Annem Seherde Uyanır Kuşlar Gibi Zikrederdi
Kur’ân yolunda çektiği cefalar yeni nesillere örnek olacak, ismiyle müsemma, bu yolun yetiştirdiği kemâl ehli bir insan olan Kemaleddin Altıntaş Hocaefendi ile hayat hikayesi üzerine konuştuk.
Röportaj: Selman Tan
Cemaatinin önünde çınar misali bir hocaefendidir Kemaleddin Altıntaş Hocamız. Ömrünü canla başla Kur’an hizmetine, maneviyat hizmetine adamıştır. Tanıyanları 90 küsur yaşında olmasına rağmen hâlâ hangi hizmete çağrılırsa çağrılsın genç bir insan heyecanıyla o hizmete koştuğunun şahididir.
Kemalettin Altıntaş Hocaefendi’ye mütevazı demek onu doğru tanımlamak olmaz herhalde. Çünkü mütevazılıkda var olanla övünmeme hali vardır. Ama Kemalettin Hocaefendi’de bu da yok. Yani tam anlamıyla mahviyete bürünmüş bir Allah eri.
Hocamıza baktığımızda kendisini dualarında talep ettiği sıfatlarla muttasıf olmuş olduğunu görürüz; Alim, abid, zahid, fazıl, muhlis, arif. Küçükle küçük büyükle büyük olan, herkesin derdi ile hemdert olan, sohbeti insana ferahlık veren bir gönül ehlidir. Fakat samimiyetinin yanında üzerinde taşıdığı bir mehâbet var ki hep kendisine saygı uyandırır. Kur’ân yolunda çektiği cefalar yeni nesillere örnek olacaktır ümit ediyorum. Çünkü renkli hayat hikayesinden alınacak çok dersler var.
2009 yılında Adem Ergül, Ali Yiğit, H. Murat Karaman Bey’lerle birlikte yaptığımız sohbeti sizlere takdim ediyorum. İsmiyle müsemma, bu yolun yetiştirdiği kemâl ehli bir insan olan Kemaleddin Altıntaş hocamıza Rabb’imizden sıhhat içinde, ibadet ve hizmet ömrü nasip etmesini niyaz ediyoruz.
MANEVİ ÇEVRENİN İÇİNDE BULUNUYORUZ, ONA ŞÜKREDİYORUM
Selman TAN: Muhterem hocam, asra yaklaşmış ömrünüzde zannederim ibretler alınacak çok güzel hatıralar vardır. Müsaadenizle hayatınızı dinleyerek başlayalım.
Kemaleddin ALTINTAŞ: Bize bu imkanı tanıdığınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Cenabı Hak hepinizden razı olsun. Önce fakire sonra da sizlere rahmet okunmaya vesile olacaktır inşallah. Altınoluk’un Ümmeti Muhammed’e uzun seneler hizmet etmesini Cenabı Allah’tan niyaz ediyorum.
Elhamdülillahi alel İslam. Elhamdülillahi alel iman. Elhamdülillahi alel ihsan. Elhamdülillahillezî cealenâ min Ümmeti Muhammed’in aleyhissalâtu vesselam.
Cenabı Hakk’a hamdü senâ, Habibi edîbine salâtü selam ve Ashabına da sonsuz ihtiramdan sonra;
Bismillahirrahmanirrahim. Mâ esâbeke min hasenetin feminallah. Ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik. Ve erselnâke linnasi Rasûla. Ve kefâ billahi şehidâ.
Bu ayeti celiledeki manayı önce ifade etmek istiyorum. Çünkü insan konuşurken ya medh (övgü), ya zem (kötüleme), ya da habere ait bir şey anlatır değil mi? Konuşmalarımızda nefsimize ait bir şey söyleyecek olur isek diyorum ki; “Söyleyeceğimiz hayırlı her şey Allah’a aittir, kötülüğe dair her şeyi ise nefsimizdendir.” Onları da utanırız zaten söyleyemeyiz. Hayatımıza dair anlatacağımız şeylerden eğer nefsimize pay çıkacak bir şey varsa peşinen söylüyorum ki o Allah’a aittir.
Kıymetli kardeşlerim, biraz önce bahsettiğim Cenabı Hakk’ın lütfu ilahîlerinden birisi olarak böyle bir manevi çevrenin içinde bulunuyoruz, elhamdülillah ona şükrediyorum. Hiçbirimiz bu hayatımız için bir fatura ödemedik.
Fakir, Trabzon Araklı doğumluyum. Bize Haliloğulları derlerdi. Dedem erken vefat etmiş, yetim kalan babam ile amcam medrese eğitimi görmüşler. Amcam, babam için “Baban bu bölgenin büyük alimiydi” derdi. Babam icazet aldıktan sonra köye yeni bir ev yaptırmış ve orayı medrese olarak kullanmış. Yetiştirdiği talebeler o bölgede uzun yıllar hoca olarak hizmet etmişlerdir.
Babam Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri’nin Bayburt’daki bir halifesine intisaplıydı. Şeyhi babama çok ihtimam gösterirmiş sonra kendisine bizim bölgede hilafet vazifesi vermiş. Ayrıca Araklı’da manifatura işiyle de meşgul olurdu.
Fakir 1341 senesinde doğmuşum yani 1925’e tekabül ediyor. Babam o yıl hacca gitmek için İstanbul’a gelmiş. Hacca gitmek yasaklandığı için gidememiş ve Süleymaniye Cami’inin yanındaki Süleymaniye Medresesi’nde 40 gün erbaîne girmiş. Erbaîn arkadaşı ise Gümüşhanevi Dergâhı’nın Mehmet Zahid Kotku Efendi’den önceki şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi’ymiş.
Sonra Araklı’ya dönmüş. Döndükten bir hafta sonra abisine verdiği tefsir kitabını almak için onun evine gitmiş. Bilirsiniz Karadeniz evleri hep arazilere yapıldığı için engebeli ve aralıklıdır. Abisinin köyün yukarısındaki evinden inip gelirken vurularak öldürülüyor. Kurşun tefsirden girmiş ve vücuduna saplanmış orada vefat etmiş. O tefsir hâlâ bende durur.
Vurulma sebebini de anlatayım; Babamın teyzesinin kızının kocası seferberlikle savaşa gidiyor. 7- 8 yıl geçip dönmeyince ve genç hanımın arazisi de olunca ona birisi talip oluyor. Bizim oralarda arazi az olunca kıymetlidir. Babam “Askerde olan kişinin ölümü sabit olmadığı müddetce evlilik caiz değildir” deyip evliliği engelliyor. O tarihlerde bir başka aile de babama müracaat etmiş. Bu aile, abi askerden gelmediği için kardeşi yengesiyle evlendirmek istiyor. Babam “Bu durum şer’an caiz değildir” demesine rağmen evleniyorlar. Kısa bir süre sonra da kadının asıl kocası geliyor ve bir aile faciası yaşanıyor.
Babamın teyzesinin kızının meselesine gelince babam bakıyor ki adam ısrarcı, teyzesinin kızını himayesine alıyor. Adam evliliğine babamı engel gördüğü için vurup öldürüyor. Sonra da o hanımı almış.
Babam vefat ettiğinde 55 yaşındaydı. Ben beş aylık olarak yetim kalmışım. Üçü erkek ikisi kız beş kardeştik. Annem ise 35 yaşında dul kalıyor. Annem babamın üçüncü hanımıydı. İlk hanımından anlaşamadığı için ayrılıyor, ikinci hanımı teyzemmiş o da evli iken vefat ediyor, sonra annemle evleniyor.
Annem 35 yaşında memleketin şerefli bir insanından dul kalmıştı. Sonrasında varlıktan darlığa da düşüldü.
O zamanlar kan davası çok olurdu. Ben en küçük çocuk olduğum için babasının kanını alır diye beni çok tahrik edenler oldu. O zamanların anlayışına göre babamı öldüren adamı vurmamanın ayıbı boynumuzdaydı, özellikle benim boynumdaydı. Ben İstanbul’a gittiğim zamanlar bile tahrikler devam etti fakat Rabbim bizi o tür kötülükler yapmaktan alıkoydu şükürler olsun.
ANNEM KOMUTAN GİBİ BİR KADINDI
Anneciğim Alay Komutanı gibi bir hanımdı. (Ağlıyor) Tam bir Osmanlı hanımıydı. Üç erkek kardeş çoluk çocuk sahibi olduk ama hala annemden korkardık. Hem çok severdik, hem de otoritesinden korkardık.. Onun nezareti ile müslüman kaldık, hoca oldum. Aman kardeşler bu memlekete hizmet etmek istiyorsanız anne yetiştirin. Kızlarımızı hem islami hem insani eğitim vererek yetiştirelim. Benim böyle bir annem olduğu için ben cemiyetin önüne geçen bir hocaefendi olabildim.
Akşamları hayvan otlatmakdan döndüğümüzde bizi dizinin dibine oturtur “Önce sizi bir kontrol edeyim “ derdi. Yani sigara içip içmediğimizi kontrol ederdi. Sonra arka arkaya sorardı “Öğlen namazını kıldın mı, abdestini nerede aldın, yanında kim vardı?” Eğer bunlardan tam tatmin olmazsa başımızda durur sırasıyla öğlen, ikindi, akşam namazlarını kıldırır, yemeğimizi ondan sonra verirdi. Çocukluğumda annemin korkusundan kimseyle kavga etmemişimdir. Çünkü o hesaba çekecek. Mesela küfür eden bir çocuğu yanımıza yaklaştırmazdı.
Bu kadar fedakar olan anneciğim Trabzon’un meşhur ailelerinden Küçükibrahimoğulları’nın kızıydı. Dayılarım hocaydı, hafızdı. Şimdi soyisimleri Gürsoylar.
DON BEZİNDEN ŞAPKA
O dönemde çok acıklı şeyler yaşandı kardeşler. Erkeklerden alınan yıllık 6 liralık yol vergisi vardı. Bu vergiyi ödeyemeyenler yevmiyesi 12.5 kuruşa taş kırarlar ve vergilerini öyle öderlerdi.
Fakat bir de o dönemde çıkan şapka kanunu vardı. Erkekler şapka giymeye mecbur tutulmuşlardı. İnsanlar analarının eskimiş donlarının sağlam taraflarını keser başlarına şapka yaparlardı.
Perşembe pazarına indiklerinde jandarma onları durdurur ve başlarındaki şapkayı alır çakıyla parçalardı. Ceplerini kontrol ederdi kav var mı diye. Ağaçların gövdesinde yetişen mantar, odun külünün suyunda kaynatılır sünger gibi bir şey elde edilir, buna kav denirdi. Çakmaktaşıyla kav kullanılarak ateş yakılırdı. İşte jandarma bu kavı arardı. Sebebi, insanlar kav kullanmasın kibrit satın alsın, devlet kazansın. Tiryakiler keselerindeki kavı jandarmayla karşılaşmadan önce yolda bir taşın altına saklarlardı. Yani insanların bir kibrit alabilecek durumları bile yoktu. Şu anda geldiğimiz noktayı da anlattıklarımın ışığında bir kıyaslayalım.
Ben yol vergisini yadırgamıyorum çünkü memlekette fakirlik var, yol yapılacak, devlet vatandaşını çalıştırır kalkınmak için kullanır. Fakat şapka almak için vatandaşı mecbur tutmak neydi? Kalkınmayla ne alakası vardı?
İyi hatırlıyorum alınacak şapkanın markası S.O.S ydi. Sahibi bir yahudiymiş, fiyatı 125 kuruş. Yani 10 günlük taşkırma parası. 1 kilo fındık 13 kuruş. En fazla fındığı olanın 300 kilo fındığı olurdu ve bundan elde edeceği gelirle bir yıl geçinecek, düşünün. Yol parası, gelir vergisi var. Atlardan 30, mandalardan 40, ineklerden 20, koyun ve afedersiniz eşeklerden 10’ ar kuruş alınıyor. Halkın şapka almaya verecek parası nerede var? Eğer şapkayı almıyorsan bu sefer jandarma senin kafandaki bereyi parçalıyor. Üstelik gavur lengerini kafana takmayı istememek te ayrı mevzu. Bu kanunî bir emirdi. O dönemlerde böyle zulümler yaşadık. Sizler gençsiniz ve bugünkü hayatı hayat olarak biliyorsunuz. Ben ise 75- 80 sene öncekileri hatırlıyorum ve bunları size hatırlatmak istiyorum.
EZANLARA ZULÜM
O dönemde ezanlar hep Türkçe okutuluyordu. Ben de tangur tungur bu ezanlardan çok okudum. Büyük korku vardı. Annemin amcası köyün kahvesinde namaz kıldırırken kameti içeride arapça yapıyor. Bir CHP li şikayette bulunuyor. Bunun üzerine annemin amcasını Manisa’daki Dîvan-ı Harp’te yargıladılar. Trabzon neresi, Manisa neresi. Paçayı zor kurtardı geldi, bu insanlar korkmaz mı?
Memlekette sıtma olduğundan dolayı herkes korkusundan yazın yaylaya çıkardı. Hocaefendi yazın üç ay olmayınca kışın ezberlediklerimizi unuturuz. Bu şekilde 2- 3 sene gittik geldik. Adeta süründük. Kendi öz dayıma beni okutması için müracaat ettim. Dayım bana “Aman oğlum sen beni astırmak mı istiyorsun?” dedi. Mesela bizim komşu köylerimizden birisinde Kuranı Kerim dersi yapılırken jandarmalar odayı basıyorlar. Çocuğun elindeki Kuran’ı Kerim’i alıp hocanın ağzına basıyorlar ve dipçikle kafasına vururken “Papaz sen hala bunlarla mı uğraşıyorsun?” diye bağırıyorlar. Biz hep bunları duyuyorduk ve Kur’an eğitimimize böyle bir korku içinde devam ediyorduk. Kur’an eğitimi kelle koltukta.
Yanımdaki arkadaşım vazgeçti. Ben bir müddet bir başka köydeki hocaya devam ettim. Bu arada Çarşamba’ya gidip kış dönemlerinde imamlık yaptığımız da oldu. Eskiden her köyde Diyanet’in tayin ettiği imamlar yoktu. İmamları o köyün ahalisi tutardı.
Bu arada abilerim gidip ben de evin en küçüğü olduğum için annemle köyde yalnız kaldık. Annem dayımın kızını yanımıza aldı. Dayımın kızı benden üç yaş büyüktü, bir müddet sonra onunla evlendik.
ANNEM SEHERDE UYANIR KUŞLAR GİBİ ZİKREDERDİ
Ben askerdeyken, Alman Harbi sıralarında, hafızlığımı tamamladığım İstanbul’daki günlerimde, o fakirlik zamanlarında hep o iki kadıncağız çalıştılar bana para gönderdiler. Anneler demek ki bu kadar fedakar olabiliyormuş (Ağlıyor). Sabah namazından akşama kadar toprakta çalışırdı. Fakat buna rağmen gecenin ikisinde kalkar sabah namazına kadar kuşlar gibi çırpınarak zikrederdi. Seher vaktinde bazen köydeki kadınlar gelir sabah namazına kadar onlarla birlikte zikrederdi. Biz gaflet içindeydik. Ben annemin bu fedakarlıklarına karşı evlatlık vazifemi gereği kadar yapabildim mi yapamadım mı bilmiyorum.
Askerden önce hayatımda anneciğime iki defa yamukluk yaptım ikisinde de cezalandırıldım. O mevzu da şöyledir: O yıllarda elbise sahibi olmak büyük ayrıcalıktı. Ben de elbise almak istedim. Annem ise “Oğlum askerliğini bitir gel sana elbiseyi ondan sonra diktirelim” dedi. Ben dışarda hocalık yaptığım için nasıl olsa haberi olmaz diye iki defa takım elbise satın aldım. Birisi çalıntı elbiseymiş jandarmalar geldiler elimden aldılar o öyle gitti. Diğerini ise satın aldıktan sonra Trabzon’dan Samsun’a sekiz günde gittiğimiz bir gemi yolculuğuna çıkmıştık. O zamanlar kamara filan yok. Koyunlarla birlikte güvertede yatıp kalkıyoruz. Gemideyken yağmur yağdı gözüm gibi baktığım takım elbisem torbanın içinde ıslandı. Kurutmak için gemide bir yere astım sonra kuruyunca tekrar torbanın içine koydum. Gemiden inerken bir baktım ki elbisenin yerinde yeller esiyor.
Annemi memnun ettiğim zaman ise onun ağzından dua ne şekilde çıktı ise Rabbim aynısını vermiştir. Şundan müsterih oluyorum, bizden memnun olmuş ki şöyle dua ederdi; “Oğlum Allah gökten yağdırsın yerden topla.” Duasını hiç değiştirmedi, onun duası bereketiyle hayatım boyunca maddi, manevi hep güzellikler gördüm.
Onu kandırdığını bildiğim bir kadıncağıza yardımda bulunmamı istedi. Annemin isteğini yerine getirmek için cebimdeki bütün parayı çıkarıp son kuruşuna kadar verdim. Sonra bir baktım ki Allah o paranın yerine misliyle bereketler ihsan eyledi. Vefat edinceye kadar bizimleydi. Ömrüm boyunca hizmet ettim. İnşallah ruhu şâd olmuştur.
Askerlik zamanı geldiğinde hafızlığımda ancak 16. sayfaya gelebilmiştim. Yani yaklaşık Kuran’ı Kerim’in beşte biri kalmıştı.
Biraz önce bahsettiğim üzere hem düzenli bir eğitim yok hem de yılın önemli bir kısmı geçim temin edecek işlerimizle uğraşıyorum . O zaman medreseler kapatılmış, okul diye bir şey yok. Ben okula gidemedim. Araklı nahiye idi, orada da okul yoktu. Beşiktaş Sinanpaşa Camii’ne imam olacağım zaman ilkokul diplomasını mecbur tuttukları için Sinanpaşa İlkokulu’nda sınava girip o zaman alabildim. Okuma yazmayı önceden abilerimden öğrenmiştim. Onun için şimdiki gençliğimiz çok şanslı.
CAMİLER OT DEPOSU YAPILDI
“Nasıl şartlardan geliyoruz”u anlamanız için size bir hatıramı anlatayım.
Sene 1949. Hafızlığımı tamamlamak için İstanbul’a gelmişim. Tramvaya bindim Fatih’ten Eminönü’ne gidiyorum. Tramvayda birisinin elinde dürülmüş bir gazete var. Dürülmüş olan kısımdan büyük puntolarla “Cennet” kelimesini okudum, çok merakıma mucip oldu. Acaba gazete cennetle ilgili ne yazıyor diye çok merak ettim. İner inmez gazeteyi aldım. Cumhuriyet gazetesi, gazeteyi biliyorum. O gazeteyi herkes mukaddes kitap gibi okuyordu o zaman. Açtım ne göreyim? Beyoğlu’nda Cennet Barı diye bir bar varmış onun reklamı. Verdiğim paraya öyle bir acıdım ki, o zaman o gazete parası benim için iyi bir paraydı. Müslümanlar o günlerde Cennet’in ismini bile duymaya o kadar hasretti kardeşlerim. İslam’a ait şeylerin o kadar hasretini çekiyorduk. Siz, şimdiki nesil büyük lütuflar içindesiniz ama farkında değilsiniz.
Ben İstanbul’a geldiğim zamanlar camilerin bir çoğu askeriyeye ait ot depolarıydı. Askere gitmek için toplandığımızda bizi Sürmene’de de, İstanbul Sultanahmet’te de camide topladılar. Askerler Sultanahmet Camii’nin içinde horon tepiyorlardı. Böyle çok acıklı günler yaşandı.
Bizim zamanımızda müslümanım demeye korkardık. Şimdi müslümanların okulu da, üniversitesi de, gazetesi de, televizyonu da var elhamdülillah. Ben bunları görünce çok mutlu oluyorum. Yeter mi elbette yeterli değil daha çok olur inşallah. Burası İslam dünyasının kalbi. Bilelim ki dünya üzerindeki bütün müslümanların hakkı âlîsi, mesuliyeti üzerimizde durmaktadır. Daha çok çalışmamız lazım.
Rabbimden niyazım Allahu Taala müslümanlara helalinden çok imkan lutfetsin de onu İslam Dünyası için harcayalım ve düşmanlarımızla yarışalım.
Bu noktada çok korktuğum bir şey var onu da ifade edeyim. Müslümanların güçlü olalım derken bilerek veya bilmeyerek etrafına zulmetmesi. Allah zalimleri sevmez. Cenab-ı Hak yanılıp da bizleri zulüm işlemekten muhafaza buyursun. Mazlum, gayrimüslim de olsa Allah onun yanındadır. Allah müslümanlara çok mal nasip etsin ama o da dürüstçe hak edilerek olsun.
Kardeşler bir hayra vesile oluyorsak bilelim ki bu bizim ahiretimiz için çok büyük bir lütuftur. Bunun farkında olalım. Allah sevmediği kişiyi hayırda kullanmaz.
Allah’ın bir kişiyi sevebilmesi için ise kul olmayı bilmek lazımdır. Cenabı hak bizlere gerçek manada kul olabilmeyi nasip eylesin. Kul zannettiğimiz bir çok kişi aslında kul değildir puldur.
Medeniyetin zirvesi nedir biliyor musunuz kardeşler? Kula kullukdan kurtulmaktır. Medeniliğin taa kendisi insanın kendisinin kul olduğunu bilmesi ve onu en güzel şekilde yaşamasıdır. Asıl özgürlük, nefsinin esiri olmamaktır yani nefsani istekler peşinde koşmamaktır.
KULLUK EN BÜYÜK MERTEBE
S. TAN: Hocam kulluğu kimileri bir acziyet, çaresiz kalmış insanların psikolojisi gibi değerlendiriyor. Siz ise kulluğun insanlığın en üst mertebelerden birisi olduğunu söylüyorsunuz.
ALTINTAŞ: Gerçekte kulluk en büyük mertebedir. Fakat kulluğu doğru manasıyla yapabilmek lazımdır. Bugün Rabb’ine kul olamayan insanların çoğu maalesef bir başka insana kul olmaktadır. Veya nefsinin kulu olmaktadır ki bu insan için en büyük zillettir. Çünkü nefs insanı devamlı kötülüğe götürür.
Kul Allah’a teslim olabilen insan demektir. Gerçekten Rabb’ine kul olabilen insan bu dünyada huzuru bulur. Hatta daha doğrusu iki dünyada da mutlu olacak olan insan odur.
Kuran-ı Kerim’de Hazreti İbrahim “Ben teslim oldum” derken “Âlemlerin Rabb’ine teslim oldum” demektedir. Îman da, İslam da teslimiyetle olur. Osmanlı’da dergahların kapılarına “Ah teslimiyet” yazılarıboşuna asılmamıştır.
Kul her türlü nimeti kendisine lutfeden Cenabı Hakk’a tam manasıyla teslim olabilirse sadece af olmakla kalmayacaktır. Kendisine çeşitli manevi mülkler verilecektir.
Hatta cennete kavuşması ile de kalmayacak Cemalullah ile taltif olunacaktır. Yeter ki bizler tam bir teslimiyetle teslim olabilelim.
Teslimiyet sözle değil özle olabilen bir şeydir.
Şunu bilelim ki herkes İslamiyetten, teslimiyetine göre istifade edebilir kardeşler.
NAMAZ KILMADIM – ACI İÇİMİ KEMİRİYOR
S. TAN: Hocam askerliğinize kadar gelmiştik oradan devam edelim mi?
ALTINTAŞ: 1944 senesinde Yalova Teyyare Meydanı’nda askerliğe başladım. Askerliğimiz ırgatlıktı. Askeriyedeki meydanları, yolları yapıyorduk. O zamanlar yemekhane filan yoktu, herkesin çantasında kaşığı olur, yağmurun, karın altında karavanadan yer, kaşığı bir kağıda siler, çantamıza koyardık. Yüzümüzü meydanda biriken sulardan yıkardık. 450 kişi suyu bir kuyudan alırdık.
Belki böyle imkansızlıklardan, belki de annem üzerime çok düştüğü için o baskıdan kurtulunca sanki öc alır gibi iki ay namaz kılmadım. Ama içimde bir acı beni kemiriyor. Kendi kendime diyorum ki; ‘eğer annen bilse ki sen iki aydır namaz kılmamışsın yemin billah seni evlatlıktan reddeder.’ Bu eziklik içindeyken acemi birisi geldi. Kışın kar yağarken bile damlalığın altında namaz kılıyor. Bu sefer içimdeki vicdan azabı daha da arttı. Demek ki ‘mazerete gerek yokmuş, namaz kılınabiliyormuş’ dedim.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, 371. Sayı
RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYABİLİRSİNİZ