Ashâb-ı Kirâmın Kardeşliği Nasıldı?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ashâb-ı kirâmda kardeşliğin nasıl olduğunu örneklerle anlatıyor.
Kardeşlik nasıldı ashâb-ı kirâmda?
Enes -radıyallâhu anh- naklediyor:
“Sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün görmese sorardı. Uzaktaysa ona duâ ederdi seyahatteyse, evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifâ dilerdi.” (Bkz. Heysemî, II, 295)
Sık sık sorardı:
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
Bugün bir aç doyurdunuz mu?
Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Yine Efendimiz o kadar çok bir hassasiyetle bunu sorardı ki, sahâbî diyor:
Bir gün diyor, sabah namazını kıldık diyor, daha gün ağarmamıştı. Efendimiz döndü:
“–Bugün oruç tutan var mı?” dedi, nâfile oruç.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yok dedi, değilim.” dedi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet dedi, oruçluyum, devam ediyorum.” dedi. Şahsî bir soru bu. İki tane ictimâî soru geliyor arkadan:
“–Bugün bir aç doyuran var mı?”
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Daha gün doğmadı.” Yani bir açı bulmanın daha zamanı yok.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah! Ravza’ya geliyordum, oğlumla beraber. Bir aç insan gördüm. Oğlumun elinden arpa ekmeğini aldım, o aç insana verdim.”
Üçüncü soruyu soruyor Efendimiz:
“–Bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?”
Yine Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah diyor, yani bir diyor, hastayı ziyaret edecek daha, gün doğsun ondan sonra gidelim.” diyor.
Yine Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah! Abdurrahman bin Avf’ın hasta olduğunu duydum. Ziyaret ettim, şifâ diledim, oradan Ravza’ya geldim sabah namazına.”
Efendimiz buyuruyor ki:
“–Ebû Bekir diyor, sen Cennetliksin.” diyor.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Eyvah, vah vah!” diyor.
“–Yok diyor, Allah Ömer’e de rahmet eylesin.” diyor.
Bunu Efendimiz daha Güneş doğmadan, böyle bir telkin etmesinin sebebi nedir?
اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ
(“Ameller, niyetlere göredir...” [Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155])
Demek ki niyetler çok mühim. Niyete göre Allah kulun önünü açıyor. Demek ki niyetlerimizi -inşâallah- Cenâb-ı Hak hâlis eyler niyetlerimizi. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına medâr olacak ameller ihsân eyler Rabbimiz lûtfuyla keremiyle -inşâallah-.
Yine İnsan Sûresi’nde, Ali -radıyallâhu anh- ile Fâtıma Vâlidemiz oruçlu oldukları hâlde, bir yoksul geliyor; “lillâh” (Allah rızâsı için) diyor, ona veriyorlar. Tamamını veriyorlar. Biraz yarımını verelim, yarımı bize kalsın demiyorlar. Çünkü “lillâh” diyor.
Cenâb-ı Hak:
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Sadakaları Ben alırım, buyuruyor.
Ondan sonra bir yetim geliyor, yetim istiyor. Kendileri yine yemeden yetime veriyorlar.
Üçüncüde esir geliyor, esire veriyorlar.
Diğer bir rivâyette de oruçlular, üç gün üst üste su ile iftar edip infak ediyorlar. Cenâb-ı Hak onların gönül âlemini bildiriyor:
Verirken de bunları, infak ederken de diyorlar ki:
Minnet altında kalma! Bize teşekkür için kendini zorlama. Çünkü biz bunu Allah rızâsı için veriyoruz. عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا: Zira o kıyâmet günü, o zor, musîbetli, belâlı günden korkarız. Allah da o günün şerrinden onları korur. Onların gönlüne huzur verir, ferahlık verir. (Bkz. el-İnsân, 9-11)
Ne güzel bir siyer dersi!.. Fiilî bir siyer dersi!.. Bu “îsar” oluyor, kendinden koparıp verme oluyor.
İşte Efendimiz’in hayatı hep böyle “îsar” hâlindeydi.
Tabi bu fedakarlık, şu dünya, imtihan hayatında. Yani ne kadar ömrümüz var, bilmiyoruz. Takvimde kaç yaprak kaldı, bilmiyoruz. Cenâb-ı Hak bildirmiyor bunu; her an hazırlıklı olmak…
“Yarın diyenler, helâk oldu.”
Yarın var mıyız, yok muyuz?
Çok zor zamanımız olacak. Münâfikûn Sûresi’nde âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bu zor zamanımızı bildiriyor:
“Ölüm ânı gelir de; «Yâ Rabbi, (biraz açsan, biraz daha genişletsen, biraz) az bir şey ömrümü uzatsan da, sadaka versem, sâlihlerden olsam.» demeden evvel…” (el-Münâfikûn, 10) buyruluyor. Bu pişmanlığı bildiriyor.
Efendimiz yine buyuruyor ki:
“Sâlihler de pişmanlıkla ölecek. Keşke daha öteye gitseydik…” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59) Keşke Cenâb-ı Hakk’a daha yakın bir kul olabilseydik.
Tabi bu evliyâullahta da aynı şekilde. Meselâ Ubeydullah Ahrar Hazretleri’ne bir kişi geliyor:
“–Açım, beni doyur.” diyor.
Kendisi de aç. Aşçıya götürüyor. Verecek hiçbir şeyi yok. Aşçıya:
“–Sarığımı vereyim, temizdir diyor, tabakları kurularsın diyor. Şu aç insana bir kap yemek ver.” diyor.
Kendim de açtım diyor. O bir kap yemeği ona yedirdim diyor. Sonra çıkardım sarığı, aşçının önüne verdim diyor. O dedi ki:
“–Yok dedi, al, sen mâdem…”
“–Yok dedim, ben sana söz verdim, söz verdiğim için al.”
Sonra çok çiftlikleri oluyor. İki bin işçi çalışıyor. “Üç-dört hastaya bakıyordum diyor. Bu hastalar diyor altını kirletir hâle geldi diyor. Yine ben onların birkaç testi su getirip altlarını temizliyordum. Sonra o hastalık bana geçti diyor onlardan. Yine ben onların hizmetine devam ettim.” buyuruyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri:
“Yedi sene diyor, ben diyor, bu yolda diyor, merhale almama diyor, en büyük sebep diyor, yedi sene diyor, hasta insanlara baktım diyor. Yolda insanların geçeceği, hayvanların geçeceği yollardaki taşları, çukurları temizledim diyor. Ondan sonra sahipsiz hayvanlara sahip oldum diyor. En yüksek dereceleri de burada aldım…”
Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı.
İşte bunlar:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Yine bir misal vereyim. Ashâb, Cenâb-ı Hak lûtfetti, melekleri gönderdi, Bedir’de muvaffak oldu.
Düşman kendilerinden üç misli güçlüydü. Harp âletleri olarak çok çok güçlüydü. Müslümanlar, Cenâb-ı Hak lûtfetti, ihlâsa göre melekleri gönderdi, gâlibiyet oldu.
Müslümanlar, esirleri alıp Bedir’den Medîne’ye götürürlerken Yezid isimli bir esir, Muâviye’nin oğlu Yezid değil, ismi Yezid, başka bir müşrik Yezid:
“Bizi diyor, Medîne’ye diyor, esir olarak götürürlerken diyor, zaman zaman diyor, develerinden indiler, bizleri develerine bindirdiler.”
Bir, o zamanki bir müslümanın bir vicdanını seyredelim; bir de bugün bir Suriye’yi seyredelim. Hangi medeniyet?..
Şuarâ Sûresi’nde bir âyet var; bu 218-219. âyetler:
“(Ey Rasûlüm! Allah -celle celâlühû- gece namazına) kalktığın vakit Sen’i ve secde edenler arasında dolaştığını görüyor.”
Kadı Beydâvî diyor ki tefsirinde:
“Ümmet için beş vakit namaz farz olup gece namazı (teheccüd) sünnet hâline gelince -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i saâdetten ayrıldı, sokakları dolaşmaya başladı. Hep evlerin aralarında dolaşırken Kur’ân sesleri, zikir sesleri geliyordu. Efendimiz çok memnun ve mesrur olarak döndü.”
Âyette Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nde “raûf ve rahîm” buyuruyor, çok merhametli ve çok şefkatli. Bir ananın-babanın şefkati, merhametinden daha merhametli.
Efendimiz buyuruyor ki:
“…Ben diyor, kabrimde yine «ümmetî, ümmetî» diyeceğim…” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
“…Sizin güzel amelleriniz bana gelir, sevinirim buyuruyor. Menfî amelleriniz gelir, üzülürüm diyor, size duâ ederim.” diyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)
Yani şimdi, demek ki Efendimiz’e Cenâb-ı Hak ümmetinin ahvâlini bildiriyor devamlı. Tabi her an, ne kadar ümmeti var, bir buçuk milyar dünyada, demek ki hepsinin o müsbet-menfî hâllerini haber veriyor. Demek ki Cenâb-ı Hak zaman ve mekânı Rasûlullah Efendimiz’e biraz daha açıyor.
Yine Efendimiz buyuruyor ki:
“…Aman diyor, kıyâmet günü (Vedâ Haccı, Vedâ Hutbesi’nde) sakın (diyor, günah işleyerek) benim yüzümü karartmayın (beni mahcup etmeyin).” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Bu kadar merhametli Peygamberimiz. Allâh’ın bize büyük bir lûtfu. Demek ki biz nasıl bir istikâmette bulunacağız? Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Siz insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmet. (İnsanlar arasından çıkarılmış bir hayırlı ümmet.) Mârufu emredersiniz, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Demek ki kendimizi ihyâ etmek. Şerîati yaşamak. Efendimiz’in hayat tarzı üzerinde hayatımızın devam etmesi. Seherleri ihyâ etmemiz. Emr bi'l-mârûf, nehy ani’l-münker’de bulunmamız. Dâimâ, bilhassa günümüzde kaybettiğimiz insanın derdinde olmamız. Kazandığımız her insanın da ecrinde olmamızın bir huzuru içinde olabilmemiz.
Mazimizden de birkaç misal vermek istiyorum. Nasıl İslâm’ı yaşamışlar, nasıl tanımışlar?
Her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir. Ecdat ne yapmış? Riyâdan o kadar korkmuş ki, sadaka taşları yapmışlar. Yani varlıklı gelip o taşın içine bir şey koyuyor, para koyuyor. Bir garip de gelip onu alıyor, ihtiyacını görüyor. Tabi o da çok dürüst, ihtiyacını gördükten sonra eğer imkânı varsa o parayı tekrar iade ediyor oraya. Bu, yabancı gazetecilerin de hâtıratlarında var.
Bir yerde hasta varsa, balkona kırmızı bir çiçek konuyor, çocuklar ve satıcılar, başka mahallelerde çocuklar oynuyor, satıcılar da bağırarak geçmiyor oradan.
Bugün ise görüyorsunuz düğünleri, nasıl bir maytaplar atılıyor; hasta mı var, hamile kadın mı var, çocuk mu var, düşünülmüyor. Yani bir egoizm. Yani bırakınız yapsın, bırakınız geçsin. Bir kapitalist zihniyet.
En mühimi, bugün akıl hastaları için, “akıl hastası” deniyor, en kibarı “akıl hastası” bugün. Bazı yerlerde alay ediliyor, istihfaf ediliyor. Ecdâdımız ise onların insanlık haysiyetini koruyabilmek için onlara “muhterem âcizler” demiş. Yani Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat sebebiyle “âciz” ifadesi ve “muhterem”, “muhterem âcizler”. O sırada ise hristiyan Batı dünyası, psikiyatrik rahatsızlığa girenlere, “bunlara cin girdi” diye bunları ateşe atıyordu. İki medeniyet farkı…
İslâm, vicdanen, diğer gayr-i müslim mütefekkirler bile, bu dînin ne kadar muhteşem bir din olduğuna bir ittifak hâlinde. Hiçbir müsteşrik, Rasûlullah Efendimiz’in hayatında, “şurada şu hata var” demiyor, diyemiyor. Kasten iftira atıyorsa o ayrı. Fakat tedkik ederek hiçbir, en ufak bir hatâ Allah Rasûlü’nün şeyinde bulamıyor.
Lafayet var, Fransız feylesofu. Bu meşhur “insan hakları beyannamesi” yayınlanmadan bütün hukuk sistemlerini inceliyor. Sonunda:
“Ey diyor, büyük insan!” diyor Rasûlullah Efendimiz’e. “Dünyada Sen’in tevzî ettiğin hak-hukuku şimdiye kadar kimse tevzî edemedi.” diyor.
Thomas var, Carlyle, o da diyor ki:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Muhammed kadar dünyada itibar bulmadı diyor. Onun diyor doğuşu, nûrun zulmetten sıyrılışıdır.” diyor.
Velhâsıl kıymetli kardeşler! Biz böyle, Allah bizi böyle muazzez bir dînin mensubu kıldı. Tamamen meccânen. Fakat Cenâb-ı Hak bizden de Rasûlullah Efendimiz’e benzememizi arzu ediyor. O’na benzeyebildiğimiz zamanlar Cenâb-ı Hak ihyâ etti, âbâd etti.
Bir, Ömer bin Abdülaziz devrine baktığımız zaman, tâ İspanya’ya kadar çıkılıyor.
Endülüs’ün ilk üç asrına baktığımız zaman bir Endülüs Kurtuba medeniyeti meydana geliyor.
Osmanlı’nın, Kur’ân-ı Kerîm ile başladı. Edebali Hazretleri’nin, bir Edebali silsilesiyle devam etti. Kur’ân-ı Kerîm’e bir hürmetle, bir tâzimle başladı. Yavuz Sultan Selim’in bu mukaddes emanetleri getirmesi, kırk hafızla orada Topkapı Sarayı’nda, mûtenâ bir yerde devam ettirmesiyle devam etti. Aşağı yukarı üç asırda bugün Türkiye’nin tam 30 misli, aşağı yukarı 24 milyon kilometre(kare), 30 misli yeri Cenâb-ı Hak lûtfetti.
Lâle Devri girdi, rûhânî âlemden ten plânına dönüp dünya muhabbeti arttı. Cenâb-ı Hak da, tavizler başladı, Cenâb-ı Hak emaneti azalta azalta gitti.
Velhâsıl bugün de elhamdülillah Türkiyemiz’de Cenâb-ı Hakk’ın yardımlarını müşâhede ediyoruz -elhamdülillah-. -İnşâallah- çok duâ edelim -inşâallah-. Arkamızdan güzel bir nesil yetiştirmeyi Cenâb-ı Hak ihsan eylesin. -İnşâallah- bu topraklar kıyamete kadar hür bayrağımızla, ezan seslerimizle, secdelerimizle devam etsin -inşâallah-…
YORUMLAR