Âriflerin Ahlâk Güzelliği
Âriflerin ahlâk güzelliği: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) örneği.
Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen âhir zaman nebisi Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ilim, ahlâk ve hâl mirasını, yaşadıkları çağa ve mekâna taşıyan Rabbânî âlim ve âriflerimiz, esasen nübüvvet kandilinin şuleleri gibidir. Gönüllerini Rablerine bağlamak suretiyle ilâhî hidâyete ve rüşde nail olmuş bu zümrenin yolunu ve izini takip etmek Rabbânî ve nebevî bir tavsiyedir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Yüzünü ve özünü bana çevirenlerin yoluna tabi ol!” (Lokmân; 15)
Ebû Necih İrbâz İbni Sâriye -radıyallahu anh- anlatıyor: Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun” dedik. Bunun üzerine:
“Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve bana dosdoğru bir şekilde halef olan kimselerin sünnetine (yol ve yordamına, izlediği kulluk örnekliğine) sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Sünnet 5)
Evet, Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ve O’nun sâdık ve râşid takipçilerinin yolunda ve izinde olmak en emin yoldur. Ahlâk, kitaplardan okuyarak öğrenilebilse de ahlâkı kuşanmak, ancak muhabbet, hayranlık, müşâhede ve ilâhî tevfîkın eşlik ettiği bir örneklikle kazanılabilecektir. Bu yönüyle Rabbânî âlim ve ârifler, nebevî ahlâkın hem âyineleri hem de varisleri olarak ümmet için büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir.
ARİFLERİN AHLAK GÜZELLİĞİ
Âriflerin ahlâk güzelliği, onların bir ömür Allah Resûlüne benzeme, onun boyasına boyanma azimlerine Hakk’ın bir ihsanıdır. Onlar terbiye adına yapıp ettikleri nice mücâhedenin temel hedeflerinden biri olarak, zâhir ve bâtında Habibullah’ın ahlâkıyla bütünleşmeyi belirlemişlerdir. İşte bu bahtiyarlardan birisi de Sultanu’l-ârifîn Mahmud Sami Ramazanoğlu -kuddise sirruh- hazretleridir. Kendilerine hayru’l-halef olan Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- onun ahlâkı hakkında şöyle bir tespitte bulunur:
“Muhterem Üstaz hazretlerinin ahlâkı, âdâbı, her hâli, -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerine tamamen, hayret edilecek şekilde uygundu. Büyük devlet adamı, tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sındaki Fahr-i Kâinat Efendimizin hilye-i seâdetlerine; şair, kemal ehli Mustafa Asım Köksal beyefendinin İslâm Tarihi’ndeki Resûlullah Efendimizin Şemail-i şerîflerine tamamen uygundu. Bu kadar yakınlık bir mevhibe-i ilâhîdir, uğraşılarak, çalışılarak kısmen istifade edilebilir.”
İman, İslâm ve ihsan diye ifade edebileceğimiz dinî çerçeveyi en güzel şekilde bilen ve onu hayat nizamı haline getiren her kulda, nice ahlâkî faziletler zuhur edecektir. Biz bu yazıda vefatının 39. Yılında Sâmî Efendi örneğinden yola çıkarak âriflerde görülen ahlâkî faziletlerin ve edeplerin bir kısmına yine bir büyük ârifimizin tespitleriyle işaret etmek istiyoruz. Yakînen tanıyanların “Melek Sâmi Efendi” diye vasıflandırdıkları bir zatın tüm güzelliklerini burada zikretmek elbette mümkün olamayacaktır. Diğer taraftan ahlâkın, sadece dışa yansıyan bir davranışlar manzumesi değil, kökleri kalbin derinliklerinde olan iman, irfan, niyet ve ihsan duygusu gibi dıştan bakanların bilme ve idrak etme şanslarının olmadığı bir yönünün bulunması da bu zorluğu artırmaktadır. Ancak yine de bakmasını bilen gözlerde ve hisseden gönüllerde onların ahlâk güzelliğine dair nice tablolar, unutulmayan hatıralar olarak kalmıştır.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- muhterem Üstazını anlatırken onun ahlâkına dair şu cümlelere yer verir:
“Muhterem Üstaz, halîm, selîm, yumuşak ahlaklı, melek sıfattı. Sırasına göre gayet şecî’ ve cesurdu. Vakar, temkin ve itidal ehliydi. Affedici ve ayıp örtücüydü. Bir an olsun, bir mü’minin, bir mahlûkun kalbini kırsın, gâfilâne harekette bulunsun vâki değildi. Her hatt u hareketi ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Haksız yere hiç kimseye kızmazlar, hiç kimseden kırılmazlar, hiçbir hareketlerinden dolayı karşılık beklemezlerdi. Kendilerini seven ile yeren nazarında müsavi idi. Yeren kimse hatasını idrak edip de ciddi olarak halisane samimiyetle özür dilerse hemen affedelerdi.
Sehâvetleri, lisana gelmez, kalem ile tarif edilemezdi. Güneş gibi, ummanlar gibi sehâvet ve merhamet merkezi idi. Bilhassa tevazu ve alçak gönüllülükleri tarife sığmazdı. Bilâ istisna herkesi kendilerinden üstün görürlerdi. Herkesin horladığı, küçük ve hakir gördükleri diyanetperver acizlerin, miskinlerin ziyaretine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurlardı. Allah Teâlâ’nın kulu, mahlûku niyetiyle herkese diyanetleri nispetinde itibar eder, hürmet ve alaka gösterirlerdi.
Ehl-i beytlerine karşı çok şefkatli idiler. Fakat maneviyatını üstün gördükleri kimselere onlardan fazla ikram ve itibar ederlerdi. Ehl-i ilmi, hafızları, fakirleri, miskinleri, bilhassa edeb ehlini çok severlerdi. Zengin-fakir, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, rütbeli-rütbesiz, bütün insanlara karşı son derece şefkatli, mahviyetli ve alçakgönüllü idiler. Yüzlerindeki güler yüzlülük daimî idi. Ahlakları letafetin zirvesinde idi. Lisanlarındaki halâvet ve ölçülülük tarif edilemezdi. Zaruret olmaz ise saatlerce konuşmadığı olurdu. Bu sessizlik hallerinde daimî olarak zikir ve murakabe ile meşgul olurlardı. Edaları, her hâl ve hareketleri zarif idi. Şeriatın kabul etmediği hariç, hiçbir şeye itiraz etmezlerdi.
Çok muntazam, saatli hayatları vardı. Kendilerine karşı yapılan aşırı tazim ve merasimlerden üzülürlerdi. Herkesin özürlerini kabul ederler ve bütün mahlukata karşı sonsuz şefkat beslerlerdi. Her hâl ve hareketlerinde garazsız ve ivazsız ihlâs gene ihlâs, istikamet gene istikamet görülürdü. Hulâsa asırların yetiştirdiği istisnâî bir şahsiyetti. Seçmelerin seçmesi olan zümrede ne mevcûd ise belki, Halık teâlâ ve tekaddes hazretleri kendisine onlardan daha ziyadesini bahşetmişti. Tam manası ile “eddebenî Rabbî” (Beni Rabbim terbiye etti) sırrına ermişti.”[1]
Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendinin kurduğu bu cümlelerin her biri, hiç şüphesiz yaşanmış nice hadiselerin ve hatıraların sonunda gönüllerinde oluşmuş manaların söz kalıbına dökülmüş halidir. İnsan okurken hazzını ve lezzetini gönlünde hissediyor; kim bilir seyredenler ve yaşayanlar nasıl lezzet almışlar ve hayranlık duymuşlardır.
Çiğ davranışlar terbiye ve tezkiye görmemiş nefislerin, ham ve hantal kalplerin ürünüdür. Zarafet, letafet, nezâket ve ihsan libası giymiş davranışlar ise hiç şüphesiz arınmış bir nefsin ve musaffa bir kalbin yansımalarıdır, dışavurumudur.
Esasen Rabbânî ve nebevî terbiyenin âriflerde ortaya çıkardığı ahlâkî güzellikler ve faziletler, uçsuz bucaksız manevî bir gül bahçesi ve faziletler meşheri oluşturur. Zira “Ahsen-i takvim” kıvamına üst sınır çizmek imkansızdır. Konuyla ilgili nice kitaplar yazılmış ve yazılmaya da devam edecektir. Hiç şüphesiz mutlak kemâl ve cemâl sahibi olan Rabbimize kurbiyetimiz (yakınlığımız) nispetinde nice ahlâkî tecellilere ve tezahürlere erişileceğinde şüphe yoktur. “Müminlerin iman bakımından en olgunu (kâmili) ahlâk bakımından en güzel olanıdır” nebevî beyanı da bu gerçeği ifade eder. Bu, bir anlamda kulun Rabbânî bir boya ile boyanması halidir.
Dipnot:
[1] Bk. Mûsa Topbaş, Sultanu’l-Ârifîn Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu sh. 11-60.
Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 444