Araf Suresinin 94. Ayeti Ne Anlatıyor?
Araf suresinin 94. ayetinde ne anlatılmak isteniyor? Her dert ve sıkıntının toplumları Allah’a yönelten bir uyarıcı olduğunu bildiren âyet; Araf suresinin 94. ayetinin meali ve tefsirini yazımızda okuyabilirsiniz...
Kur’an’da buyrulur:
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ
Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, (peygambere başkaldırdıklarından ötürü Allah’a) yönelip yalvarsın yakarsınlar diye dert ve sıkıntıya uğratmışızdır. (A‘râf, 7/94)
HER DERT VE SIKINTI, ALLAH’A YÖNELTEN BİR UYARICIDIR
Bilgi:
Önceki ayetlerde inkârcıların başlarına gelen musibetler anlatılmıştı. Bu ayette, söz konusu musibetlerin birer örnek olduğu, aslında her devirde, kendilerine peygamberler gönderilen bütün toplumların, hastalık veya yoksulluk gibi bazı sıkıntılara maruz bırakıldığı bildirilmektedir. Sıkıntıların ardından ise sağlık ve bolluk verilmektedir. Bütün bunların amacı, inkâr ve isyandan vazgeçerek insanların Allah’a yönelmelerini sağlamak, Allah’ı tanıyıp O’na şükretmeleri için imkânlar hazırlamaktır.
Mesaj:
- Başımıza gelen musibetlerin, Allah’ı hatırlatıcı uyarıcılar olduğunu biliriz.
- Musibetler karşısında sabreder, iyilikler karşısında ise şükrederiz.
Kelime Dağarcığı:
Karye: Köy, kasaba.
Be’sâ: Dert, hastalık.
Darrâ: Geçim sıkıntısı, yoksulluk.
Kaynak: Diyanet, Kur'an-ı Kerim'den Serlevha Ayetler
TEFSİR
- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.
- Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.
Allah Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini, ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile şımartılır. Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında, şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir. Bunların, peygamberlerin davetini kabul edip etmeme, onların öğrettiği ahlâkî değerlere bağlı kalıp kalmamayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarihin verdiği bilgilere göre, daha önce yaşayan atalarımızın başına da bu tür şeyler gelmiştir” diyerek kendilerini kandırırlar. Neticede bu gaflet ve şaşkınlık içinde, hiç farkına varamadan başlarına gelen ilâhî kahır tecellileriyle yok olur giderler.
Allah Resûlü (s.a.s.), belâ ve musîbetler karşısında mü’minle münâfığın tavrını ne güzel beyân eder:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
Hz. Âmir (r.a.) anlatıyor:
Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gittim. Bir ağacın altına kendisi için bir yaygı serilmiş, O da üzerine oturuyordu. Ashâbı etrafına toplanmışlardı. Ben de yanlarına oturdum. Bir ara Allah Resûlü hastalıklardan ve dertlerden bahsedip dedi ki:
“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münafık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 1/3089)
Netice olarak eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah’a yönelmiyorsa veya Allah rahmetini ve bereketini saçarken O’nu hatırlamıyor ya da halini düzeltmek için hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun helâki artık yakın ve kaçınılmazdır.
Bu ayetler nâzil olduğu sırada Mekke’de Kureyş müşrikleri Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı muhalefeti gösteriyorlardı. Sonunda şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranmaya başladılar. Hadise şöyle oldu: Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.s.)’in tebliğine karşı gelmeye başlayıp, müslümanlara olan işkence ve eziyetlerini had safhaya vardırınca, Resûlullah (s.a.s.), mübârek ellerini semâya kaldırdı ve Kureyş müşriklerine şöyle beddua etti:
“−Yâ Rabbi! Şu zâlim kavme, Yûsuf (a.s.) zamânındaki gibi yedi sene kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle!”
Bunun üzerine, yağmurlar kesildi; Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü. Birçokları açlıktan öldüler. Yiyecek bir şey bulamayınca, ölü hayvanların etlerini, derilerini yemeye başladılar. Onlardan biri göğe baktığında, açlık sebebiyle ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseden şöyle bahseder: “Öyleyse sen, göğün âşikâr bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bütün insanları her yönden saracak bir duman! Bu, gerçekten can yakıcı bir azaptır.” (Duhân 44/10-11)
Bu kuraklık son derece şiddetlenince Ebû Süfyân, Âlemlerin Efendisi’ne mürâcaat etti ve:
“−Ey Muhammed! Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyor, Allah’a itaati, akrabâya yardımı emrediyorsun. Kavmin ise kıtlıktan yok olmak üzeredir! Onlardan bu felâketin kaldırılması için Allah’a dua ediver! Eğer senin duan vesîlesiyle Allah bu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, Allah’a iman edeceğiz!” dedi. Ardından da yemin ederek söz verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.s.) dua etti. Yağmur yağdı. Kıtlık nihâyete erdi. Rahata eren müşrikler ise tekrar şirke döndüler. (Buhârî, Tefsir 30, 44; Müslim, Münafıkîn, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 431, 441)
Dolayısıyla bu ayetler, indikleri dönemde Peygamberimizin karşısında yer alan Kureyş’in o andaki durumu dikkate alındığında daha kolay ve güzel bir şekilde anlaşılacaktır.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com