âlâda bir ve beraber eylesin!.. Âmîn…
Kaynak: Ahmet Hamdi Yıldırım, Yüzakı Dergisi, Ağustos 2020