A'râf Suresi 156. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
A'râf Suresi 156. ayeti ne anlatıyor? A'râf Suresi 156. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
A'râf Suresi 156. Ayetinin Arapçası:
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ
A'râf Suresi 156. Ayetinin Meali (Anlamı):
“Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”
A'râf Suresi 156. Ayetinin Tefsiri:
Allah
Teâlâ Hz. Mûsâ’ya, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemek üzere kavminin en
iyilerinden yetmiş kişi seçerek belirlenen vakitte huzuruna getirmesini
emretmişti. Mûsâ (a.s.) da bunları seçip Tûr’a götürdü. Rivayete göre Hz. Mûsâ
onlardan oruç tutmalarını, yıkanıp temizlenmelerini ve elbiselerinin de temiz
olmasını istemişti. Bunlar dağa yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Mûsâ da
onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Mûsâ’ya
dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da
işitiyorlardı. Sis açılınca, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana
inanacak değiliz!” (Bakara 2/55) diyerek direttiler. İhtimal ki, bununla
“Sen işittiğimiz bu sesin Allah’ın sesi olduğunu söylüyor «nefislerinizi
öldürün» (bk. Bakara 2/54) diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz
Allah’ı göremediğimiz takdirde senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz” demek
istiyorlardı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Bakara
sûresi 55-56. âyetlerde geçtiği üzere onları yıldırım çarptı veya dağda bir
zelzele oldu; onlar da düşüp bayıldılar, hatta öldükleri rivayet edilir. Bunun
üzerine Mûsâ (a.s.) şöyle bir münâcatta bulundu:
“Rabbim!
Dileseydin bunları, buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları,
vazifelerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak
durmadıkları sırada helak edebilirdin. Beni de daha önce seni görmek isteğinde
bulunduğum zaman mahvedebilirdin. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek
isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve
bunu yapmana hiç bir engel yoktu. Ancak sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş
idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin,
görüşü zayıf beyinsizlerin; dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda
kendini tutamaz hafif akıllıların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Ne olur, bizi helak etme ya Rabbi! Bu ancak senin imtihanından başka bir şey
değildir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf senden gelen bir
mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur
sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin sana meftun oldular, duramadılar,
kendilerine hakim olamayıp daha fazlasına arzu duydular da seni görmek
istediler. Sen böyle bir imtihanla dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz
olur. Dilediğine hidâyet eder, bir hakikati anlatırsın, onun imanı kuvvet
kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin; dünya
ve âhiret işlerimizde hâkimimiz, yardımcımız, koruyucumuz ve sığınağımız ancak
sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört
ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nâil eyle. Sen bizim velimiz
olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın;
garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Tekrar
tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu
sarsıntıdan ve bu helâkten bizi kurtar. Bizim için dünyada bir iyilik yaz; bu
sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle. Hayırlı
ameller yapabilecek güzel bir hayat ihsan eyle. Şiddetten, meşakkatten ve
fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat takdir eyle. Âhirette de bize
güzel bir âkıbet ihsan buyurup, güzel güzel sevaplar yaz. Âhiret yurdumuzun da
cennet, felâh ve mutluluk olmasını değişmeyecek bir şekilde takdir buyur. Çünkü
biz sana döndük, yeniden hidâyete geldik ve tevbe ettik. Hani sen, “Kötülükler
yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu
tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir”
(A‘râf 7/153) buyurarak tevbeden sonra
mağfiret ve rahmeti kesin olarak va‘detmiştin. Biz de tevbemizin kabulü için
bütün kavmimiz namına sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı
kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem
de âhirette iyilik yaz.”
Mûsâ
(a.s.)’ın bu yakarışına Cenâb-ı Hak şöyle mukabelede bulundu:
“Benim
bir azabım vardır; dilediklerimi onunla cezalandırır, ona azabımı mutlaka
ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz. Azabımın özelliği
budur. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu,
sorumsuz, hatta «şey» adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini
kaplamış, hepsini içine almıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Rahmetimin
dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.”
Şâir
Bâkî ne güzel söyler:
“Garkede âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-ı deryâ-yı rahmet neydiğin.”
“Allah
Teâlâ’nın bir damlalık mağfireti, bağışlaması bile bütün bir kâinatı içerisine
alacak ve bütün günahları bir anda yok edecek kadar kudretli ve azametlidir.
Artık sen, o Ulu Allah’ın ilâhî merhamet deryâsının büyüklüğünü, enginliğini ve
muazzam kudretini hesâb et.”
Ancak bunun böyle olması, her şeyin ilâhî
rahmetten eşit pay almasını, işin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete
mazhar olmasını gerektirmez. Allah dilediğinde, o her şeyi kuşatmış olan
rahmeti içinden istediği kimselere azabını isabet ettirir. Kimse hükmüne ve
iradesine müdahale edemez. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın, “Bize dünyada da âhirette
de iyi ve güzel olanı takdir buyur” (A‘râf 7/156) şeklindeki duasına karşılık: “Azabım
var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır”
(A‘râf 7/156) buyurmak suretiyle, bir
taraftan ona ve onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermiş;
ancak bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mâhiyetinde,
azabının da dikkate alınmasını istemiştir. Sonra da azaptan koruyup rahmete
erdirecek iyi hal ve sâlih amellere misâl olmak üzere:
› Takvâ ehlinden
olmayı,
› Zekâtı
vermeyi ve
› Allah’ın
âyetlerine inanmayı zikretmiştir.
İbn
Abbas (r.a.)’ten rivayete göre, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) ayeti inince şeytan cesaretlenip: “Ben
de şeylerden bir şeyim” dedi. Allah Teâlâ, “o rahmeti takvâ sahiplerine....
yazacağım” (A‘râf 7/156) buyurarak
onu rahmetinin kapladığı şeyler cümlesinden çıkardı. Yahudiler ve hıristiyanlar
da: “Biz de günahlardan korunur, zekâtı verir ve Rabbimizin tüm ayetlerine
inanırız” dediler. Allah Teâlâ, aşağıda gelen ayetlerle onlardan son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanıp ona uymayanları rahmetinin sınırları dışına
çıkardı: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 108)
A'râf Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
A'râf Suresi 156. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...
YORUMLAR