A'râf Suresi 177. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

A'râf Suresi 177. ayeti ne anlatıyor? A'râf Suresi 177. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

A'râf Suresi 177. Ayetinin Arapçası:

سَٓاءَ مَثَلًاۨ الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ

A'râf Suresi 177. Ayetinin Meali (Anlamı):

Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir toplumun hâli gerçekten ne kötüdür!

A'râf Suresi 177. Ayetinin Tefsiri:

Bu ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor. Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu, kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve yere saplanıyor, çamurlara batıyor.

Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb, XV, 54)  Fakat ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.

Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:

Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış, üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor. Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir. Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)

Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle izah edilebilir:

Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.

Bir âlim, Allah rızâsını bırakıp ilmi vasıtasıyla sırf dünya malı elde etmeğe yönelirse, bu, insanlara çeşitli ilimlerini öğretmek ve kendisinin faziletlerini, şan ve şöhretini ortaya koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken dilini sarkıtır ve dünyalık elde etmeğe karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile hırsının hararetinden ötürü dilini çıkarır, sarkıtır. Böylece bu kimsenin durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.

Soluyan köpeğin soluması hiç sona ermediği gibi, hırslı olan insanın hırsı da böyle hiç tükenmez. Köpek kovsan da kovmasan da, yorsan da rahat bıraksan da soluduğu gibi hırslı insan da böyledir. Ona nasihatta bulunsan da bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Zira sapıklık artık onun karakteri olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 56-57; Ebussuûd, İrşâd, III, 293)

Hz. Mevlânâ (k.s.), Bel’am örneğinde olduğu gibi hiç kimsenin nefsin düşmanlığından emin olmaması ve nefsin görünmez zararlı yönlerine karşı son derece uyanık olunması uyarısında bulunmak üzere şu ibretli misali anlatır:

Bir yılancı, efsunları ile yılan tutmak için dağlık yerlere gitti. O, karda kışta, dağlarda iri bir yılan arayıp durmada idi. Orada pek büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü ama, şeklinden, yılancının gönlü korku ile doldu. Yılancı, halkı hayrete düşürmek için o ejderhayı aldı, Bağdat’a getirdi. Zavallı, birkaç kuruş kazanmak için o direk gibi olan ejderhayı sürük­leyip duruyordu. “Ben size ölü bir ejderha getirdim ama, onu yakalamak için çok zah­metler çektim” diyordu. Yılancı onu ölmüş sanıyordu. Halbuki ejderha diri idi. Dikkatle bakıp onun canlı olduğunu anlayamamıştı. O soğuktan, kardan donmuş, kaskatı kesilmişti. Ölü gibi görünüyordu ama diri idi. Onu Bağdat’a kadar getirdi. Çarşıda dört yol ağzında bir gürültü ko­parmak, halkı başına toplamak istiyordu.

Sonunda o yılanı aldı, Dicle nehri kıyısında bir peykenin üstüne koy­du ve kocaman bir ejderhanın getirilmiş olduğu haberi Bağdat içinde çalkalanmaya başladı. “Bir yılancı” diyorlardı, “Görülmemiş, kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş!” Yüzbinlerce ahmak toplandı. Onlar ahmaklıklarından onun gibi don­muş bir yılana av oldular. Ejderhayı görmeye gelen kişiler de, yılancı da, şehirde işini gücünü görmek için dağılmış olan halkın toplanmasını bekliyorlardı. Yılancı, seyre gelen halk çoğalsın da, eline geçecek para daha da artsın” diye düşünüyordu. Yüzbinlerce meraklı kişi toplandı. Onlar halka olmuşlardı. Herkes ayak parmaklarının uçlarına basarak boyunu yükseltiyor, ejderhayı gör­mek istiyordu. Kalabalıktan, heyecandan erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyâmet günü gibi, halkın ileri gelenleri ile câhil ve avamdan olanları birbirine karışmıştı. Yılancı yılanı sardığı kilimi kımıldattıkça, toplanan halk boyunlarını uzatıyordu.

Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha, bir takım paçavraların, kili­min altında idi. Yılancı ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle, halatlarla bağlamıştı. Fakat, halkın toplanması beklenirken iyice zaman geçmiş ve Irak gü­neşi yılanın üstüne vurmuştu. Sıcak memleketin güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğuk­luk, uyuşukluk gitmişti. Ölü sanılan ejderha dirilmiş, kımıldanmaya başlamıştı. Ejderhanın kımıldanışı yüzünden de, halkın şaşkınlığı bir iken yüzbin oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan naralar attılar. Ejderhanın kımıldanışını görünce, hepsi de bağırışarak kaçışmaya başladılar. O bağırışmalar arasında yılan iplerini, bağlarını kopardı. Kopan iplerin çatırtısı her taraftan duyuluyordu. O çirkin ejderha, kükremiş arslan gibi bağlarını kopardı ve örtülerinin altından sıyrılıp çıktı. Ejderhanın korkusundan kaçışan seyirciler arasında, bir çok kişi ayaklar altında kaldı, ezilip öldü. Yere yıkılıp kalanlardan, ölenlerden yı­ğınlar meydana geldi. Yılancı, “Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?” diye korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, kaçamadı. Ejderha yılancıyı yuttuktan sonra, kendisini bir direğe sardı ve direği sıkarak yuttuğu yılancının kemiklerini kırdı.

Bu hikâyedeki yılancı; nefsin heva ve hevesine uyan, dünyalıktan başka bir şeyi dü­şünmeyen gâfil kişiyi göstermektedir. Ejderha ise; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “nefs-i emmare”yi göstermektedir.

Mevlânâ bu misali verdikten sonra, bundan alınacak dersler hakkında şöyle der:

“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefis güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârûn’un yolunu keser! Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük bir kuv­vet hâline girer. Fakat mal mülk, yüksek mevki yüzünden nefis sivrisi­neği çaylak kesilir. Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun! Onu mat et de, mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık değildir! Çünkü üstün şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanat­lanır uçar! Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisiyle buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücahede çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her soysuz ve aşağılık kişiye nefsi zabtetmek nasib olur mu? Ej­derhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek!” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 994-1066 beyitler)

İşte Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onları hiçe sayan kimselerin örneği budur. Bu çok çirkin ve kötü bir örnektir. Bundan ibret alıp, bu gibilerden ve bunlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü hidâyet ve dalâlet Allah’ın dilemesine bağlı olup, neticede cehennem de insan ve cinlerden nasibini alacaktır:

A'râf Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

A'râf Suresi 177. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.