Asr-ı Saadet Nedir, Hangi Döneme Denir?
Asr-ı Saâdet nedir, hangi döneme denir? İşte tarihin şahit olduğu en ideal toplum: Asr-ı Saâdet...
İslam tarihinde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatta olduğu döneme Asr-ı Saadet denir. Arapça “Asr” ve “Saâdet” kelimelerinden meydana gelen Asr-ı Saâdet terimi “mutluluk dönemi, insanların en bahtiyar oldukları çağ” anlamına gelmektedir.
ASR-I SAADET TOPLUMU NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Peygamber Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm ile gerçekleştirdiği yüksek ahlâk o kadar tesirliydi ki, daha evvel yarı vahşî, çoğu insanlıktan habersiz bir câhiliye toplumu, çok kısa bir sürede insanlık târihinin hâlâ gıpta ettiği “sahâbe” hüviyetiyle, hayâl ötesi bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. Câhil ve cânî insanlar, kültürlü; vahşî kimseler, medenî; mücrim ve süflî karakterli kişiler, müttakî, yâni Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan fevkalâde sâlih ve rikkat-i kalbiyye sahibi kimseler hâline geldi.
Bir insan düşünün ki, kız çocuğunu diri diri toprağa gömebilecek kadar kalbi taşlaşmış ve vahşî tabiatlı… Sahip olduğu köleyi, herhangi bir maddî eşyâ gibi basit bir mal olarak telâkkî edip ona insanlık dışı muâmeleleri revâ görecek kadar zâlim!.. Bu kaba ve câhil insan, İslâm’a girip hidâyet bulduktan sonra, ilimde, ahlâkta, edepte, insanlıkta bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. Câhiliye devrindeyken insanlık ve medeniyet seviyesi bakımından dibe vurmuş olan bu insan, İslâm ahkâmıyla yaşamaya başlayınca Everest Tepesi’nin zirvesi hâline geldi.
Asırlar boyu kayda değer bir tek adam yetiştirememiş olan câhiliye toplumu, Allah Resûlü’nün irşad ve rûhâniyeti sâyesinde, ulvî vasıflarla bezenmiş, insanlığa örnek olabilecek çapta pek çok âbide insan çıkardı. Ve onlar, Kur’ân ve Sünnet’ten aldıkları feyzi, birer îman, ilim ve irfan meş’alesi hâlinde dünyânın dört bir bucağına taşıdılar. Çöle İnen Nûr, sonsuzluğu rahmet kanatları altına alarak bütün insanlığa hak ve adâlet tevzî etti.
ASR-I SAADET İNSANLARI
İnsanlık âlemi için en mükemmel bir örnek olan Allah Resûlü’nün terbiyesinde yetişen Asr-ı Saâdet insanları, bir mârifet toplumu idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Cenâb-ı Hakk’ı ve Rasûlü’nü yakından tanıma devri idi.
Sahâbe-i kirâm, düşüncenin ve idealin merkezine tevhîd dâvâsını yerleştirdi. Dünyevî menfaatleri, nefsânî ihtirasları, kalplere yer eden hevâ ve heves ilâhlarını bertaraf etmeye muvaffak oldu. Mal ve can, gâye olmaktan çıkıp vâsıta hükmüne girdi. Îmânın lezzeti tadıldı. Merhamet enginleşti. Hizmet, hayat tarzı oldu. Büyük bir gayret ve fedâkârlıkla İslâm şahsiyeti sergilendi. Bir hadîs almak için sahâbî bir aylık yol gitti ve döndü. Atını kandıran râvînin hadîsini almadı.
Onlar cömertti, merhametliydi, hizmet ehliydi, fedâkârdı, diğergâmdı, îsar ehliydi, ibâdet iştiyâkıyla doluydu…
Ashâb-ı kirâmda Allah, kâinât ve nefs üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşin, küçük bir aynaya aksetmesi gibi, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, gâyeleri oldu. Bu sâyede onların hayâtında hayır ve hak bütün güzelliği ile, şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti.
Sahâbe-i kirâm Mekke’de bir îman imtihânı yaşadı. Îmânına engel teşkil edecek bütün mânîleri bertarâf etti. An geldi malını, yeri geldi canını fedâ etti. Mekke’de yaşanan îmânın vecd ve heyecanı, Medîne’deki emsâlsiz bir medeniyetin rûhânî dokusunu hazırladı.
Medîne’de kurulan ve yaklaşık dört yüz âileden müteşekkil küçük İslâmî site devletinin hudutları on senede Irak’a ve Filistin’e ulaştı. Resûlullah’ın vefâtı esnâsında Bizans ve İran’la harp hâli yaşanıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki hâli, tavrı, yaşayış tarzı, refah seviyesi ve evlerinin hendesesi değişmemişti. Riyâzat hâlinde yaşamaya devâm ediyorlardı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. Onlar dâimâ; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır.” idrâki içinde idiler. Bu sebeple dünyâ nîmetlerini kendi nefislerine tahsis etmekten ve haddinden fazla kullanmaktan dâimâ kaçındılar. Îmânın lezzet ve heyecânı ile bu nîmetleri insanlığın hidâyet ve saâdeti için vâsıta olarak kullandılar. Hayatlarını Allâh’ın rızâsını kazanma istikâmetinde şekillendirdiler.
Nitekim İslâm’ın mazlum, ezilmiş, itilmiş ve sömürülmüş insan toplulukları arasında sabâhın fecri gibi sür’atle ve berrak bir şekilde yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın, ulaştığı her yerde mükemmel bir İslâm kimliği sergilemesi idi. Zîrâ Allah Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarı ile bakan, diğergâm, dürüst, âdil, ganî gönüllü, risâlet nûru ile dolu müstesnâ mü’minlerdi.
Onlar dostluğun merkezine Allah ve Resûlü’nü yerleştirmişlerdi. Böylece okuma yazma bilmeyen bir toplum, medeniyette zirveleşmişti. Bütün kalbler: “Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncesinin ulvî heyecânı içindeydi.
Onlar, nefs-i emmârenin şerrinden kurtulup nefislerini sorgulayan bir mü’min hâline geldiler. Nefsânî duyguları körelttiler. Fıtrattan gelen ulvî istîdatları tekâmül ettirmek sûretiyle “vuslat”ta mesâfe aldılar. Vahşî ve bedevî insanlar, melekler misâli lâtif bir hâle büründüler. İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer oldu.
Kız çocuğunu annesinin yüreğinden kopararak diri diri gömmeye götüren vahşî insan, İslâm’dan sonra gözü yaşlı, gönlü rakîk bir şefkat meleği oldu. Gönüller bir dergâh hâline geldi. Yorgun sineler huzur ve tesellî buldu. Kalpler, dullara, yetimlere ve kimsesizlere sığınak ve barınak oldu.
Zulüm ve cehâlet bakımından, tâbiri câiz ise Hind Okyanusu’nun en dibindeki insan, Allah Resûlü’nün kalbî dokusundan hisse alınca, hak ve adâlet duygusunda, fazîlet hissinde, Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat ve merhamette zirveleşti.
Onlar Kur’ân mûcizesinin canlı birer misâli idiler. Onlar firâset, dirâyet ve insanî değerleri temsilde zirveye ulaşmış, insanlığın fazîlet zirvesi olmuşlardı.
SAHABEYİ KEMALE ERDİREN HUSUSLAR
O devirde mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonları, büyük bir âhenk içinde ve müştereken kullanıldı. Mü’minde heyecan ve aşk unsuru canlı tutularak tefekkür derinleşti. İnsanlar bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde yaşadılar. Kalpleri, ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ oldu. Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker için Çin’e, Semerkand’a yaptıkları yolculuklarında yorulmadılar ve usanmadılar. Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-, hidâyetlere vesîle olma arzusuyla ve Allah yolunda hizmet husûsunda en ufak bir gevşeklik göstermeme hassâsiyetiyle, 80 küsur yaşında iki defâ İstanbul seferine iştirâk etti. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın; “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”[1] fermân-ı ilâhîsindeki büyük ihtar, dâimâ yüreğini titretiyordu. Arkasından gelen emsalleri de Endülüs’e kadar hidâyet tevzî ettiler. Onlardan asırlar sonra gelen ve 400 atlıyla temelleri atılan Osmanlı Devleti’nin ilk üç asrı ise, âdeta sahâbe devrinin zaman zaman tekrarlanan bir misâli idi.
Önceleri koyu karanlıklar içinde yaşayan bir câhiliye toplumu, Efendimiz’in irşâdıyla “gerçek bilenler” hâline geldi. Tefekkürler inkişâf etti. İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişi ve benzeri hikmet dolu hâdiseler üzerinde derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.
Ashâb-ı kirâm, güzel bir müslüman şahsiyeti sergiledi. Her türlü fedâkârlığa katlanarak her nefeste ve her davranışta Allâh’ın rızâsını aradı. Böyle bir gönül kıvâmı içinde, iyiyi, güzeli, hayrı ve doğruyu tavsiye edip, kötülükten, çirkin davranışlardan, ahlâksızlıktan sakındırdılar. Onlar için hayâtın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlar oldu. Îdâm edilmek üzere iken kendisine üç dakîka zaman tanıyan nasipsiz bedbahta, sahâbî teşekkür etti ve:
“−Demek ki tebliğ için üç dakîkalık vaktim var.” dedi.
Velhâsıl ashâb-ı kirâm Kur’ân ile beraber ve Kur’ân için yaşadılar ve hayatlarını Kur’ân’a adadılar. Onlar târihte görülmemiş bir gayret ve hizmet sergilediler. İşkenceye, baskıya, zulme mâruz kaldılar, lâkin inandıkları değerlerden asla tâviz vermediler. Allâh’ın gönderdiği âyetleri yaşayabilmek için mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret ettiler, bu uğurda her şeylerini fedâ ettiler.
Her bir âyeti gereği gibi öğrenme ve onu yaşama gayreti içinde oldular. Onlar en tehlikeli anlarda bile Kur’ân’dan ayrılmadılar.
Peygamber Efendimiz’in bir sefer esnâsında nöbetçi bıraktığı Abbâd (r.a.), namaza durmuştu. Düşman ok atmaya başladı. Abbâd (r.a.) ancak iki-üç ok yedikten sonra nöbetçi arkadaşı Hazret-i Ammâr’a haber verdi. Ammâr (r.a.):
“–İlk vurulduğunda niçin haber vermedin?” deyince:
“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397)
Ashâb-ı kirâm, Kur’ân muhtevâsında bir hayat yaşıyordu. Dînin her rüknü onlar için doyumsuz bir lezzet idi. Nâzil olan her âyet, onlar için sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler; Kur’ân’ı telâkkî edebilmek, yaşamak ve güzel bir numûne olabilmek içindi.
Nikâh esnâsında bir sahâbî hanımın, kocasının kendisine Kur’ân’dan bildiği kısımları öğretmesini mehir bedeli olarak istemesi, onların nasıl bir îman heyecânı taşıdıklarını gösteren ne muhteşem bir fazîlet tablosudur.[2]
O sahâbîler gece kalkıp namaz kılmayı, seherlerde evrâd u ezkârlarını îfâ etmeyi ve Kur’ân okumayı, sıcak yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınından geçenler, arı uğultusu gibi zikir ve Kur’ân nağmeleri işitiyordu. Peygamber Efendimiz onlara en zor şartlarda dahî Kur’ân’ı tâlim ediyordu.
Ebû Talha -radıyallâhu anh- birgün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayakta durmuş Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. O Rasûller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
İşte onların en mühim meşgûliyeti, Allâh’ın kitâbını anlamak, öğrenmek ve hikmet tecellîlerine nâil olabilmek ve muktezâsınca amel etmekti. Hayâtın lezzetini Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak, dinlemek ve yaşamakta buluyorlardı.
Sahâbe-i kirâm, Allah Resûlü’nü örnek aldılar, nihâyetinde Medîne-i Münevvere hâfız ve âlimlerle doldu.
SAHÂBEYİ KUR’ÂN-I KERÎM’E YÖNLENDİREN FAKTÖRLER NELERDİ?
–Onlar ümmî olup hiçbir kültürün tesiri altında kalmamışlardı. Daha sonra bütün zihnî ve kalbî güçlerini Kur’ân-ı Kerîm’e teksîf ettiler. Böylece zirve bir kültür meydana geldi. Bu kültür, zulüm ve haksızlığın önünü kesti, bütün mahlûkâta huzurlu bir hayat hakkı tanıdı.
–Kur’ân âyetlerinin peyderpey nâzil olması, ezberlenmesini ve tatbikâtını kolaylaştırdı, tedrîcî bir eğitim oldu.
–Namazda Kur’ân okumanın zarûrî kılınması, kendilerine dâimî bir Kur’ân telkini oldu ve böylece Kur’ân ile ünsiyet arttı.
–Verdikleri hükümlerin ve yaptıkları amellerin isâbetli olması için Kur’ân kıssalarından ibret aldılar.
İşte Kur’ân’ın kısa bir sürede ortaya çıkardığı Asr-ı Saâdet böyle bir devir idi. Bütün dünyâ o asrın güzîde toplumunu hayranlık içinde seyretti, bugün de hâlâ hayranlığını izhâr etmektedir.
Acaba 21. asırda dünyâdaki bütün psikologlar, sosyologlar, pedagoglar, sosyal-antropologlar, toplum mühendisleri, filozoflar ve emsalleri bir araya gelseler, Asr-ı Saâdet toplumunun kâ’bına varabilecek kıvamda yüce hasletlerle donanmış birkaç insan terbiye edebilirler mi?
İslâm hukûku metodolojisinin en mühim sîmâlarından olan Karâfî (v. 684):
“Resûlullah’ın, başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm dahî, O’nun peygamberliğini ispat etmeye kâfî gelirdi.” demiştir.
Asr-ı Saâdet’i meydana getiren Kur’ân-ı Kerîm, bugün de hâlâ tâzeliğini, tesirini ve geçerliliğini devâm ettirmektedir. Kur’ân’a sarılan toplumlar her zaman için âbâd olmakta, onu ihmâl ve terk edenler ise perişan olup gitmektedir. Nitekim Kur’ân’ın adâlet ve hürriyet prensiplerini inceleyen La Fayette (v. 1834), Peygamber Efendimiz’i kastederek:
“Ey şanlı Arap! Sen ne kadar takdîr edilsen azdır! Zîrâ Sen, adâletin tâ kendisini bulmuşsun!” diye hayranlığını dile getirmiştir. (Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289)
Buna mukâbil, akılları vahiy ile terbiye edilmemiş feylesofların, ictimâî huzur ve sükûn ile ahlâk nâmına ortaya koydukları -müsbet veya menfî- fikirler ise, umûmiyetle kütüphânelerin tozlu raflarındaki kitaplarda kalmış, hayâta intikâl edenlerinin de ömürleri çok kısa sürmüştür. Zaten bu feylesoflar, söylediklerini ne kendi hayatlarında ne de fikirlerini tâkip eden insanlar üzerinde örneklendirebilmişlerdir. Onların fikirleri, sırf bir nazariye olarak kalmıştır.
Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahiyden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayâtına tatbîk ederek saâdete kavuşmuş, tek bir kişi bile göremeyiz. Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı “güzellik şehri ve ideal toplum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden en mühim eseri “el-Medînetü’l-Fâdıla: Fazîletler Şehri” bile, hiçbir tatbik imkânı bulamamıştır. İhtivâ ettiği fikirler, kitap satırlarından dışarıya çıkamamış, ancak kağıt kemiren güvelerin midelerinde yem olarak kalmıştır. Çünkü bunlar, yaşanılarak söylenmiş ve murâd-ı ilâhîye muvâfık düşen ilâhî kaynaklı şeyler değildir.
[1] el-Bakara, 195.
[2] Bkz. Buhârî, Nikâh, 6, 32, 35; Fedâilü’l-Kur’ân, 21, 22; Müslim, Nikâh, 76.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları
YORUMLAR