Ashab-ı Kehf Kıssası
Ashâb-ı Kehf, putperest bir hükümdar olan Dakyanus devrinde Tarsus’da yaşamış, îman ve tevhîd mücâdelesi vermiş olan sâlih gençlerdir. Zalim kral Dakyanus'un Ashâb-ı Kehf'e karşı sunmuş olduğu puta tapma teklifine karşı o bir avuç imanlı gencin cesaretlerini hiç kaybetmeden verdiği muhteşem cevap ve 300 yıllık ölümsüz uykunun hikmeti...
Ba’sü Ba’de’l-Mevt Nedir?
Ba’sü ba’de’l-mevt, ölümden sonra bir daha ölmemek üzere dirilmektir. Rûhun, ebediyete yolculuğudur. İnsan, cismâniyet bakımından, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet anne-babanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer. Ardından, dünyâ beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır.
Allâh Teâlâ, kullarının gaflet uykusundan uyanıp hakîkat âleminden hisse alabilmeleri, Rablerine kullukta kusur etmemeleri için, gören ve işiten kalblere birtakım ilâhî ve mûcizevî misâller bahşetmiştir. Bunlar sayılamayacak kadar çok olmakla birlikte, husûsiyle, mutlak bir istikbâl olan “ba’sü ba’de’l-mevt” hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’de ve kâinat manzûmesinde ulvî kudretinin tecellîleriyle dolu câlib-i dikkat birçok hakîkati gözler önüne sermiştir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Üzeyr -aleyhisselâm- ve Ashâb-ı Kehf’in ibret ve hikmet dolu kıssalarını, “ba’sü ba’de’l-mevt”e bir misâl olmak üzere beşer idrâkine sergilemiştir.[1] Bu ilâhî misâller, gönülleri kemâle erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve kalb-i selîme götüren hakîkatleri ihtivâ etmektedir.
Ashâb-ı Kehf Kıssası
Ashâb-ı Kehf, putperest bir hükümdar olan Dakyanus devrinde Tarsus’da yaşamış, îman ve tevhîd mücâdelesi vermiş olan sâlih gençlerdir.
Ashâb-ı Kehf’in adedi hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de sarîh bir ifâde bulunmamakta: «Onlar birtakım gençlerdi» buyrulmaktadır. Bu ise, kıssada asıl vurgulanmak istenen husûsun, onların isimleri, sayıları ve memleketleri değil, bilhassa o sâlih kulların sâhip oldukları ihsan duygusu ve Allâh katında kıymetlerini artıran kalbî yapıları olduğunu göstermektedir. Putperestliğe karşı îman ve tevhîd mücâdelesinin sergilendiği bu ibret ve hikmet dolu kıssada, ölümden sonra tekrar dirilişin bir numûnesi de ortaya konulmakta, böylece insanoğlunun pekçok ilâhî hakîkatleri idrâk etmesi murâd edilmektedir.
Kral Dakyanus’un yakınlarından birtakım gençler olan Ashâb-ı Kehf, tevhîd akîdesinde olmaları sebebiyle, putperest ve zâlim krallarının zulmünün son bulması için dâimâ Cenâb-ı Hakk’a gözyaşlarıyla duâ ve niyazda bulunurlardı. Fakat zâlim kral, gurur ve kibrinin netîcesinde gün geçtikçe îmansızlık ve zulmünü artırarak tanrılık iddiâ edecek kadar ileri gitti. Bununla da kalmayarak, artık tevhîd akîdesinde kim varsa, onları toplatıp ağır işkencelere tâbî tutarak şehir girişlerine astırmaya başladı.
Bu arada yakınları olan Ashâb-ı Kehf’in de mü’minlerden olduğunu öğrendi. Hiddetle onları huzûruna çağırttı. Kendilerini tehdîd etti. Ancak onlar, îmânın ebedî zevkine varmış olduklarından, bu tehditler karşısında aslâ korkmadılar ve zâlim hükümdara tavır koyarak, hakîkati yüzüne karşı söylemekten çekinmediler. Allâh Teâlâ, onların bu durumlarını şöyle beyân buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Biz Sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakîkaten onlar, inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetini artırdık.” (el-Kehf, 13)
“Onların kalblerini metîn kıldık. O yiğitler (zâlim hükümdarları karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.»” (el-Kehf, 14)
“Şu bizim kavmimiz Allâh’tan başka ilâhlar edindiler. Bâri bu ilâhlar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allâh hakkında yalan uydurandan daha zâlimi var mı?” (el-Kehf, 15)
Gençler, Dakyanus’un, putlara tapmaları hakkındaki ısrarlı teklifleri karşısında da şöyle dediler:
“–Bizim bir ilâhımız vardır ki, O’ndan başkasını ilâh tanımayız. Biz yerlerin ve göklerin Rabbini bırakıp da kulların yaptığı cansız taş parçalarına aslâ tapmayız. Senin teklifini kabûl etme ihtimâlimiz sonsuza dek yoktur! Hükmün ne ise, onu yapabilirsin!”
Onlar böylece, önce Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı müsâbakaya çıkan, sonra da îmanla şereflenen sihirbazların, Firavun’a karşı îmân metâneti ve asâleti ile sergiledikleri tavrın bir benzerini, zâlim kral Dakyanus’a karşı göstermiş oldular.
Sihirbazlar da kendilerine îman nasîb olduktan sonra Firavun’un tehdîdi karşısında:
“–Senin fiilin bize bir zarar veremez! Çünkü biz, nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz! Dilediğini yapabilirsin!” demişlerdi.
Hükümdar Dakyanus, îmanlı gençlerin bu cesur tavrı karşısında son derece hiddetlendi. Kendilerine daha evvel vermiş olduğu bütün rütbeleri söktürdü. Ardından da:
“–Siz gençsiniz; kendinize yazık etmeyin! Yaptıklarınızdan vazgeçmeniz için size üç gün mühlet veriyorum! Düşünün, taşının; kurtulmayı mı, yoksa sizi helâk etmemi mi tercîh ediyorsunuz?” deyip tehdîd etti. Sonra onları kendi hâllerine bırakarak Ninova’ya gitti.
Hükümdarın vermiş olduğu bu mühlet, Ashâb-ı Kehf için âdeta bir lutf-i ilâhî oldu. Onlara zâlim hükümdarın şerrinden kurtulmak için zaman kazandırdı. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve nusretini uman bu sâlih gençler, yanlarında bir de köpek olduğu hâlde şehirden kaçarak bir mağaraya saklandılar. Mağarada evlerinden getirdikleri yiyecekleri yiyor ve gece gündüz Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ederek O’na sığınıyor, ilticâ hâlinde:
“Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!” diyerek yalvarıyorlardı.
Rivâyete göre Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, hicret esnâsında gizlendiği Sevr Mağarası’nda bu duâ ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir.
Nitekim sâlih amelleri, ihlâsları ve yaptıkları bu duâ hürmetine rahmet dolu nusret-i ilâhî Ashâb-ı Kehf’i kuşattı. Bu sırada zâlim Dakyanus, Ninova’dan dönmüş ve onların durumlarını öğrenmişti. Hemen peşlerine düşerek saklandıkları mağarayı buldu. Hiddetinden nasıl bir cezâ vereceğini düşünürken Allâh Teâlâ, onun aklına mağaranın ağzını kapatmayı getirdi. Daha fazla düşünmeden askerlerine:
“–Derhal mağaranın girişini kapatın! Açlık ve susuzluktan ıztırapla ölsünler; mağara onlara mezar olsun!” diye emretti.
Böylece kendine göre onları diri diri gömmüş olacaktı. Ancak bilmiyordu ki, Hazret-i Mûsâ’yı Firavun’un sarayında büyütüp onun şerrinden koruyan Allâh, Ashâb-ı Kehf’i de Dakyanus’un şerrinden muhâfaza etmekteydi.
Nitekim “muhâfaza edenlerin en hayırlısı” olan Cenâb-ı Hak, Ashâb-ı Kehf’i sonsuz rahmetiyle kuşattı ve onları 309 sene mağarada canlı olarak uyuttu.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- der ki:
“Gâfiller arasında bulunup onların in’ikâsını almaktansa uyumak daha evlâdır. Cenâb-ı Hak, Ashâb-ı Kehf’i fâsıkların arasından ayırarak onların kalblerini gafletten korumuştur.”
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Ey Rasûlüm! Orada bulunsaydın) güneşi görürdün ki, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isâbet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte bu, Allâh’ın âyetlerindendir (O’nun azametinin bir nişânesidir). Allâh kime hidâyet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır. Kimi de hidâyetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın!” (el-Kehf, 17)
“Kendileri uykuda oldukları hâlde Sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttalî olsa idin, dönüp de onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden, için bir korku ile dolardı.” (el-Kehf, 18)
Cenâb-ı Hak, Ashâb-ı Kehf’i uyandırdığında, onlar mağarada çok az bir zaman kaldıklarını zannettiler. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Böylece Biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri:
«–Ne kadar kaldınız?» dedi.
(Kimi):
«–Bir gün, ya da günün bir parçası kadar kaldık.» dediler.
(Kimi de) şöyle dedi:
«–Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise, size ondan erzak getirsin; ayrıca dikkatli davransın (gizli hareket etsin) ve sakın kimseye sezdirmesin!” (el-Kehf, 19)
“Çünkü onlar, eğer size muttalî olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflâh olmazsınız.” (el-Kehf, 20)
İçlerinden bir tanesi, şehre erzak almaya gittiğinde elindeki asırlar öncesine âit paraları görenler, onun bir define bulduğunu zannederek hükümdara şikâyet ettiler.
Zamanın yeni hükümdarı ise, sâlih bir kişi idi. Etrafındakilere dâimâ güzel nasihatte bulunur, onları tevhîde dâvet eder, “ba’sü ba’de’l-mevt”ten, yâni kıyamet koptuktan sonraki yeniden dirilişin sırlarından bahsederdi. Fakat teb’asının câhilleri, öldükten sonra dirilmeyi şüphe ile karşılar, bir türlü inanmazlardı. O da buna çok üzülür ve Cenâb-ı Hakk’a:
“Yâ Rabbî! Bu kavme inkâr ettikleri hakîkat husûsunda bir tecellî göster!” diye yalvarırdı.
Nihâyet Ashâb-ı Kehf’ten olan genci karşısında görünce, sevinçle bunu etrafındakilere îlân ederek aradığı tecellînin tahakkuku sebebiyle Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Ardından Ashâb-ı Kehf’in yanlarına giderek onları ziyâret etti. Böylece ilâhî hikmet ve ibretler tezâhür etti. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, Ashâb-ı Kehf’in ruhlarını kabzetti.
Ashâb-ı Kehf, îmanlarında sebat gösterip zulümlere katlanmaları, Allâh yolundan ayrılmamaları ve bu uğurda hicret etmelerinin bir bereketi olarak Kur’ân-ı Kerîm’de tekrîm buyrulmuştur. Öyle ki, bu kıssa dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki bir sûreye bu sâlih kişilerin sıfatı verilmiş, ona “Kehf Sûresi” denmiştir. Bu sûrede Ashâb-ı Kehf’ten başka ehemmiyetli kıssalar da bulunmakla birlikte, sûreye bu ismin verilmesi, bu kıssanın husûsî ehemmiyetini ifâde etmektedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cuma günü Kehf Sûresi okunduğunda, bunun diğer cumaya kadarki günahlara keffâret olacağını bildirmiştir.[2] Bu sûre; îman mücâdelesi, ba’sü ba’de’l-mevt, Mûsâ-Hızır kıssası, azamet-i ilâhiyye tecellîleri gibi devamlı hatırda tutulması gereken mühim mevzûları ihtivâ ettiği için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her hafta okunmasını tavsiye etmiştir.
Ashâb-ı Kehf'in Köpeği
Diğer taraftan câlib-i dikkattir ki, Ashâb-ı Kehf’in yanlarında bulunan köpek de onların mazhar olduğu lutuftan bir nasîb almıştır. Müfessirlerin beyânına göre, Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i bir köpek olduğu hâlde, sâdıklarla beraberliğinin ve onlara mağara kapısında sadâkatle bekçilik etmesinin berekâtı ile cennete girecektir.[3]
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“O köpek, Ashâb-ı Kehf’in sadâkatle bekçiliğini ihtiyâr etmiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilâhiyye suyunu ârifler gibi içti. Cennette de onlarla beraber olmaya hak kazandı.”
Şeyh Sadî de şöyle buyurur:
“Lût -aleyhisselâm-’ın karısı, fâsıklarla beraber olduğu için seviyesini kaybetti; fâsıklaştı. Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i ise, sâlihlere bekçilik yaptığı için kelplikten kurtularak insânî vasıf kazandı.”
309 Yıl
Cenâb-ı Hak, bir taraftan Ashâb-ı Kehf kıssasında bahsedilen 309 sene gıdasız, susuz, ama canlı bir şekilde gençlerin uyutulması husûsundaki tecellînin hikmetlerini anlatırken, diğer taraftan da bunun kendisi için çok kolay olduğunu beyân sadedinde:
“(Ey Rasûlüm!) Yoksa Sen Ashâb-ı Kehf’i ve Rakîm’i şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?” (el-Kehf, 9) buyurmuştur.
Zîrâ Cenâb-ı Hak, bundan çok daha büyük tecellîlerin hâlıkı ve mâlikidir. O, yoktan var eden, öldüren ve diriltendir.
Allâh Teâlâ, her gün birçok tecellî ile var oluş ve ölümünü idrâk eden insanoğluna, dirilişini de kavraması için sergilediği kıssaların yanında aklî ve kalbî hikmetlerle dolu âyet-i kerîmelerde de, ba’sü ba’de’l-mevt’in hakkâniyetini, kendi azamet ve kudretini hatırlatarak şöyle anlatır:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş! Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. (Ey Rasûlüm!) De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek! Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.” (Yâsîn, 77-79)
“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 3-4)
“Peki (bunları yapan) Allâh’ın ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?” (el-Kıyâme, 40)
Cenâb-ı Hak, ölüleri diriltmenin kendisi için çok basit olduğunu dünyâ nizâmından misâl vererek akıl ve kalb sâhiplerine şöyle bildirmektedir:
“(Ey Rasûlüm!) İnkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: Hayır! Rabbime and olsun ki, mutlakâ diriltileceksiniz; sonra yaptıklarınız sizlere haber verilecektir. Bu, Allâh’a göre (çok) kolaydır.” (et-Teğâbün, 7)
“(Unutmayın ki) Allâh, sizi yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek (yâni öldürecek) ve sizi yeniden çıkaracaktır (diriltecektir).” (Nûh, 17-18)
“Rüzgârları, rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız!” (el-A’râf, 57)
“Allâh’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü, (kış mevsimindeki) ölümünün ardından (bahar mevsiminde) nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlakâ diriltecektir. O, her şeye kâdirdir.” (er-Rûm, 50)
“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allâh’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her şeye kâdirdir.” (el-Ahkâf, 33)
“De ki: İster taş olun, ister demir, isterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! (Bunlar, Allâh’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.) Diyecekler ki: «–Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?» De ki: «–Sizi ilk kez yaratan.» Bunun üzerine onlar Sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacaklar ve: «–Ne zamanmış o?» diyecekler. De ki: «–Yakın olsa gerek!»” (el-İsrâ, 50-51)
“Düşünmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allâh, kendilerinin benzerini yaratmaya da (öldükten sonra diriltmeye de) kâdirdir! Allâh, onlar için bir müddet takdîr etti. Bunda şüphe yoktur. Ama zâlimler, inkârcılıktan başkasını kabûllenmezler.” (el-İsrâ, 99)
“Biz, bir şeyin olmasını murâd ettiğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sâdece «ol» dememizdir. (O da) hemen oluverir.” (en-Nahl, 40)
Cenâb-ı Hak, gece uyumamızın ve sabahleyin uyanmamızın dahî ölüm ve dirilişe misâl olduğunu aşağıdaki âyet-i kerîmede ne güzel anlatır:
“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.” (el-En’âm, 60)
Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu gibi gündüzün geceye, gecenin de gündüze dönüşmesi, dünyâ âlemini kuşatan iklimlerin birbirini tâkib etmesi ve bu esnâda toprak mahsullerinde yaşanan ölüm ve dirilişler vb. tezâhürlerin her biri, aslında kıyâmet sabahına kalkışın bir ifâdesi olan “ba’sü ba’de’l-mevt”i hatırlatan ibretli hakîkatlerdir.
Hak Teâlâ, birçok âyet-i kerîme ile ölümden sonra diriliş hakîkatini kalblerde en ufak bir şüpheye mahal bırakmayacak sarâhatle ve türlü delillerle beşer idrâkine sunmuştur. Yine bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden bâzıları vefât eder; yine içinizden bâzıları da ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.” (el-Hacc, 5)
“Çünkü Allâh, hakkın ta kendisidir; O, ölüleri diriltir, yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir.” (el-Hacc, 6)
“Kıyâmet vakti de gelecektir; bunda şüphe yoktur. Ve Allâh kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır.” (el-Hacc, 7)
Sûr'a Üfürülme
“Ba’sü ba’de’l-mevt’in ilk safhası, Sûr’un birinci defa üflenmesi ile başlar. Bunun netîcesinde herkes ölür. Daha sonra Sûr’un ikinci defa üflenmesi ile de, “ba’sü ba’de’l-mevt” gerçekleşir.
Allâh Teâlâ, bu hakîkati şöyle beyân buyurur:
“Sûr’a üflenince, Allâh’ın diledikleri müstesnâ olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar!” (ez-Zümer, 68)
Cenâb-ı Hak, o gün “ba’sü ba’de’l-mevt” ile dirilen insanların içine düşecekleri şaşkınlığı ve mahşerin dehşetini şöyle beyân buyurur:
“O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdîd edilegeldikleri gündür!” (el-Meâric, 43-44)
“Artık o gün, zulmedenlerin (beyân edecekleri) mâzeretleri fayda vermeyeceği gibi, onlardan (pişmanlık, tevbe ile) Allâh’ı hoşnûd etmeye çalışmaları da istenmez.” (er-Rûm, 57)
“O gün yer yarılır, onlar kabirlerinden sür’atle çıkarlar. Bu, bize göre kolay bir haşirdir.” (Kâf, 44)
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün, birtakım yüzler parlak, mütebessim ve sürûr içindedir. Yine o gün, birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.” (Abese, 34-42)
“(Ey insanlar!) Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı o günü (ölmeden evvel düşünün!) Yüzleri kararanlara: «İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azâbı!» (denilir.) Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allâh’ın rahmeti içindedirler; orada ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmrân, 106-107)
Mükemmel nizâm ve ilâhî saltanat
Selîm bir muhâkemeye sâhip olan insan düşünmez mi ki, kâinatta her şey, bir tek çekirdeğin patlamasından bahar şenliğine, doğumlardan ölümlere ve mikro âlemden makro âleme, zerrelerden kürelere kadar lâyıkıyla kavranması imkânsız bir nizâm ve intizâm içinde kıyâmete dek sonsuz bir âhenk ile devâm edip gider. Bu âhengin hâlıkı Allâh -celle celâlühû-, kâinatta insan idrâkini âciz bırakan bu mükemmel nizâm ve ilâhî saltanat içinde insanı hikmetsiz mi yaratmıştır?
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (el-Kıyâme, 36)
Kâinatta her zerre, Kur’ân’da her harf ve insanda her hücre, hiçbir şeyin abes yaratılmadığını, kendine mahsus bir lisân ile beyân hâlinde iken, insanın gaflete dalarak ilâhî hikmet ve hakîkatlere bîgâne kalması ne tuhaf bir şeydir!
Heyhât! Uyuyanların, uyuyanlardan alış-verişi ne olabilir? Ehl-i gafletin dünyâsı, çocukların gözlerini bağlayarak oynadıkları “körebe” oyunundan başka nedir?
Hakîkate âmâ kalbler, nebîlerin ve velîlerin kendilerine uzattıkları can kurtaran simitlerine, nefsânî ve behîmî arzularına ters düştüğü için îtirâz edegelmişlerdir. Akıllarının mahdut sınırları içinde ölümden uzak bir hayâl dünyâsı îmâr etmeye çalışmış ve bu hayal âleminde boş tesellîlerle avunmuşlardır.
Sineklerin teressübât üzerinde neş’elendikleri ve gıdâlandıkları gibi, zift dolu dünyâlarında sefâletlerini saâdet görmenin şaşkınlığı ile diri ölüler olarak cesedlerinin hamallığı içinde yaşarlar ve göçerler. Sırtları toprak bilmeyen nice zorbalar ve muhterisler, ölümün amansız darbesiyle yerlere serilmiş yatarlar!..
Dünyânın oyuncaklarından kurtulup gönül iklîmine girenler için ölüm, hakîkî hayâtın doğum noktasıdır. Ölüm, gölgeler âleminden aslî âleme bir intikaldir.
Şâyet ölümden kaçmak ve korkmak îcâb ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdır. Hâlbuki, gecelerin esrârına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz. Çünkü, sabahın gelmesi bir hilkat kâidesidir, ilâhî bir tanzîmdir.
O hâlde, ölümün koynundan bir hakîkat sabahına kalkılmasının da tabiî görülmesi îcâb eder. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırdığını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
“Kime uzun ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmezler mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68)
Ârif bir mütefekkirin ifâdesiyle; “Dünyâ, akıl sâhipleri için seyr-i bedâî (ilâhî tecellî, tanzîm ve sanatın müşâhedesiyle lezzetlenme ve duygulanma), ahmaklar için de yemek ve şehvetten ibârettir.” İnsanoğlunun, freni patlayan bir araba gibi akan ömür takvimine, ecel fırtınalarına, sonbahar hazanlarına lâkayt kalarak, bu âlemi alık ve abus bir heykel donukluğu içinde seyretmesi, fânî ihtiraslar uğruna demir kapılara yumruk vurması, koynuna gireceği toprak mâcerâsından korkup kaçması, âdî bir madde kaygısı ile hayâtını sürdürmesi, insanlık şeref ve haysiyetiyle ne derece kâbil-i te’lîftir?!
Kâinat kitabının hulâsası, fâtihası ve bütün esmâ tecellîlerinin mazharı olan insanın bu nizamdaki yeri, rûhânî ve mânevî gıdalarla beslenip yaratılışın nüsha-i kübrâsı ve kâmil bir zübdesi olmak değil midir? Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alış-verişlerin iptal noktası değil midir?
Yaz bulutu hâlinde geçen dünyâ hayâtı, âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise, bu, gündüzü akşamsız telakkî etmekten başka nedir?
Hak Teâlâ buyurur:
“Ey insanlar! Allâh’ın va’di elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh(ın rahmeti) ile sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)
İnsan, kendisine ve kâinat manzûmesine ibret nazarı ile baktığı zaman, dünyâ hayâtını nasıl yaşayacağını düşünmek mecbûriyetinde kalır. Ulvî gâyeler için yaşaması îcâb eden her insanı, hayatta en çok alâkadar eden gerçek, “ölüm” hâdisesidir. O muhteşem vedâ, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. “Ölüm”, dünyâ hayâtında sadece topraktan meydana gelen et ve kemik yapısını, yâni nefsânî yönünü geliştirip rûhânî yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazin bir tükeniştir!
Onlar, dünyâda saâdet zannettikleri sefâletlerinin fecî yüzünü ölümden sonra gelecek olan “ba’sü ba’de’l-mevt” ile idrâk edeceklerdir. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapmayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar!” (el-İnfitâr, 1-5)
Mahşer halkı, dünyâda kaldığı zamanı, âhiret âleminin ebedîliğine ve sonsuzluğuna kıyaslayarak şu şekilde değerlendirirler:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyâda) sadece bir akşam vakti, ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ hayâtını târif eden bir hadîs-i şerîfinde:
“Dünyâ benim neme gerek?.. Benim hâlim dünyâda bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 3; İbn-i Hanbel, I, 391) buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Hak, gerçek idrâk sâhiplerinin hâlini şu âyet-i kerîmede ne kadar güzel beyân eder:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191)
Sanat hârikası
Bütün cihân, hassas bir nizâm üzerine kurulmuştur. Her şeyde ince bir muvâzene kânunu hâkimdir. Semâlar ve yeryüzü, her türlü hâdiseleri ile eşsiz bir nizâm örneğidir. Güneş ve Ay bir hesapla doğup batmakta, gece ve gündüz birbiri ardından hesapla akmakta, bulutlar hesapla hareket etmekte, yağmurlar bir ölçü içinde toprağa damlamakta, yeryüzünün bahar ve hazanı, çiçeği, çemeni, ince, hassas bir hesapla meydana gelmekte; rızıklar, belli bir ölçü içinde muhtelif mahlûkâta ayrı ayrı hazırlanmaktadır. Böylece topyekûn kâinat, ilâhî bir hesap ve nizam içinde varlığını sürdürürken, âlemin en üstün varlığı, varlıkların ziyneti ve bir îcâd bedîası (sanat hârikası) olan insanın hesapsız, ölçüsüz, duygusuz, nizamsız ve mânâsız bir hayat sürmesinin mâkul olduğu düşünülebilir mi?
Hayat imtihanını vermek için yaratılan insan, aklî, hissî ve bedenî muvâzenelerini korumak mecbûriyetindedir.
İnsanın:
Aklî muvâzenesi, şaşmaz bilgilere, hak ve hakîkat nurlarına;
Hissî muvâzenesi, yâni kalbî âhengi, güzel ahlâk ve kalb-i selîme;
Bedenî muvâzenesi ise Hakk’a kulluk istikâmetindeki amelî kıymetlere dayanmaktadır ki, bütün bunların feyizli kaynağı, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’dir.
Kısacası “eşref-i mahlûkât” olan insan, kendisini îman ve amel-i sâlihlerle yücelterek kâinâttaki ilâhî âhengin muhtevâsına girmek mecbûriyetindedir.
Âyet-i kerîmede, insan, Kur’ân ve kâinat nizâmındaki ince ve hassas ölçülere dâir şöyle buyrulmaktadır:
“Rahmân (olan Allâh) Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti. Güneş ve Ay bir hesâba göre hareket etmektedir. Çemen ve ağaçlar secde ederler. Allâh semâyı yükseltti ve ona muvâzene (kânunu) koydu ki, mîzanda aşıp taşmayasınız! Ölçüyü adâletle kullanın da, (dünyâ ve âhiret) mîzânında zarara uğramayasınız!” (er-Rahmân, 1-9)
Yâ Rab! Bu âlemde bizleri hikmet ve esrâr hazîneleri olan sâlih kullarınla beraber eyle! Bizleri mahşer günü de onlarla haşreyle!..
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1]. Ölümden sonra dirilişe dâir Kur’ân-ı Kerîm’de verilen misâllerin bir diğeri de Bakara Sûresi’nin 260. âyet-i kerîmesinde yer alan kuşların dirilmesi hâdisesidir. Mâlumât için bkz. Nebîler Silsilesi, c. I, sf. 345-349.
[2]. Bkz. Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 98.
[3]. Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 226.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları