Ashabın İman Heyecanı ile İlgili Örnekler
Ashabın en belirgin vasfı neydi? Sahabe, İslam dinini nasıl bir iman (heyecanı) ile yaşardı? Ashab-ı kiramın iman heyecanı ile ilgili güzel örnekler...
İslâm’ın nûrunu, eşsiz güzelliklerini, bilhassa incelik ve zarâfetini yakından tanıyabilmek, ancak asr-ı saâdetin gönül iklîmine girebilmekle mümkündür. Asr-ı saâdet; insanlığa hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşayarak şereflendirdiği bir devirdir. Yine o devir, nübüvvet nûrunu devirlere ve diyarlara taşıyan, dünya tarihinde ahlâk, merhamet, fazîlet ve olgunluk-ta zirve teşkil eden bir sahâbe neslinin yetiştiği müstesnâ bir saâdet asrıdır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır.” buyurmuştur. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 1) Bu bakımdan asr-ı saâdet, mü’minlerin en ideal zaman kabûl ettikleri, hasret ve saygı duydukları eşsiz bir dönemdir.
ASHABIN İMAN HEYECANI İLE İLGİLİ ÖRNEKLER
Nebevî terbiye ile olgunlaşan ashâb-ı kirâm; insan, nefs, kâinat ve Allah -celle celâlühû- hakkında, yeni, saf, berrak, dupduru ve dosdoğru bir anlayış ve istikâmete erişti. Tebliğ, doğruluk, îtimad, emniyet, dürüstlük, maldan ve candan fedakârlık, bir tabiat-i asliye hâline geldi. Böylece insan nesli ahlâk ve şahsiyet bakımından en yüksek seviyeye ulaştı.
Ashabın En Belirgin Vasfı
Ashâb-ı kirâmın fârik ve hâkim vasfı, hayatı büyük bir îman aşk, vecd ve heyecanıyla şekillendirme gayretiydi. Bu îman heyecanının temelinde de Allah Rasûlü’nden tahsil ettikleri yoğun bir “rûhâniyet ve in’ikâs” vardı.
Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, o zamana kadar îman, hakîkat ve ahlâkî kıymet-lerden mahrum gönül âlemleri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki mânevî iklîmin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Allah Rasûlü’nün gönlünden ümmetinin gönüllerine akseden feyz, muhabbet ve rûhâniyet, kıyâmete kadar insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler meydana getirdi. Câhiliye karanlıklarında yetişen merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli, hak ve hukuk tanımaz sıradan bir insan; gözügönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve hikmet ehli bir mü’min hâline geldi.
İslam Hz. Ömer’i Değiştirdi
İşte “İslâm’dan önceki Ömer, İslâm’dan sonra Hazret-i Ömer” oldu. Yani İslâm’dan evvel sert ve haşin tabiatlı Ömer, eridi, bitti. İslâm’dan sonra ise aynı silüet içinde gözü yaşlı, gönlü muhabbet ve şefkat dolu, yerdeki karıncayı dahî incitmek istemeyen Hazret-i Ömer meydana geldi.
“Dicle’den geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyerek kendisini bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında un çuvalı ile mâtemlerin civârında gezer oldu. Cihânın akışından mes’ûl olması, kendisinin en büyük problemi hâline geldi.
“Lokmaların Zikrini Duyardık”
Diğer bir misâl de Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’tır. Mâzisi itibâriyle “deve çobanı” olan Hazret-i Abdullah, hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın rahle-i tedrîsinden geçince gönlü deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu. Kendi ifâdesiyle, “Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” diyordu. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25) İşte meşhur Kûfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünya’nın en büyük hukukçusu Ebû Hanîfe de bu mektebin talebesidir. O İmâm-ı Âzam ki insanlık tarihinin en meşhur hukukçuları olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabi-lir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tedris ve terbiyesi sâyesinde, mâzisi itibâriyle hiçbir şey olmayan insanlardan her şey olan, dünyaya yön veren insanlar zuhûr etti. Ölülerden diriler çıktı, kömürden elmas elde edildi.
İşte sahâbe, nübüvvet pınarından nâil olduğu yoğun in’ikâslar neticesinde Hakk’a akrabiyet, yani kalben Hakk’a yakınlığı tahsîl etti. Onların nazarında hak ve hayır bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in’ikâs ettirdiler.
Sahabenin Hayat Tarzı
Nasıl ki koskoca Güneş küçücük bir aynadan aksedebiliyorsa, sahâbe de gönlünde hep Allah Rasûlü’nün akislerini taşıdı. Allah Rasûlü gibi zühd ve riyâzat hâlinde yaşamayı hedefledi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, bu saâdet toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zira onların gönüllerine; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışı yerleşmişti. Bu yüzden onlar fânîliklerini hiçbir zaman unutmadılar. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtularak nefislerini sorgulayan, ince, zarif birer mü’min kimliği sergilediler. Dünün vahşî, bedevî insanları, fazîlette zirveleşerek melekler misâli saf ve berrak şahsiyetler hâline geldiler. Kalplerine Al-lah ve Rasûl’ünün muhabbetini yerleştirdiler. Böylece, okuma-yazma dahî bilmeyen o toplum, bilinmesi gereken en mühim bilgiyi, yani mârifetullâhı idrâk etti.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)
İşte ashâb-ı kirâm, âyet-i kerîmede ifâde edilen gerçek “hakkı, hakîkati ve hikmeti bilenler”den müteşekkil bir saâdet toplumu hâline geldi. İnsan, Allah -celle celâlühû-’yu aklen kavrayamayacak uzaklıkta iken, Allâh’ın insana ken-dinden bile daha yakın olduğu ve her an kulunu görmekte olduğu idrâki, yani ihsân kıvâmı gönüllerde yer etti.
İnsanlık; nezâket, zarâfet ve güzel ahlâk ile tanıştı. Kalpler; “Allah -celle celâlühû- bizden ne ister, O’nun rızâsına nasıl erebiliriz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizden ne ister, nasıl davranmamızı bekler, O’nu nasıl hoşnud edebiliriz?” düşünceleriyle doldu. Bu yüzden Allah Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna dahî; “Anam, babam, canım, Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah!” ifâdeleriyle mukâbele ediliyordu. Bu uğurda maldan ve candan nice fedakârlıklar yaşandı.
Kalplerde dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlıkta, merhamet ve fazîlette zirveleşen âbide şahsiyetler yetiştirmeye başladı. Îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı. Cömertlik ve diğergâm-lıkta zirve tablolar sergilendi. Sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklan-dı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine bir nîmet lûtfedildiğinde, ashâbına ikrâm edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu. “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” buyuruyordu. (Hâkim, II, 15)
Allah Rasûlü’nün âilesi bir kurban kestiğinde etleri hemen fukarâya dağıtılıyor, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kurbandan geriye ne kaldığını sorup da:
“−Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını aldığında:
“–Desene o kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” buyuruyordu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470)
İşte Allah Rasûlü’nün bu nebevî ahlâkından hisse alarak, insanın kendisine âit olacak asıl servetin, âhirete gönderebildiği hayırlar olduğunu idrâk eden ashâb, Allah rızâsı uğruna cömertlik, diğergâmlık ve fedakârlıkta kâ‘bına varılmaz davranış mükemmellikleri sergiliyordu.
Sahabenin Komşuluk Hassasiyeti
Yoksul bir sahâbîye ikrâm edilen bir koyun başı; “Komşum benden daha aç olabilir.” düşüncesiyle komşudan komşuya devredilerek yedi kapı dolaştıktan sonra ilk ikrâm edilene geri dönüyordu. Zira içlerinde en aç olanı, ilk ikrâm edilen idi. (Hâkim, II, 526)
Üç Sahabiye de Nasip Olmayan Su
Yermük Harbi’nde ağır yaralar alarak kızgın kumlar üzerinde şehîd olmak üzere bulunan üç sahâbî, harâretten kavrulan dudaklarını serinletmek üzere kendile-rine ikrâm edilen suyu; “Susuzluktan inleyen şu mü’min kardeşim o suya benden daha muhtaçtır.” düşüncesiyle ona gönderiyordu. Aynı fedakârlıkla suyu birbirine devreden bu üç sahâbî, susuzluktan kuruyup çatlayan dudakları ile şehâdet şerbetini içtiler. Dolu hâldeki su kırbası ise, üç şehidin ortasında olduğu gibi kaldı. (Hâkim, III, 270)
Bu üç şehîde son nefeslerinde su ikrâm etmeye çalışan Huzeyfe -radıyallâhu anh-, o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle dile getirir:
“–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duy-gulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabâlık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, onların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedakâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük bir îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”
Peygamberimizi En İyi Tanıyan Topluluk
Asr-ı saâdet toplumu, mârifetullah, yani Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Allah ve Rasûl’ünü yakînen tanıma devri idi.
Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sanatı, insandır. Bu sanatın zirvesi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Rabbimiz’in hârika bir sanat şâhikası olan Rasûlullâh’ı en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere izler intikâl ettiren de ashâb-ı kirâmdır.
Cenâb-ı Hak:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyici-dir.” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır. Allah Rasûlü’ne ittibâ hususunda zirve şahsiyetler de, şüphesiz ki O’nu en iyi tanıyıp idrâk eden, sahâbe-i kirâmdır.
Abdullah bin Ömer’in (ra.) Peygamberimiz’e Muhabbeti ve İtaati
Ashâb-ı kirâmdan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın Rasûlul-lah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve itaati çok câlib-i dik-kattir:
Abdullah -radıyallâhu anh-, Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra O’na olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları tâkip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efen-dimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece müslümanlarla selâmlaşmak niyetiyle sokağa çıktığı olur, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bineğinin üzerinde iken yö-nü hangi istikâmette olursa olsun tesbih eder, (nâfile namaz kılar, rükû ve secde için) başıyla îmâda bulunurdu. (Aynen kardaki izleri tâkip ederek yol alan bir kişi gibi) İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- da bir ömür Allah Rasûlü’nü taklid ederek yolculuklarında böyle yaptı. (Buhârî, Taksîru’s-Salât, 7, 8, 11, 12; Vitr, 5, 6; Müslim, Müsâfirîn, 39)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Kubâ’ya gittiğini gören Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- da ömrünün kalan kısmında aynen böyle yapardı. (Müslim, Hac, 521)
Sahabe Yahudiye de İkram Ederdi
Bir gün İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, âilesine:
“–Ondan Yahudî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.
“–Hayır!” cevâbını alınca da:
“–Bundan ona da gönderin. Zira ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
«Cebrâîl bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)
Hâsılı ona, yaptığı bir hareket sebebiyle, “Niçin böyle yapıyorsun?” diye sorulduğunda cevap hep aynı idi:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i böyle yaparken gördüm.”
Sahabenin İman Aşkı ve Heyecanı
Ashâb-ı kirâm, düşünce ve ideallerinin merkezine Allâh’ın rızâsını, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşnutluğunu yerleştirmişlerdi. Bu gâye uğrunda mal ve can bir vâsıta hükmüne girdi.
Îman aşkı ve heyecanıyla dolu olan genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine nâil olmak için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nun bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedakârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumuşlardı. Bu mukaddes vazi-fe uğrunda canlarını bile vermekten çekinmemişlerdi.
O mübârek nesilde, îmânın hakîkî lezzetine kavuşabilmek için îmânın en büyük meyvesi olan şefkat ve merhamet alabildiğine enginleşti. Öyle ki, mü’minleri zor zamanlarında büyük bir fedakârlıkla kucaklayan Ensâr, Allah yolunda vatanlarını ve servetlerini terk ederek kendilerine sığınan Muhâcirleri rahat ettirmeden huzur bulamıyordu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâb-ı kirâm arasında kıyâmete kadar gelecek mü’minlere ışık tutan örnek bir kardeşlik tesis etmişti. Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen bu kardeşlik, tarihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablo idi. Öyle ki Ensâr-ı Kirâm, âdeta mal beyânında bulunarak bütün varlıklarını ortaya koyup Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdi. Buna mukâbil gönülleri birer kanaat hazinesi hâline gelen o Muhâcirler de istiğnâ göstererek:
“−Malın ve mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu sergilemişlerdi. (Buhârî, Büyû, 1)
O mübârek nesil, hayatlarını Allah ve Rasûl’üne âmâde kıldı. Allah yolunda hizmet, hayatın lezzeti hâline geldi.
Abdullah bin Revâha’nın Adaleti
Asr-ı saâdette, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olacak bir îman nesli yetişti. Fertlerde gerçek bir İslâm şahsiyeti teşekkül etti. Bunun netice-sinde, sözlü tebliğ kadar hâl ile tebliğin de bereketli meyveleri toplandı:
Hayber zaferinden sonra ganimet hissesini almak için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin Revâha’yı vazifelendirmişti. Abdullah bin Revâha her yıl Hayber’e gider, alınması gereken miktârı tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzisini işleyen Yahudîler, Abdullâh’ın tahminde gös-terdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Abdullah ise onlara:
“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz, rüşvettir. Rüşvet ise ha-ramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.
Yahudîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:
“–İşte bu adâlet ve doğrulukla semâvat ve arz nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvattâ, Müsâkât, 2)
İmam Azam ile Mecusi
Ashâbın bu adâlet ve hakkâniyet duygusunun, onların izinden giden Tâbiîn neslinin büyüklerindeki sayısız akislerinden bir misâl de şöyledir:
Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir Mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere Mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını silkeleyince pislik Mecûsînin duvarına yapıştı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine karar veremeyen Ebû Hanîfe kendi kendine şöyle dedi:
“Eğer bunu bu hâlde bıraksam, Mecûsînin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan pisliği kazısam bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!”
Derken kapıyı çaldı, bir câriye çıkınca ona:
“–Efendine, Ebû Hanîfe kapıda bekliyor, diye haber ver!” dedi.
Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı.
Ebû Hanîfe ise:
“−Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.
“−Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.
Bu âlicenaplık karşısında vecd ve hassasiyet duyguları ile dolan Mecûsî:
“–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda Müslüman oldu.
Buradaki esas nükte şudur ki Ebû Hanîfe, bu ufacık şeyde mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını istemekten vazgeçtiği için mecûsî küfürden îmâna geldi. Zulüm ve haksızlıktan çekinen kimsenin ya Allah katındaki durumu nasıl olur? (Râzî, Tefsir-i Kebîr, I, 192)
Yukarıdaki bu kıssa, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin güzel ahlâkıyla birlikte, hâl ile tebliğin ehemmiyet ve bereketini sergileyen ne güzel bir misâldir.
İşte ashâb-ı kirâm, içinde böyle yıldız şahsiyetlerin bulunduğu bir “Tâbiîn” neslinin yetişmesine de âmil oldu. Onlar, bu fânî âlemden ebedî âleme irtihâl eder-ken kişiye fayda verecek şeyin, geride bırakılacak hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Allah Rasûlü’nün muazzez hayatından öğrenmişlerdi. Aynı şekilde Allah ve Rasûl’ünün huzûruna yüz akıyla varabilmek için de yine sâlih bir nesil yetiştirmenin en büyük sadaka-i câriye olduğunu, lâyıkıyla idrâk etmişlerdi. Bu sâyede vefât et-tikten sonra bile mâzî olmadılar, mü’minlerin gönüllerinde çağları aşan bir hayat ve hayır duâlar ile anılma nîmetine nâil oldular.
Tarık Bin Ziyad’ın Nefis Muhasebesi
Bu sâlih nesilden sonra öyle bir îman heyecanı cihânı kapladı ki Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târık, kralın hazineleri üzerine ayağını koymuş, kendi kendine şöyle diyordu:
“Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!”
Bu nasıl bir terbiyedir ki bir kölenin şahsiyetini inşâ ediyor ve onu fazîletin zirvesine ulaştırıyor!.. Daha sonra da onu dâimî bir nefis muhâsebesi iklîminde yaşatıyor…
Ashabın İman Heyecanı
Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesi ile yetişen sahâbe-i kirâm, îman aşk ve vecdi ile bütün enerjilerini îlâ-yı kelimetullâh dâvâsına hasrettiler. Ashâb için haya-tın en zevkli ve en mânâlı anları, insan soyuna tevhîdin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Zira onlar, insanların akıllarını ve gönüllerini kazanarak rızâ-yı ilâhîye ermeyi hedefliyorlardı.
Allah Rasûlü’nün meşhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen -takrîben- 120 bin sahâbîden ancak 20 bin civârının Mekke ve Medîne’de medfûn olduğu düşünülürse, tebliğ vazifesinin ashâb-ı kirâm tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecan şerâresi hâlinde yaşandığı, daha iyi idrâk edilebilir. Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden ashâb-ı kirâm, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın hidâyet kaderinde şerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı.
O diğergâm insanların samimî gayretleri, çağları ve zamanları şekillendirdi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet hediye edildi… Bu îman heyecanıyla, başlangıçta bir kilometre kare olan Medîne site devletinin sınırları, on yıl sonra Filistin ve Irak’a dayandı. Bin beş yüz kişilik Medîne site devletinin nüfusu, on sene sonra yüz elli bin mü’mine ulaştı.
Bugün yeryüzünde bir buçuk milyarlık bir İslâm âlemi var iken hâlâ dünün câhiliye vahşîlikleri yaşanıyorsa, îman edenlerin sayısı asr-ı saâdetteki gibi hızla çoğalmıyorsa, üstelik îmânî bakımdan kayıplar yaşanıyorsa, sahâbî aşk ve heyecanına ihtiyacımız had safhada demektir…
Sahâbî, gerektiğinde bir hadîs-i şerîfi almak ve onu topluma aktarabilmek için, o zamanın çetin şartları altında bir aylık yol gidiyordu. Atını boş yem torbası göstererek kandıran bir şahıstan hadîs almıyordu. Zira bunu, bir şahsiyet zaafı olarak telâkkî ediyor; ahlâkı böyle bir zaafla illetli birinin nakledeceği bilgiyi mûteber saymıyordu.
Ashâb-ı kirâm, dînini doğru öğrenip öğretmekte bu kadar titizlik ve gayret gösterirken, bugün bizler bu İslâm şahsiyetini ne kadar sergileyebiliyoruz? İslâm nîmetinin bizlere intikâlinde üstlendikleri şerefli vazifeden dolayı onlara ne kadar şükran duyguları içindeyiz? Onların îman heyecanından bizde ne kadar eser var? Bu husustaki durumumuzu yeterince mîzân edebiliyor muyuz?
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR