Asr-ı Saadet ve Tasavvuf
Asr-ı Saâdet'de tasavvufi bir hayat var mıydı? Yoksa tasavvuf bazı kimselerin iddaa ettiği gibi sonradan ihdas edilmiş bir hayat tarzı mıdır? Allah Resul'ü ve ashabının yaşayışından örnekler ışığında tasavvufi hayatın temel kaynağı nedir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu sorulara cevap veriyor.
“Asr-ı saâdette tasavvufî bir hayat var mıydı? Yoksa tasavvuf, bazı kimselerin iddiâ ettiği gibi sonradan ihdâs edilmiş bir hayat tarzı mıdır? Allah Rasûlü ve Ashâb-ı Kirâm’ın yaşayışlarından örnekler ışığında, tasavvufî hayatın temel kaynağını izah eder misiniz?”
Böyle bir soru geldi. O sorunun -inşâallah- cevabını vermeye gayret ederiz -inşâallah- Rabbimiz’in lûtfuyla.
Cenâb-ı Hak, bizlere “kâmil insan” modelini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek şahsında sergilemiştir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatın her safhasında Cenâb-ı Hak; “üsve-i hasene / örnek şahsiyet, örnek karakter”. (Bkz. el-Ahzâb, 21) Kıyamete kadar gelen bütün insanlar için örnek şahsiyet, örnek karakter. Örnek karakter olduğu için, insanları “terbiye” ve “tezkiye” etme hususunda da en güzel örnektir.
Velhâsıl kul, tezkiye olacak, terbiye olacak, Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olacak. Dâru’s-Selâm/Cennet’e davetine icâbet edecek.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakk’ın dostu olacak. Nisâ Sûresi’nin 80. âyetinde:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…”)
Cenâb-ı Hak iki itaati birleştiriyor. Rasûlullah Efendimiz’e itaat, Allâh’a itaat, aynı itaat olmuş oluyor.
Peygamberler -mâlum- 3 vazifeyle geliyor:
Birincisi; tebliğ: Allâh’ın âyetlerini tebliğ etmek.
İkinci vazifesi; “وَيُزَكِّيهِمْ” tezkiye etmek. Yani Allah’tan uzaklaştıracak bütün vasıflardan temizlemek. Nefsânî arzuları bertaraf etmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek.
Üçüncü olarak da; Kitap ve hikmeti telâkkî ettirmek. Yani Kur’ân-ı Kerîm ile derinleşme ve hikmet; bâtınî ve sırrî tarafının kalplerde tecellî etmesi. (Bkz. el-Bakara, 129; Âl-i İmrân, 164; el-Cumua, 2)
Rasûlullah Efendimiz’in birçok vazifesinin yanında dört vazife en başta geliyor. Bunlardan birinci vazife;
İlâhî vahyi almak, telâkkî etmek ve tebliğ etmek. Hâtemü’l-Enbiyâ olduğu için, son, kıyâmete kadar cârî, bütün âyetler ve Efendimiz’in buyurduğu hadîs-i şerîfler.
İkincisi: İlmî salâhiyet. Bu da müçtehitlerle devam ediyor, devam edecek, ilmî salâhiyet. Bunlar, mezhepleri meydana getiriyor. Bunlar bir rahmet, Efendimiz rahmet olduğunu bildiriyor. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” buyuruyor. (Âcurrî, eş-Şerîa, IV, 1690, Riyad, 1420)
Diğer bir salâhiyet, idârî bir salâhiyet. O da Efendimiz’in idarecilere olan yön göstermesi… “30 sene sahih bir hilâfet” buyuruyor. 29,5 sene Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti (ile tamamlanıyor), 6 ay da Hasan -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti, 30 sene tamamlanıyor. Ondan sonra “karışık” buyuruyor. “Zaman zaman saltanat, zaman zaman hilâfet.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4646; Ahmed, V, 50, 220, 221)
Dördüncüsü; ruhlarda tasarruf etme. Ruhlarda tasarruf etmek sûretiyle insanların iç âlemlerini tezkiye etme ve tasfiye etme. Efendimiz’in bu vazifesinin/salâhiyetinin nesilden nesile teselsülü, tasavvufun temelini teşkil ediyor.
Nasıl ki Rasûlullah Efendimiz’e ait vahiy alma dışındaki bütün vazifelerin, O’nu takip edenler tarafından bir şekilde devam ettirilmesi zarûrî ise, O’nun, insanların iç âlemini tezkiye etmesi, tasfiye edip mânevî olgunluğa ulaştırma vazifesinin de peygamber vârisi mürşid-i kâmiller tarafından devam ettirilmesi, aynı şekilde zarûrîdir.
Bu Hak dostları kimlerdir?
Hak dostları, nefsânî arzularını bertaraf edip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmiş, zâhir ve bâtınen Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsında yaşayan, Rasûlullah Efendimiz’in zamana yayılmış zirve temsilcileridir. Bunlarla bu yol da devam etmektedir.
Tasavvufun ana menşei Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde mevcut olan bu nebevî faaliyetin, her zaman ve mekânda devam ettirilmesidir.
Nasıl, Rasûlullah Efendimiz’de bütün ilimler vardı; ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başladı. Tasavvuf da hicrî 2. asra tekâbül eden zamanda, o da bir ilim hâlinde tedvin edildi.
Diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufun da engin muhtevası, telkîn ettiği “zühd” ve “takvâ” duygusu, insanları ulaştırmak istediği “ihsan” ve “Rabbânîlik” ufku ile aynı minvalde asr-ı saâdette yaşanıyordu.
Zühd yaşanıyordu. Yani dünya nîmetlerinden, nefsi meşgul edici dünya nîmetlerinden müstağnî olabilme ve takvâ; nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, ilâhî kameraların altında olduğunun kalpte şuur ve idrâk hâline gelebilmesi, ashâb-ı kirâmda devam ediyordu. Yani ihsan…
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])
Yani bu Rabbânîlik ufku, aynı minvalde asr-ı saâdette yaşanıyordu.
Takvâ, zühd, ihsan, Rabbânîlik ve benzeri mefhumlar, hicrî ikinci asırda tedvin edilerek tasavvuf adı altında ifade edildi.
Bu itibarla tasavvuftan ne anladığımızı ifade edelim:
Muhtelif tarifler yapılmıştır Hak dostları tarafından. Biri:
Kalbin sâfiyet kazanması, Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatı. Yani “لِيَعْرِفُونِ”…
“لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak.
“لِيَعْرِفُونِ” Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek, mârifetullah.
Yani îmânı “ihsân” ufkuna taşımanın diğer bir adı. Dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifadeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşanması.
Bir arınma disiplini tasavvuf. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yolu. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiye olmuş oluyor. Yani nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mektep olmuş oluyor.
Ve buyruluyor; “Nefse karşı sulhü olmayan bir cenk.”
Son nefese kadar nefisle bir mücâdele. Yani Kitap ve Sünnet üzere, istikâmetinde yaşayabilme sanatı. Allâh’a, sâlih ve sâliha bir kul olabilme mahâreti.
Maddî ve mânevî bakımdan kendisini ikmâl etmiş olan mü’minlerin diğergâm bir gönülle insanlara yönelerek onların noksanlarını telâfi etmeye çalışma ve bunun mes’ûliyeti.
Hayvanâta ise, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelebilmesi.
Diğer bir ifadesi:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kalbin yoğrulması.
Yine aşk ile yakından tanıyabilme mahâreti Rasûlullah Efendimiz’i.
Bu tariflerin en güzel sözcüsü olarak Mevlânâ’nın bir tarifi var, kendine izâfe ederek:
من بندهء قرآنم اكر جان دارم
مـن خــاك ره محـمد مخـتـارم
“Bu can, bu tende oldukça Kur’ân’ın kuluyum, kölesiyim; Muhammed Mustafa Muhtâr’ın mübârek yolunun toprağıyım…”
Bütün tariflerin muhtevâsını -Mevlânâ bütün Allah dostlarının sözcüsü olarak bu şekilde ifade etmiş oluyor.
Yani tasavvuf, zihnî bilgilerle beraber, Rasûlullah Efendimiz’in gönül dokusundan hisse alarak, O’na benzeme gayreti.
Zaten okunan âyet-i kerîme de, Fetih Sûresi’nin son âyeti, Rasûlullah Efendimiz’in yanında bulunanların, Cenâb-ı Hak vasıflarını bildiriyor.
Asr-ı Saâdet Toplumu:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; zulüm, vahşet, haksızlık, bâtıllara gömülmüş olan bir “câhiliye toplumu”nu ıslah ve terbiye ederek; ahlâk, fazîlet ve medeniyette bir zirve “asr-ı saâdet toplumu” meydana getirdi. Bir fazîletler toplumu meydana getirdi.
Rasûlullah Efendimiz’in muallimi, Cenâb-ı Hak’tı. Eşi ve benzeri olmayan bir toplum meydana geldi.
Bir düşünelim ki, kız çocuğunu diri diri toprağa gömecek kadar kalbi katılaşmış, vahşî tabiatlı insanlar…
Sahip olduğu köleyi, herhangi bir maddî eşyâ gibi telâkkî edip ona insanlık dışı muâmeleleri revâ görecek kadar zâlim!.. Acımasız bir kast sistemi!..
Hattâ Ebû Süfyan’ın karısı dedi ki:
“–Böyle din mi olur?!” dedi Hind. “Ben dedi, bir köleyle, fakirlerle beraber mi olacağım?!.”
Tam bir kast sistemiydi.
İşte bu kaba ve câhil insanlar, Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan hisse alıp nebevî terbiyeden geçtikten sonra, ilimde, ahlâkta, edepte, hulâsa insanlıkta bir “fazîlet medeniyeti” meydana getirdiler.
Bu fazîlet medeniyeti, rahmet insanını meydana getirdi. Cenâb-ı Hak en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Efendimiz’in “raûf ve rahîm” esmâsını bildiriyor. Bir mü’min de, kâmil bir mü’min, kâmile bir mü’min de “rahmet insanı” olacak.
Yani yeryüzünde Allâh’ın temsilcisi ve dînin şâhidi olarak yaşayacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Sizi bir ılımlı ümmet olarak (hayırhah bir ümmet olarak, istîdatlı bir ümmet olarak) yarattık, siz yeryüzünde (Allâh’ın) şâhitlerisiniz (yani Allâh’ın dînini temsil edersiniz), Peygamber de size (kıyâmet günü) şahit olsun…” (el-Bakara, 143)
Bu şâhitliği de en güzel bir şekilde ifa edebilmek için nefsî arzular bertaraf edilecek, rûhânî istîdatlar inkişâf ettirmenin gayretinde olacak.
Bunun neticesinde kalpten kibir (bir felâket, kökü Cehennem’de olan bir hâdise) kibir kazınacak, enâniyet bitecek. Dedikodu, iftirâ, yalan, israf, cimrilik ve kötü emsâl hasletler, o mü’minde son bulacak. Bu kötü hasletlerden, ateşten kaçar gibi kaçacak.
Bunlar “lâ ilâhe”, yani bunlardan “lâ ilâhe”, baştan nefy, yani bunlar kalpteki bir cerahat. Kalpteki bu cerahatler temizlenecek. Kalpte, cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, nezâket, tevâzu, zarâfet, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle kalp müzeyyen hâle gelecek. Zarif ve ince ruhlu bir mü’min şahsiyeti meydana gelecek. Kendini daima nefsânî manzaralar seyretmekten, gözünü-gönlünü koruyacak. Ebedî saâdeti kül eden bir ateş gibi onları görecek.
Diğer taraftan, seyrettiği Rahmânî her manzara kendisine derin bir tefekkür ufku açacak. Zira tefekkür bir îman anahtarıdır.
Bulunduğu zamanda ve mekânda âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz’in bir temsilcisi olabilme gayretinde olacak. “Ben, 1450 sene sonra Rasûlullah Efendimiz’in gelen ben bir elçisiyim...” Kendisini bu şekilde istikâmetlendirecek.
Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdinde olacak.
Bütün mü’minlerin kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde yaşayacak.
Gönlünü bir dergâh hâline getirecek. Bütün insanların neşesi ve hüznü o gönülde olacak.
Değişen şartlarda muvâzeneyi kaybetmeyecek, daima Allah rızâsı hâlinde olacak, med-cezirler içinde. Hamd, şükür hâlini yaşayacak.
Karşılaştığı her hayrın, başına gelen her işlerin, kulluk seviyesinin test edildiğinin, bir imtihan olduğunun idrâki içinde olacak.
Ölümü hiçbir zaman unutmayacak. Daima; “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Bir âhiret endişesi içinde olacak.
Benliğini bertaraf edecek:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
“İbâdurrahman” olacak: Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullardan olacak.
Diğergâm olacak: Baştan kendisini düşünmek yerine daima “kardeşim, önce sen” diyecek. Din kardeşi için kendisinden ferâgat edecek ve îsar hâlinde olacak.
Vakıf insanı olacak.
Helâlin istikâmetinde olacak, haramdan şiddetle kaçınacak.
Fakirlikte ve zenginlikte, iktisâdı bırakmayacak. Mülkün Cenâb-ı Hakk’ın olduğu şuuru içinde olacak. Kendisini bir veznedar olarak telâkkî edecek. Bollukta şımarmayacak, şaşırmayacak ve taşmayacak. Darlıkta ise isyan etmeyecek.
Sîmâsından İslâm’ın getirdiği huzurla bir tebessüm hâlinde olacak. Sîmâsında “مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” (secde izi) (Bkz. el-Fetih, 29) O şekilde bir rûhâniyet olacak.
Velhâsıl bunu saymakla bitiremeyiz, bu rahmet insanı vasıflarını. Cenâb-ı Hak cümlemize bu rahmet insanı olmayı nasîb eylesin.
Ashâb-ı kirâma baktığımız zaman…
Cenâb-ı Hak:
“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Ashâb-ı kirâmın hemen hemen belki yüzde doksanı okuma-yazma bilmiyordu. Rasûlullah Efendimiz onların hiçbirinin eline bir kalem vermedi. Rasûlullah Efendimiz o cehâletten nasıl bir fazîletler medeniyeti inşâ etti? Önce koyu karanlıklar içinde yaşayan o câhiliye toplumu, Efendimiz’in irşâdıyla “gerçek bilenler”den oldu.
Cenâb-ı Hak:
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu.
Tefekkür gelişti: İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşun ufacık bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok denecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri, yağmur vesîlesiyle bütün mahlukâtın topraktan mutfağının hazırlanması ve emsâlleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı…
Hayat, Allah rızâsına endekslendi.
Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîde kalplerde derinlik zirveleşti.
Sahâbe, düşüncenin ve idealin merkezine tevhîdi yerleştirdi. Dünyevî menfaatleri, nefsânî ihtirasları, kalplerde yer eden hevâ ve hevesleri, yani ilâhları, ilâh hâline gelen her şeyi bertaraf etti.
Cenâb-ı Hak:
“Nefsânî arzularını ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyuruyor.
Mal ve can, gâye olmaktan çıkıp vâsıta hükmüne girdi.
Îmânın lezzeti tadıldı. Merhamet enginleşti. Hizmet, bir hayat tarzı oldu.
Ashâb-ı kirâmda “Allah”, “kâinat” ve “insan”a dâir yepyeni bir anlayış meydana geldi.
Güneş’in, küçücük bir aynaya aksetmesi misâli, güçleri yettiği ölçüde Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenebilmek, bu dünyada nasip olan beraberliğe âhirette de nâil olmak, onların en ulvî gâyeleri oldu.
Onları en çok sevindiren;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Bkz. Müslim, Birr, 163]) hadîs-i şerîfi oldu.
İnsanlıktan bir âbide gördü o câhiliye insanı. O âbideye hayran oldu. “Acaba ben O’nunla öbür tarafta, karşı tarafta beraber olacak mıyım?..” Bu endişe başladı. Onun için Efendimiz’in bütün müstehapları, hâlleri, her hâlini bir taklit başladı.
İbn-i Ömer Abdullah dönüyordu bir meydanda.
“–Niye dönüyorsun dediler, ne var burada dönüyorsun?” dediler.
“–Bilmiyorum dedi, Allah Rasûlü burada döndü dedi. Ben niye döndüğünü bilmiyorum.” dedi.
Belki Allah Rasûlü birisine bir şey söyledi, birisine bakacaktı, ben onu bilmiyorum, dedi. Hangi ağacın altında oturduysa, o ağacın altında oturdu.
Velhâsıl Efendimiz’in her hâlini, karda bir izi olan, izi takip eder gibi ashâb-ı kirâm Efendimiz’in her hâlini… En büyük lezzet de bu oldu. Fânî lezzetler eridi, mânevî lezzetler, ufuklar açıldı.
Ve hiçbiri bir dünya hâlinden şikâyet etmedi. Onların bütün derdi:
“Acaba Allah benden râzı mı? Âhirette Rasûlullah Efendimiz’le beraber olacak mıyım?” şeklinde uhrevî endişeler başladı.
Sahâbî hanımları da beyleri eve geldiği zaman:
“–Şam’dan ne kervanı geldi? Gelen kervanlarda ne var?” diye beylerine sormazlardı. Sordukları tek şey:
“–Bugün hangi âyet indi? Onu söyle ki Allah rızâsını tahsil edelim. Rasûlullah Efendimiz’in fem-i muhsininden ne gibi mübârek sözler çıktı? Sen bana onu söyle?” derlerdi.
Sabahleyin efendilerini geçirirken o hanımlar, o mübârek hanımlar;
“–Sakın bize yanlış bir lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız, Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi.
Efendimiz’in terbiyesinde yetişen bir câhiliye insanı…
Bütün gâye, âhirette Efendimiz’le beraber olmak oldu.
Ashâb-ı kirâm Mekke’de ağır bir îman imtihanı geçirdi. Îmanlarına engel olan bütün mânîleri bertaraf etti. Hakâret gördü, zulüm gördü, açlık gördü, hepsini bertaraf etti. Îman heyecanı, îman vecdi hepsini bertaraf etti. Yani İslâm kimliğini sergileyebilmek uğrunda an geldi malını, yeri geldi canını feda etmekten çekinmedi.
Mekke’de yaşanan îmânın vecd ve heyecanı, Medîne’deki emsâlsiz medeniyet inkişâfının gönül dokusunu ve mânevî zeminini teşkil etti.
Böylece Allâh’ın bütün mahlûkâtına huzur veren bir İslâm toplumu inşâ edildi. Fitne ateşiyle kavrulan, kan gölüne dönen çöller sükûn buldu, ağaçlar bile huzura erdi, yeşillikler arttı. Gereksiz yere bir yaş dalı bile koparmak yasaklandı. İslâm’ın getirdiği hak ve hukuk anlayışıyla insanlık gibi nebâtat, hayvanat bile zulümden kurtuldu, huzur buldu…
İşte gönüllerde bu muazzam İslâm inkılâbının nasıl gerçekleştiğini tam olarak anlayabilmek için, nebevî terbiye metotlarını yakından incelemek gerekir:
Sahâbî, Rasûlullah Efendimiz’den Ne Aldı?
Bir; in’ikâs aldı: Yani Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, ahlâkıyla ahlâklanma, yoğun bir hâl transferi. Sadırdan sadıra bir feyz aldı. Yani mânevî radyasyon meydana geldi.
Nasıl bir atom infilâk ettiği zaman bir radyasyon meydana geliyor, müsbetiyle-menfîsiyle. İnsandaki bu hâlin de eğer, bunun müsbeti feyz ve rûhâniyet, menfîsi de gaflet. Yani Rasûlullah Efendimiz’den bu feyzi, bu rûhâniyeti telâkkî etti.
İkinci; akrabiyet tahsil edildi: Yani;
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Bir ihsan duygusu teşekkül etti.
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) Cenâb-ı Hakk’ın şah damarından daha yakın… Bir irfan teşekkül etti.
Malzeme ne oldu? Malzeme muhabbet oldu, muhabbet arttı. Muhabbet arttığı kadar, âdâb meydana geldi. Yani Rasûlullah Efendimiz’in edebiyle, hâliyle istikâmetlenmek, bir hayat tarzı oldu.
Tasavvufî hayat da Allah Rasûlü’nün ashâb-ı kirâmı yetiştirirken takip ettiği mânevî terbiye usullerinde neler vardı?
Bir sohbet vardı. Zikir vardı. Tevbe-istiğfar vardı. Seherleri ihyâ vardı. Muhabbet vardı, râbıta vardı. Ve hizmet ve emsâli pek çok hususlar vardı. Ve bu şekilde bir “rahmet insanı” meydana geldi.
Bu nebevî terbiye usullerine dikkatlice baktığımız zaman, yani sohbet, zikir, tevbe-istiğfar, seherler, muhabbet/râbıta, hizmet, buna baktığımız zaman tasavvufun menşeini de kaynağını da görmüş oluyoruz.
Sohbet:
“Sahâbî” ve “sohbet” aynı kökten geliyor. Zira sahâbeyi sahâbe yapan; onların Peygamber Efendimiz’in sohbetinden istifâde etmiş olmalarıdır. Bu sebepten “Sohbet, çok mühim bir Sünnet-i Müekkede.”
Sohbet, yüz yüze, sadır sadıra gerçekleşiyor. Böyle gerçekleşen bir eğitim. Bu eğitimde Peygamber Efendimiz’in söz, fiil ve takrirlerinin yanı sıra, bir de O’nun güzel yüzüyle birlikte dışa yansıyan, hissedilen, fakat sözle ifade edilmeyen “hâl”lerinin de mühim bir tesiri vardır.
Nitekim Tâif’te Addas, Efendimiz’e baktı bir köle; “Siz kimsiniz?” dedi. “Siz buralılara hiç benzemiyorsunuz, siz başkasınız.” dedi.
Kuba’da yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, Efendimiz’i görünce; “Bu yüz yalan söylemez.” dedi.
Bu nedir? Sîretin sûrete aksetmesidir. Yani o akseden nedir? Nûr-i Muhammedî’dir. “مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” (secde izi) (Bkz. el-Fetih, 29) buyruluyor, Efendimiz’in yanında bulunanlar…
Velhâsıl;
Sünnet-i Seniyye’nin Dört Kaynağı Var:
Burası da mühim. Yani Peygamber Efendimiz’in dört mühim özelliği var. Sünnet-i Seniyye’si ile ümmetine intikâl etti bu dört hususiyet. Üçü bunun, kayıtlarda görünüyor, biri kayıtlarda görünmüyor bunun.
Birincisi:
Akvâl (yani sözler ve hadîs-i şerîfler… Bu, kayıtlara geçti.)
İkincisi:
Ef’âl (Yani fiilî davranışlar… Bu da kayıtlara geçti.)
Üçüncüsü:
Takrir (Yani görüp de yasak etmediği şeyler… Bu da tespit edildi, bu da kayıtlara geçti.)
Dördüncüsü, kayıtlara geçmedi. Bu ise;
Ahvâl (Yani Efendimiz’in hâlleri/hissiyâtı/duyguları. Bunlar kayıtlara geçmedi.)
Efendimiz’in bu ahvâli; kalpten kalbe, sadırdan sadıra in’ikâs yoluyla sahâbeye intikâl etti. Sahâbeden de istîdatlı olan tâbiînlere, onlardan tebe-i tâbiînlere… Böylece nesilden nesile, Allah dostlarından Allah dostlarına bir silsile meydana geldi.
Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’in ahvâli, Güneş’e tutulan aynalar gibi, bugüne kadar geldi. Ama tutulduğu aynaların, birbirine akseden aynalar, Güneş’e bir ayna, onu aksettiren bir ayna. Eğer aynalarda pas varsa, orada tükendi, bitti. Yahut da mecrâsını kaybetti, arı ve duru olma şeyini kaybetti.
Kesilmeden günümüze kalanlar devam ediyor. Allâhu a‘lem, -inşâallah- kıyamete kadar devam eder.
Tabi bu büyük bir lezzet. Yani sadırdan sadıra gelen. Bu, kalemde ifadesi yok. Bu hissiyâtı ifade etmek de mümkün değil.
Bunu İbrahim bin Edhem Hazretleri buyuruyor ki:
“Bizim ilâhî muhabbette tattığımız vecd, istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazineleri ve krallıklarından vazgeçerlerdi, fedâ ederlerdi onu almak için.”
İbrahim -aleyhisselâm-’a ufuklar açılıyor.
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.
“(Yâ Rabbi, insanları) yarattığın gün beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.
(Allâh’a) malıyla dost oldu, canıyla dost oldu, evlâdıyla dost oldu. Bir kâfir kavmi ıslah etme gayretiyle Hak dostu oldu. Kâfir babasıyla mücâdele ederek Hak dostu oldu. Böyle olduğu hâlde nasıl bir ilâhî… Cenâb-ı Hak’la dost olmak… Hâlilullah oldu, dost oldu, öyle bir ufuklar açıldı ki, o ufukların dehşetinden:
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyordu.
“(Yâ Rabbi, insanları) yarattığın gün beni mahcup etme (yâ Rabbi)!” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) diyordu.
Yine Peygamber Efendimiz’in ahvâlinin sadırdan sadıra günümüze kadar arı-duru / tertemiz / aynı sâfiyetle teselsülü, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali Efendimiz’den gelmektedir.
Daha evvelden gelenler var, onlar zaman içinde kayboldu.
Efendimiz, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a:
“Ali dedi, sen bendensin dedi, ben de sendenim.” dedi. (Tirmizî, Mekâkıb, 21) Tirmizî hadisi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise Rasûlullah Efendimiz’in yâr-i gârı, yani ikinin ikincisi oldu. (Bkz. Bkz. et-Tevbe, 40) Efendimiz’in müşâviri oldu. İlk halifesi oldu. Kendisiyle en çok aynîleşen, en çok iltifât-ı Peygamberî’ye mazhar olan sahâbîsiydi.
Nitekim Hazret-i Ömer, Efendimiz’le Ebû Bekir arasındaki mânevî alışverişi şöyle anlatıyor:
“Bir gün Rasûlullah Efendimiz’in huzûruna girdim diyor. Uzaktan takip ettim diyor. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile tevhîd ilmi hakkında sohbet ediyorlardı diyor.
Aralarında oturdum diyor. Sanki diyor, Arapça bilmeyen biriymiş gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım diyor. Ebû Bekir Efendimiz’le Rasûlullah Efendimiz’in…
Sonra Ebû Bekir Efendimiz’e dedim ki:
«–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamberimiz’le böyle mi sohbet edersiniz? Ben hiçbir şey anlayamadım.» dedim.
Ebû Bekir dedi ki:
«–Evet dedi, bâzen biz Rasûlullâh ile başbaşa kaldığımız zaman böyle sohbet ederiz.» buyurdu.” (Bkz. Ahmed bin Abdullâh et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 52)
Bu, sadırdan sadıra gelen…
İşte tasavvuf silsileleri de, Peygamber Efendimiz’in sadır âleminden in’ikâs eden ahvâlin günümüze kadar teselsülünden ibarettir.
Yine bu, Efendimiz’in o şeyi, meselâ diğer bir misali:
Ebû Kursâfe diyor ki:
“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah Efendimiz’e gidip bey’at ettik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana döndü, ben çocuktum, dediler ki bana:
«–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik biz! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri O’ndan daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Ashâb-ı kirâm, bu sohbet yakınlığı içerisinde Efendimiz’in mübârek sözlerinden istifâde ettiği gibi, O’nun “hâl”lerinden de istifâde etmiştir.
Bu istifâde nasıl oldu? Sadırdan sadıra oldu. Bu sohbetten in‘ikâs ve insibağ meydana geldi. Efendimiz’in hâlleri ashâb-ı kirâma intikal etti. Efendimiz’le bir aynîleşme meydana geldi.
Yani nasıl Sakarya Karadeniz’e döküldüğü zaman artık o Sakarya bitmiştir, artık o Karadeniz olmuştur, Sakarya’yı Karadeniz içinde bulamazsın; ashâb-ı kirâmda da böyle bir aynîleşme meydana geldi.
İşte bu yüce nasipler, ehil kimseler vâsıtasıyla nesilden nesile aktarılarak zaman ve mekân üstü bir teselsül bereketine mazhar olmuştur ki, tasavvuf silsileleri de buradan doğmuştur.
Yani Rasûlullah Efendimiz, hiçbir sahâbînin eline birer kalem vermedi. Daha ziyâde, “sohbet”e ve kalbî beraberliğe ehemmiyet verdi. Sahâbe-i kirâm, mânevî hâllerini doğrudan doğruya Efendimiz’in sadır âleminden aldılar. Bu mânevî in‘ikâs ve insibağ, yani O’nun âdeta rengine-âhengine bürünme, gönül dokusundan hisseler alma neticesinde, gönüller rûhâniyet-i Rasûlullâh ile doldu.
Mevlânâ’nın Mesnevî şerhinde şöyle bir ibare var:
“Gaye diyor, çok renklilikten kurtulmaktır diyor. Renkler, (yani nefsânî arzuları kastediyor). Bu diyor, çok renkten kurtulduğun zaman diyor, renksizlik meydana gelir diyor. (Yani bir ekrana bütün renkleri koy, onu çevir hızlı, ondan sonra bütün renkler kaybolur, renksizlik meydana gelir.) Suyun da rengi yoktur (diyor Mevlânâ). Suyun rengi diyor, semânın rengidir diyor, Güneş’in rengidir, bulutların rengidir diyor. Onun için daima diyor, denizleri/deryaları muhtelif renklerde görürsün diyor. Bu diyor, deryanın suyunun rengi yoktur diyor. O semâdan, Güneş’ten aldığı renktir diyor. İşte bu da, ashâb-ı kirâmın ve ümmetin diyor aldığı, Rasûlullah Efendimiz’in rengidir diyor. Onunla in’ikâs ve insibağ hâlinde olmasıdır.” buyuruyor. Böyle bir, güzel bir teşbih yapıyor.
Onun için, zira huşû içinde icrâ edilen sohbetlerde, söz ve bilginin beraberinde, gönüllerden gönüllere bir enerji transferi olur, yani feyz ve rûhâniyet sirâyeti olur.
Yani fizikteki birleşik kaplar gibi, zamanla bu keyfiyetten kalpler birbirine benzemeye başlar. Muhabbetler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynı hâle gelir.
Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
Bu mânevî istifâdenin şartı da, sohbetlere bir ibadet vecdiyle katılabilmek; muhabbet, hürmet ve edep duygularıyla dinlemek; kalbi alıcı ve uyanık hâle getirebilmektir.
İşte Mevlânâ ve Sâdî-i Şîrâzî diyorlar:
İşte Kehf Sûresi’ne bak, orada bir köpek diyorlar, Kur’ânî bir ifade kazandığını gör orada diyorlar. O köpek diyor, sâdıklarla, sâlihlerle beraber oldu diyorlar.
Diğer tarafta, Tahrim Sûresi’nde ise, iki peygamber karısının Cehennemlik olduğunu orada gör diyor. Onlar, fâsıklarla beraber oldu. Bir kelp, sâlihlerle, sâdıklarla beraber oldu.
Ashâb-ı kirâm o sohbeti tarif ederken:
“–Sanki başımızda bir kuş vardı, kımıldasak uçacak zannederdik.” diyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet 23-24/4753, Tıb 1-2; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37; İbn-i Sa‘d, I, 424)
Öyle pür-dikkat dinliyorduk diyor. Yani, âdeta yağan feyz ve rûhâniyet yağmurunun bir damlasını bile ziyan etmemek için gayret gösteriyorduk diyor.
Yani sohbetten, herkes kendi kusur veya noksanını anlayıp tedâvi reçetesi çıkarması lâzım. Yani sohbetler bir eczanedir. Bu eczaneden reçete alabilmek. Eğer reçete alamazsa, bu, dört duvar arasında bir beraberlik olmuş oluyor.
Tabi bunun zıddı, fâsıklarla beraber olmamak. Bu, Tahrim Sûresi’nde geçen, bu iki peygamber karısının hâli gibi.
Ben talebeydim. Sâmi Efendi Hazretleri’nin birkaç sohbetinde aynı şeyi birkaç sefer mükerreren tekrarladı:
Ben dedi, şeyde askerdim dedi, İstanbul’da dedi Sami Efendi Hazretleri. Beylerbeyi’nde dedi, Âdil Bey isminde bir zât vardı, Âdil Efendi diye. Bu, keramete mazhar olan bir kişiydi. Bir gün bana dedi ki:
“–Oğlum Sâmi dedi, sakın kalbi katı insanla karşı karşıya durma. Ben, Ayasofya’da -o zamanlar cami- bir mevlid-i şerîf okundu, Kur’ân-ı Kerîm okundu, dünya kelâmı yoktu. Fakat eve geldim, bu, letâif denilen zikir merkezleri dumura uğramış. Anladım ki murâkabede, katı kalpli birisiyle karşı karşıya gelmişim. Aman dedi, oğlum, bu işe çok dikkat edin. Sâlihlerin, sâdıkların yanından ayrılmayın.”
Efendimiz’in ashâbından sonra bu sohbet, hemen hemen bütün tarîkatlerde ve bilhassa Nakşîlik’te, kalpten kalbe feyz nakli için husûsî bir ehemmiyet kesbetmiştir.
Nitekim Şâh-ı Nakşibend:
“Bizim yolumuz, sohbet üzerine kurulmuştur.” buyurdu.
Yani sohbetler, vecd içinde olan sohbetler, Allah Rasûlü’nün sohbetlerinden bir akistir.
Diğer bir husus, Efendimiz zamanından gelen günümüze:
Muhabbet ve Râbıta:
Bütün varlıklarda râbıta vardır. Râbıtasız hiçbir mahlûkat yoktur. Yani bir robot yoktur kâinatta. Cenâb-ı Hak robot yaratmamıştır. “el-Vedûd” sıfatının bir tecellîsi vardır. Birkaç misalle başlayalım:
Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullah Efendimiz’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şöyle dile getirmiştir, Hasan -radıyallâhu anh-:
“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allah Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı (diyor Hasan -radıyallâhu anh-). Kalbimin O’na bağlı kalması, O’nun izinden gidebilmem için; dayımın Allah Rasûlü’nden bir şeyler anlatması, benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)
Hattâ bu hilye hakkında da 18. asrın Osmanlı âlimlerinden Süleyman Nahîfî şöyle der:
“Şu muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîfe yazsa, ona bir nazar etse, Allah Teâlâ o kimseyi hastalıklardan, sıkıntılardan, ânî ölümden muhafaza eder. (Tabi bu, kalbinin gücü kadar.) Şayet bir sefere gittiğinde beraberinde götürürse hilye-i şerîfeyi, o seferinde dâimâ Hakk’ın muhafazasında olur.” buyurmuştur.
Râbıta; beraberlik. Fizikteki beraberlik gibi. Bu, insan fıtratında var râbıta.
Bir annenin oğlu askere gittiğinde, annesi hep onu özler. Bir yemek pişirse; “Bunu oğlum severdi.” der. Bir kişi memleketine hasret kaldığı zaman daima memleketini hatırlar. Suyu böyledir der, şuyu böyledir, manzarası böyledir… Devamlı o canlanır kendisinde.
Yani dünyevî şeyler, fânî şeyler böyle olursa, bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.
İşte ashâb-ı kirâm bu râbıta hâlindeydi. Ne diyordu? Bu râbıta o kadar bazen şiddetleniyordu ki:
“–Yâ Rasûlâllah emret diyordu, ne olursun emret yâ Rasûlâllah diyordu. Canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu. İşte bu, râbıtanın bir şiddetini gösteriyordu. Bu râbıta dolayısıyla daima bir bey’at hâlindeydi.
Akabe’de, Efendimiz’i canlarından daha çok koruyacaklarına, ne pahasına olursa olsun İslâm emanetine sahip çıkacaklarına bey’at ettiler. Râbıtanın en şiddetlisi… “Canım, malım fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler.
Âyet indi, Tevbe Sûresi 111. âyet:
“…Mallarıyla canlarıyla Cennet’i satın aldılar…”
Bedir’de;
“‒Yâ Rasûlâllah! Sen mahzun olma dediler. Sen denize girsen, biz de arkandan kendimizi denize atarız.” dediler.
Uhud’da Efendimiz’i mahzun gördüler. Hazret-i Hamza şehid edildi. Ciğerpâreleri şehid edildi, Mus’ab şehid edildi. Efendimiz’in hattâ gözlerinden damlalar gelmeye başladı. Ashâb-ı kirâm toplandı:
“‒Yâ Rasûlâllah dedi. Biz şehid olmaya biat ediyoruz Sen’inle!” dedi.
Hudeybiye’de yine Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- dönmedi elçilikten, gecikti, Efendimiz mahzun oldu. Ashâb-ı kirâm yine toplandı;
“‒Yâ Rasûlâllah dedi! Sen’in gönlünde ne varsa, Sen’in gönlüne biz biat hâlindeyiz dedi. Sen emret yeter ki yâ Rasûlâllah” dediler.
İşte bu nedir? Râbıta işte bu.
Yani bu râbıta, daima bey’atları kalpte taze tutabilmek.
Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Bu beraberliğin hakîkati de; hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhâsıl istikâmet beraberliğidir. İşte ashâb-ı kirâm, nasipleri kadar bu beraberliğin âhirette de olmasının gayreti içindelerdi.
Bir gün Sevban geldi, çok mahzundu. Rasûlullah Efendimiz:
“–Nedir Sevban, nedir kederin dedi. Seni dedi, bu mağmum, bu gama sürükleyen nedir?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, sohbette hâlden hâle geçiyorum dedi. Bambaşka bir âleme giriyorum dedi. Eve geliyorum, hasret kalıyorum. Düşündüm dedi; ya Siz benden evvel intikal edeceksiniz, yahut ben Siz’den evvel intikal edeceğim. Ben bu hasrete nasıl dayanacağım?
Yine Siz, Mahşer’de peygamberlerin en üstünde olacaksınız. Ben ise nerede savrulup kalacağım? Bunu düşündükçe böyle gamdan gama geçiyorum, böyle mahzun oluyorum.” dedi.
Orada Efendimiz bir müddet sükût etti. Sonra:
“–Sevban dedi, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ”
İşte sahâbeyi de en çok sevindiren, bu hadîs-i şerîf oldu.
Onun için Efendimiz’in her hâlini taklit etmek, onlar için büyük bir nîmet oldu.
Hattâ bir gün Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“–Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından istifade etmedim (bedelini veremedim dedi. Herkese bedelini verirdim, Ebû Bekir’e veremedim)...” dedi.
Ebû Bekir Efendimiz mahzun oldu. Sanki bir gayrdan görülür gibi oldu.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, ben, malım, ailem, her şeyim Sen değil misin dedi. Yâ Rasûlâllah, ben Sen’den başka bir şey miyim?!” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)
Râbıtanın en şiddetlisini Ebû Bekir Efendimiz ile Rasûlullah Efendimiz’de görüyoruz.
Rasûlullah Efendimiz de; “Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’in kalbine ilkā ettim/aktardım.” buyuruyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419)
Yine görüyoruz Efendimiz’in Kur’ân talebeleri, Ashâb-ı Suffe talebeleri, Zeyd ve Hubeyb. Bunlar esir edildiler. Bunlar tebliğe gidiyorlardı, esir edildiler. Ebû Süfyan geldi, o zaman kâfirdi. Hubeyb’e, Zeyd’e şunu sordu, anlamak için kalbinin seviyesini:
“–Sizi dedi serbest bırakalım dedi. Gidin, çoluk çocuğunuza gidin dedi. Onlara kavuşun dedi. Muhammed, sizin yerine Muhammed’i biz rehin alalım.” dedi.
Ebû Süfyan’a Hubeyb ve Zeyd “zavallı” diye baktı böyle, “yazık sana” diye.
“–O’nun ayağına bir diken batmasındansa biz canımızı feda ederiz.” dediler.
İşte muhabbetin zirvesi, râbıtanın zirvesi.
Şehid edilmeye giderken de:
“–Yâ Rabbi dedi, Rasûlullah Efendimiz’e selâmımı götürecek hiç kimse yok dedi. Yâ Rabbi dedi, ne olursun dedi, benim selâmımı Rasûlullah Efendimiz’e ilet.” dedi.
O sırada Efendimiz Medîne-i Münevvere’de ashâbıyla sohbet hâlindeydi. “Ve aleyhisselâm!” dedi. Sahâbe dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Bir meçhule selâm gönderdiniz.” dedi. Aleyhisselâm/onun üzerine selâm olsun.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Hubeyb şehid ediliyor şimdi. Bana Cenâb-ı Hak selâmını gönderdi. Ben de ona icabet ettim.”
İşte râbıta. Râbıtanın şiddeti. Vefât ederken de:
“–Müslüman olarak öldükten sonra, ne gam!..” dedi. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, I, 360-362; İbn-i Sa‘d, II, 56)
Yine, Yemen illerinde Veysel Karanî… Rasûlullah Efendimiz’i görmediği hâlde O’nu öyle sevdi ki gönüller arasında nasıl bir muhabbet meydana geldi.
Velhâsıl râbıta, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Efendimiz, Yemen tarafına döndü:
“Ben dedi, Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” dedi. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Hırkasını gönderdi;
“Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin.” buyurdu. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225)
Tasavvuftaki râbıta, bu.
Tabiat boşluk kabul etmez. Eğer bu şekilde râbıta ihmâl edilirse râbıta başka şeylere döner. Râbıta boş kalmaz.
İmam Şâfî buyurur:
“Sen kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgâl eder.”
Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, bu “كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ” âyet-i kerîmesine;
“Bu âyet-i kerîmede «Beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifade eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifade eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında onların hâllerini tahayyül etmek ile onlarla beraber olmak…”
Sanki onlar yanında gibi… İşte ashâb-ı kirâmda bu oldu. Yani daima her şeyde “Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı ben ne yapardım burada?..” O şekilde tesellî oldu. O şekilde sürur buldu. Daima kalbi Rasûlullah Efendimiz’le beraber oldu.
Râbıta, psikolojik bir vâkıadır. Onun îtikadla bir alâkası yoktur. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri buyuruyor:
“…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen diyor, dalâlette olmuyor da diyor, malını-mülkünü diyor, onu sabah-akşam düşünen diyor, kalbi bir Hak dostuna bağlamak diyor, niçin bir şey olsun diyor, yanlış olsun?” diyor.
Yani râbıta, gönlün, bir Hak dostuna duyduğu muhabbetin daima gönülde taze tutulması. Fakat burada bir husus var. Maalesef bu, eğer ayna pas tutarsa dedik, o iş orada kopar dedik, arı-duru tasavvuf kaybolur dedik. Muhabbette ifrata kaçarak mürşide kudsiyet/ulûhiyet izâfe etmek ise, bu büyük bir dalâlettir, Allah korusun! Râbıtayla uzaktan-yakından bunun hiçbir alâkası yoktur.
Zira İslâm da, Hristiyanlık’ta olduğu gibi, “ruhbanlık” gibi şirke kapı aralayan her şeyi reddeder. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
Unutmamak lâzım ki peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile beşer olmak hasebiyle zelle işlerler. Fakat te’yîd-i ilâhîye mazhar oldukları için tashih edilirler.
Bunun için mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse, onları yüceltmede şer’î hudutlara riâyet etmek, son derece zarurîdir. Ölçüyü kaçırmamak lâzım.
Bilhassa bu, görüyoruz, çoğu mesela gidiyor Eyüp Sultan Hazretleri’ne; “Bana şunu ver, bunu ver!” diyor. Yahut Emir Sultan Hazretleri “Bana şöyle böyle yap!” Olmaz! (Ancak onun makamı dolayısıyla, onun Cenâb-ı Hak indindeki şeyi dolayısıyla Cenâb-ı Hak’tan istersin.) Böyle olduğu zaman, bu, şirke kapı aralamak oluyor.
Diğer bir husus:
Zikir:
Cenâb-ı Hak buyuruyor, Buhârî hadisi:
“Ben kuluma, Ben’im hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. O Ben’i zikrettiğinde Ben onunla beraberim. O Ben’i, kendi içinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. Bir topluluk içerisinde Ben’i zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde zikrederim.” (Buhârî, Tevhîd, 15)
Efendimiz muhtelif zikirler veriyor. Meselâ Ümmü Hânî gelmiştir Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben ihtiyarladım, zayıfladım. Bana oturduğum yerde yapabileceğim bir ibadet tavsiye eder misin?” buyurdu.
Orada Efendimiz buyurdu:
“–Yüz defa «sübhânallâh», «elhamdülillâh», «lâ ilâhe illâllâh» de!” buyurdular. (Bkz. İbn-i Mâce, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 344)
Yani Efendimiz daima seviyeye göre bir zikir tâlim ederdi.
Yine Efendimiz buyuruyor… Muhtelif zikir meclisleri olurdu. Efendimiz buyuruyor ki:
“Allah Teâlâ’nın bir sınıf meleği vardır ki, onlar yollarda dolaşır, zikir ehlini ararlar. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaat bulunca birbirlerine;
«‒Gelin, aradığınız şey burada!» diye nidâ ederler. Bunun üzerine melekler hemen gelip zikir ehlini kanatlarıyla sarar, tâ semâya kadar onları kuşatırlar…” (Buhârî, Deavât, 66) Buhârî hadîsi.
Abdullah bin Revâha, ashâb-ı kirâmdan biriyle karşılaştığında:
“Gel (kardeşim!) Allah için bir müddet oturup Rabbimizʼe îmânımızı tâzeleyelim (zikredelim).” derdi. (Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 265)
Yine Selmân-ı Fârisî;
“Biz zikrediyorduk diyor. Rasûlullah Efendimiz’i görür görmez sustuk.” diyor.
Efendimiz geldi:
“‒Ne konuşuyorsunuz? Ben sizin üzerinize inen rahmeti gördüm. Bu hususta size ortak olmayı arzu ettim. (Onun için yanınıza geldim.)” buyurdu. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 210/419; Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
Zikirle ilgili Efendimiz’den ve ashâb-ı kirâmdan çok gelen rivâyetler var. Sadece ben, zikir de, bu zikir maalesef tam olarak anlaşılmıyor.
Zikir, yalnızca dil ile tekrardan ibaret değil. “Allah, Allah, Allah…” bunu tekrar etmek, yalnız bundan ibaret değil zikir. Zikrin kâmil mânâda tahakkuku, dildeki ifadenin tefekküre intikâl etmesidir.
Meselâ su içmeye “besmele” ile başlıyor, “Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” diyoruz. Allâh’ın ismini zikrederek başlıyoruz. O suyu içerken Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük bir lûtufta bulunduğunu tefekkür etmeliyiz. Bu nîmet nasıl semâdan süzülerek tertemiz geldi? Hoş tatlı bir su olarak bize ihsân etti… Bunun düşüneceğiz. Yani;
“Dileseydik (Cenâb-ı Hak) onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70) buyuruyor.
Yine:
“De ki (buyuruyor): Suyunuz çekilirse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (el-Mülk, 30)
Demek ki bir tefekkürle şu suyu içebilmek ve hamdele ile bitirebilmek.
Yine eğer kimyacıysak, şu suyu besmele ile içerken H2O, iki hidrojen bir oksijen, biri yanıcı biri yakıcı, bu nasıl bütün mahlûkâta bir güç kuvvet veriyor. Bu serbest olsa ne olurdu? Kâinat yanar ve biter.
Mevlânâ diyor ki:
“Bak diyor, Güneş diyor, nasıl diyor, bütün diyor, bulanık sular, kirli sular, temiz sular, hepsini tebahhur ettiriyor diyor. Semâda bulut olarak gezdiriyor diyor. Semada bir derya geziyor diyor. Orada temizleniyor diyor. Kiri, mikrobu, o şeyi, hepsi bitiyor diyor. Bir yağmurla tekrar akıyor diyor. Rahmet oluyor diyor. İnsana giriyor diyor, hayvana giriyor, toprağa giriyor, inbât ediyor diyor. Sen de diyor, yağmur gibi ol diyor. Bütün nefsâniyeti buharlaştır diyor, rûhâniyet kazan diyor, yağmur gibi rahmet ol.” diyor.
Yine şu suyun, eğer bu suyun bir tarihi yazılsa, kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer temizlendi, kaç sefer insanın, hayvanın, bütün mahlûkâtın vücuduna girdi? Tekrar yukarı çıktı, tekrar temizlenip tekrar geldi.
Velhâsıl, “Allah, yâ Rabbi” diyeceğiz. Şu suya bakarken, bu tefekkür…
Fuzûlî, suya bakarken, Rasûlullah Efendimiz’le râbıta hâline geliyor:
“Hâk-i pâyine yetem der, ömrlerdir muttasıl
Başını daştan daşa urup gezer âvâre su…” diyor.
Esas zikir bu…
Yani şu kâinat, ilâhî bir azamet tecellîsi, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar… İnsan endâmı… Cenâb-ı Hak kırıntı ilimler veriyor ki, şu kâinâtı donatıyor; kalp, ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları tefekkür etsin; “Aman yâ Rabbi!” desin. Cenâb-ı Hakk’ı unutmasın. Kendine baksın, unutmasın. Evlâdına, yavrusuna baksın, unutmasın. Gelen bir bahara baksın, nasıl bir baharda, nasıl ilâhî bir kompüter, hepsi inbât ediyor. Bütün hayvan, insan, hepsine sofralar hazırlanıyor.
Kışın öyle, sonbaharda öyle, ilkbahar öyle, her mevsim öyle…
Ekvatordaki rızıklar hazırlanıyor, kutuplardaki rızıklar ayrı hazırlanıyor. Velhâsıl “Allah” deyince, daima… Bir coğrafyaya baktığında tefekkürü artacak. Kimyaya bakınca tefekkürü artacak. Her zaman Cenâb-ı Hak kırıntı bir ilim veriyor ki kulun zikri artsın, Cenâb-ı Hakk’ı unutmasın.
Fakat Cenâb-ı Hak yine bir ihtar; bir âyet-i kerîme var:
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyruluyor.
Bu kadar ilâhî azamet karşısında, kalp katranlaşıyor, ilâhî azameti unutuyor, görmüyor, düşünmüyor.
Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?.. Farkında değil, Allah korusun!.. Kalp, mühürleniyor.
Efendim, daha bu devam edecek ama, bilmiyorum, yani vakit de doldu gibi…
Yine ben zikre döneceğim.
Bir “mutlak zikir” var. Bu;
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَاَصِيلًا
“Sabah-akşam Rabbinin ismini zikret.” (el-İnsân, 25)
Bu, mutlak zikirdir. Herkesin yapması gereken asgarî zikirdir bu.
Bir de mukayyed zikir vardır ki bu, zikr-i dâimîdir. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor, verdiğimiz deminki misallerin daha şâheseri, Âl-i İmrân, 191. âyet:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler. (Yani hayatın bütün muhtevâsında Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Fakat bu unutmamanın neticesi:) Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bunu boşuna yaratmadın (derler). Sen Sübhan’sın (derler). Bizi Cehennem azâbından koru (derler).»”
İşte bu, zikrin hakîkîsi olmuş oluyor. Yani zikir, bu. Lâfzın ifadesinin kalpte derinleşmesi ve tefekkür hâline gelebilmesi. İlâhî azameti tefekkür hâline gelebilmesi.
Velhâsıl Kur’ân âyetleri okumakla kalpleri derinleştirmeli, her âyetten hisse almalı… Kâinâta tefekkür ve tezekkür ile bakan bir kul da her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini hatırlayıp kalben derinleşmesi… Bu şekilde;
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” [er-Ra‘d, 28])
Artık kalp, öyle bir huzur olacak ki, kalpten, büyük lezzet meydana gelecek, bütün çer-çöp dünyaya ait her şey… Nasıl bir merceğin altına bir çer-çöp koysak, o mercek Güneş huzmelerini toplar, çer-çöpü yakar; kalp de o şekilde olacak. O zaman;
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” [er-Ra‘d, 28]) Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olmuş olacak.
Tevbe-istiğfar var:
Bu da, Efendimiz bile; “Ben yetmiş kere, yüz kere istiğfar ediyorum.” (Bkz. Ahmed, IV, 261; Nesâî, Kübrâ, IX, 167-168; Krş. Müslim, Zikir, 42; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VI, 57/29445)
Günahı mı vardı Efendimiz’in?
Bir an, “طَرْفَةَ عَيْنٍ” buyuruyor, “göz açıp kapayıncaya kadar” (Bkz. Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58) Yâ Rabbi diyor, nefsimden diyor, istiğfar ederim diyor, nefsimin şerrinden diyor. Yani bir gafletten, en ufak bir gafletten. Zaten biraz bir dünyevî şey geldiği zaman:
“–Erihnâ Bilâl buyururdu. Ezan oku, rûhâniyetimiz artsın.” buyururdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Edeb, 78)
Rasûlullah Efendimiz, çok tevbe-istiğfârı… Âyetlerde çok tevbe-istiğfar buyruluyor. Peygamberlerin de tevbe-istiğfârı buyruluyor. Velhâsıl bir kul, daima bir istiğfar hâlinde olacak.
Tabi bunun da en güzel zamanı; seherler olmuş oluyor:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Ve seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17])
Seherler de çok mühim. Seherlerde kalp lezzeti alacak, doyacak kalp. Nasıl beden doyuyor yemekle, kalp de rûhâniyetle doyurulacak. Gündüze girdiği zaman bütün nefsânî arzulara mukâvemet gösterecek. Gündüz geceye hazırlanacak bu şekilde, rûhânî bir şekilde. Gece de sehere hazırlanacak. Güneş’in, Ay’ın birbiriyle vardiya değiştirmeleri gibi, devamlı bir rûhâniyet içinde kul devam edecek.
“Hizmet”in de üzerinde durmak isterim ama, artık sorular da var.
֍
“Efendim, dünyanın şu anki hâli için ne buyurursunuz?”
Efendimiz, son peygamber. Efendimiz’in teşrifi, 1400 küsur sene evvel, peygamber olarak, kıyâmet alâmeti. Hâtemü’l-Enbiyâ / Son Peygamber, kıyâmet alâmeti.
Efendimiz, kıyâmetin ne zaman olacağını bildirmiyor ve bilmiyor. Bildirmiyor, belki biliyor, yahut da bilmiyor, bilemiyoruz. Cebrail sorduğu zaman;
“–Kıyâmet ne zaman?” diye;
“–Sorulan sorandan daha fazla bilmiyor.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Îmân, 1)
Fakat alâmetleri bildirdi.
İşte Efendimiz’den birkaç misal:
“Hercümerç.” buyuruyor.
“–Yâ Rasûlâllah! Hercümerç nedir?” diyorlar.
“–Kişinin kişiyi nasıl, kimin, niçin, nasıl öldüğünü birbirinin bilmemesi.” (Bkz. Müslim, Fiten, 55-56; Hâkim, Müstedrek, IV, 504/8412. Krş. Buhârî, İlim, 24)
Bugün görüyoruz işte İslâm dünyası. Müslümanlar birbirini öldürüyor. Bir hercümerç. Bir Haçlı Seferi vardı eskiden. Haçlı orduları hazırlanır, İslâm orduları hazırlanır, harp ederdi. Şimdi öyle değil. Şimdi Haçlı, müslümanı müslümana vurdurmakla devam ediyor. Bir hercümerç.
“Ahlâksızlık.” buyuruyor Efendimiz. (Bkz. Buhârî, İlim, 21; Müslim, Fiten, 110) Had safhada bugün. Nikâh azaldı. Birlikte yaşamalar başladı.
“Binalar, gösteriş, vs…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Îmân, 1, 5) O da had safhada.
Demek ki Cenâb-ı Hak birtakım alâmetler bildiriyor. Bu, derlenip toparlanmak… Cenâb-ı Hak zaman zaman sel felâketleri veriyor. Kul uyanacak. Kuraklık veriyor. Kul uyanacak.
Normal yağmur yağıyor, kul teşekkür edecek, şükredecek.
Tsunamiler veriyor Cenâb-ı Hak. İlâhî kudreti, ilâhî azameti, âcizliğini görecek…
Bugün bir virüs çıktı. Virüs nedir? Ufacık bir hayvan, yok kadar bir hayvan. Yani Cenâb-ı Hak ilâhî azametini gösteriyor. Bir virüs, koca bir pehlivanı yere seriyor. Nasıl Cenâb-ı Hak bir Ebrehe ordusunu bir Ebâbil’le kahretti, bir Nemrud’u bir sinekle kahretti. Demek ki dünya bugün bir zulmün içine girdi.
Bir zulüm sergileniyor. Ahlâksızlık sergileniyor. Bir Âd Kavmi, Semud Kavmi sergileniyor, bir Lût Kavmi sergileniyor. Ticarî hayatta şaşırmış bir Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi sergileniyor.
Velhâsıl demek ki, ilâhî bir îkaz, birtakım şeylerin bunlar ayak sesleri. İşte bütün iktisâdî hayat çöküyor. Çin, büyük bir kuvvetti, bitti. Birçok devletler bitti. Uçak seferleri öyle, birçok şirketler zarar etmeye başladı. Ki bu îkazları da duymak lâzım.
Cenâb-ı Hak bazı şeyleri periyoda bağlıyor. Meselâ Güneş’in doğup batması periyoda bağlı. Kimse demez ki… İki tane takvim dönüyor Ay ile Güneş, bir takdim-tehir yok. Havanın 21 oksijeni, 77 azotu hiç değişmiyor. Kimse, bir ateist bile bir deist bile demiyor ki ben bir oksijen tüpüyle gezeyim de yarın belki oksijen düşerse o tüpü kullanırım, demiyor.
En yeni bir uçakta bile, oksijen düşerse maskeler gelecek duyuruluyor. Fakat hiçbir, yeryüzünde hiç kimse 77 azotla 21 oksijenin değiştiğini… Bir ilâhî irâdeye îtimad hâlinde.
Fakat gelgelelim diğer taraftan büyük bir isyan var. Cenâb-ı Hakk’ın azameti her şeyde. Bir taraftan deizm geliyor, bir taraftan feminizm geliyor, bir taraftan türlü türlü şeyler, pragmatist, oportünist, hodgâm toplumlar meydana geldi. Zayıfları köle etmek bir şey hâline geldi, vicdanlar bitti kurudu. Demek ki bu şeylerden ders almak lâzım. Yarın yine kıyamet alâmeti, bir de Yecüc-Mecüc çıkacak. Bana onu hatırlatıyor. Bu virüsün çıkması sanki bir Yecüc-Mecüc gibi. Onlar da birdenbire çoğalacak Yecüc-Mecücler. Bütün her tarafı kaplayacaklar.
Bugün de bütün herkeste korku, “benim” diyenlerde korku, herkeste bir endişe.
Esasında mü’minler için ilâhî bir rahmet. Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini düşünecek. Ufacık bir hayvanla Cenâb-ı Hak nasıl bir dünyayı, perişan hâle getiriyor? Burada ilâhî azameti seyredecek, “Aman yâ Rabbi!” diyecek. İstiğfârını artıracak mü’min. Tefekkürünü derinleştirecek. Aczini görecek.
Velhâsıl bunlar ilâhî bir azamet tecellîsi.
Diğer bir hadîs-i şerîf daha var, o da çok ibretli. O da tâbiînde oldu. Tâbiînden biri diğerine dedi ki Mekke-i Mükerreme’de;
“–Bak dedi, bu Kâbe yıkılacak.” dedi.
“–Aa dedi, nasıl yıkılır dedi, kim?” dedi.
“–Müslümanlar yıkacak.” dedi.
İşte şey zamanında, Haccâc-ı Zâlim zamanında oldu.
“Delikler açılacak Mekke’de dedi. Şu dağlar kadar binalar yapılacak.” dedi.
Nitekim bugün tüneller açıldı, dağlar kaldırılıp binalar yapılıyor. Bunlar alâmet değil de nedir?
Fakat bu, ne kadar zaman var? Meçhul… 10 sene mi, 500 sene mi?..
Bunları bir mü’min, bu olan hâdiseyi bir îkaz-ı ilâhî olarak görecek ve kendisini derleyip toparlayacak. İstiğfârını artıracak, kulluğunu ziyadeleştirecek.
֍
Gelelim diğer bir soruya:
“Özellikle bazı mecrâlarda tasavvuf ehlinin kaderci olduğu vurgulanıyor. İnsanın kader karşısında durumu nedir? Tasavvuf kaderi nasıl…”
Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak’tır. Bu, küllî irâde. Senin irâden yok orada. Fakat sana Cenâb-ı Hak küllî irâdenin içinde cüz’î bir irâde vermiştir. Bu cüz’î irâde için de sen esbâba tevessül edeceksin. Ondan sonraki; tevekkül ve teslîmiyettir.
Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde beş tane şart bildiriyor bu kâmil mü’minlere. Bir;
“وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ : Allah anıldığı zaman yürekleri titrer.”
İkincisi:
“Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artar.”
Üçüncüsü:
“Tevekkül ederler (teslim olurlar değişen şartlar altında).” (Bkz. el-Enfâl, 2)
Bugün virüs çıktı, ne yapacaksın? Tedbir alıp tevekkül edeceksin. Tedbirini alacaksın ama. Bu tedbir almak, arkadan ne yapacaksın, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslim olacaksın, ilticâ edeceksin Cenâb-ı Hakk’a. İmam Mâtüridî’nin şeyi budur. Tasavvufta da budur.
֍
“Bazı kimseler şeyhleri çok fazla yüceltiyor. Neredeyse peygamber olarak görenler var. Bu konudaki fikriniz nedir?”
Herkes âcizdir. Burada -maalesef- daha ben gelecektim, fakat vaktin şey olduğundan gelemedim; kul daima bir acziyet içinde olacak. Daima bir kul, makam, mevki vs. bunların şöhretinden kaçacak. Hattâ evliyâullah kerâmet göstermekten bile çekinirler. Çünkü iltifatlar olacak…
Yani zarurette bir şok tesiri yapmak için, Allâh’ın verdiği kerâmet olurdu, bundan bile evliyâullah çekinirdi. Cenâb-ı Hak Furkan Sûresi’nde:
“İbâdurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar...” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
“…Câhiller sataştığında «selâmâ» derler, geçerler.” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
Onun için bir mü’minin tabiat-i asliyesi, “hiçlik”tir.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bir zirveyken ciğer sattırıldı.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne tuvalet temizlettirildi. Niye? Bu enâniyet gidecek, “ben” gidecek. Çünkü “Güneşlerin Güneşi” deniyordu kendisine.
Evliyâullâh’ın şeyine baktığımız zaman ilk, insanın en fâcia şey, enâniyettir. Tasavvufun en çok karşı olduğu, enâniyettir.
Burada ne diyor? “Şeyh” diyor. Şeyh de Allâh’ın âciz bir kuludur. Şeyhin de istikbâli diye bir şey yoktur. O da Allâh’a ilticâ edecek.
Cenâb-ı Hak, Bel’am bin Bâurâ’yı bildiriyor âyette. Nasıl bir nefsine temâyül etti, bir kelp gibi şaşkınlaştığını bildiriyor Cenâb-ı Hak.
Kârun, Tevrat’ı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Sâlih bir kuldu. Fakat bir nefsâniyet geldi, bir dünya muhabbeti geldi; altüst oldu. O “benim” dediği, “ben kazandım” dediği servetiyle beraber yerin dibine gömüldü.
Cenâb-ı Hak:
“Yakîn gelene kadar…” (el-Hicr, 99) Ölüm gelene kadar buyuruyor.
Doktor olursun, mühendis olursun, mimar olursun, hayat boyu bu apoletin devam eder. Fakat mânevî yolda devam etmez. Daima bir mü’min, muhâtaralı bir yol üzerindedir. Onun için Cenâb-ı Hakk’a daima bir ilticâ hâlinde olacak. “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Bir misal daha vereyim:
Osman bin Maz’un vardı -radıyallâhu anh-. Bir kadın ona, demek ki çok onun faziletine hayrandı, vefat etti:
“–Osman bin Maz’un! Sana ne mutlu! Sen Cennet’tesin!” dedi.
Efendimiz:
“–Nereden biliyorsun dedi. Nereden biliyorsun dedi. Ben bile dedi, başımdan neler geçecek, bilmiyorum dedi. Ben senin yerinde olsaydım, o Cennetliktir demezdim, inşâallah Rabbim onu affeder, Cennetlik eyler derdim.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Tâbîr, 27)
Velhâsıl hiç kimsenin, peygamberler, aşere-i mübeşşere/Efendimiz’in işaret buyurdukları, onların dışında kimsenin garantisi yok.
Onun için mü’min, ilticâ…
Hâlid-i Bağdâdî bir zirve. Bir talebesine yazdığı Mektubat’ta şöyle diyor:
“Aman diyor, yavrum ne olursun diyor, bana duâ et diyor, son nefesim için duâ et…” diyor.
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Müslümanlar olarak ölünüz (sakın ha başka türlü vefat etmeyin)!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
“…Aman diyor, ne olursun yavrum, benim için, son nefesim hususunda duâ et buyuruyor. Hiçbir şeyime, hiçbir amelime güvenmiyorum diyor. Rabbimin rahmetine güvenerek, rahmetine sığınarak gidiyorum…” diyor.
Bunu diyen, Hâlid-i Bağdâdî… Buna halk “Güneşlerin Güneşi” diyordu.
Onun için esasında, şeyh mi, bu şeyhte en başta bu acziyet şeyhte olacak. İşte Aziz Mahmud Hüdâyî’yi görüyoruz, Hâlid-i Bağdâdî’yi görüyoruz.
Yunus Emre’yi görüyoruz, dîvânını okuyoruz. O da Tapduk Emre onu eşikte bekletti, başını eşiğe koydu, eşikte bekledi. Enâniyet gidecek, kibir gidecek… O olmadan olmaz!..
Velhâsıl bu, şeyhin çok fazla yüceltilmesi, bu, cehâlettendir. Bu var; Afrika’da var, bu doğru. Hattâ bir arkadaşımız Senegal’e gitti. Baktı, şeyhinin ismini şeye yazmış, arabanın üzerine yazmış, kayığın üzerine yazmış.
“–Niye yazıyorsun?” demiş.
“–Yahu o demiş bizi korur demiş. Ondan onun ismini yazıyoruz.” demiş.
Bu bâtıldır. Hattâ şirktir bu. Eğer bu câhilâne yapılmışsa Allah affeder inşâallah! Maalesef!..
Bu yol, titiz yoldur çok. Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
֍
“Allah her şeyi işitirken neden kabir ehlinden medet istemeye teşvik eden hocalar var?”
Kabir ehlinden ne istenir? Sadece onun makamına olan hürmeten, Cenâb-ı Hakk’a… Ondan istenmez, ondan istenirse şey olur, şirk olur.
Gittin;
“–Eyüp Sultan Hazretleri, bana şunu ver, bunu ver…”
Bu şirk olur.
Onun makamı dolayısıyla onun vesîlesiyle Cenâb-ı Hak’tan istersin. Ulemâ buna cevaz vermiştir. Onun vesîlesiyle Cenâb-ı Hak’tan istemek. Cenâb-ı Hakk’ın yanında onun şeyi dolayısıyla, makamı dolayısıyla.
֍
“İrfan yolunda zikir nasıl mânevî zevk hâline gelir?”
Bu tabi tatmakla. Demin bildirdiğimiz gibi, bu dördüncü fasıl. Sadırdan sadıra geçecek. Bunun izahı da zor. Demek ki öyle bir şey oluyor ki, zikir bir lezzet hâline geliyor ki:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” [er-Ra‘d, 28])
Burada bütün lezzetler bitiyor. İşte ashâb-ı kirâmda bu lezzetler bitti. Derece derece bitti.
Demek ki lezzetler tamamen, dünyevî lezzetler bitiyor, uhrevî lezzetler başlıyor. Bir doymamak meydana geliyor. Normal bir gıdâ ile, şey bir gıdâ ile doyarsın. Mal dersin, çok mal, doyarsın. Şunu istersin, makam-mevkî, doyarsın. Fakat burada bir doyumsuzluk meydana geliyor. Ucu açık. Büyük bir lezzet meydana geliyor.
Tabi biz bunu ancak, bilmiyorum, yaşandıkça olur. Bu irfan, mârifetullah yolu bu.
“لِيَعْبُدُونِ”; Allâh’a kul olmak.
“لِيَعْرِفُونِ”; Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanımak.
Yani, meselâ bir-iki misal vereyim burada:
Efendimiz, ashâb-ı kirâmla tebessüm hâlinde gidiyorlardı Ravza’da. Ravza’nın tam böyle kıble yönünde bir tükürük gördü. Efendimiz’in sîmâsı değişiverdi. Hemen sahâbe onu kapattı, ondan sonra Efendimiz’in sîmâsı yerine geldi.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün, insanlar arasında “velî” diye birisi isim yapmıştı. Onu gideyim, bu zâtı bir göreyim, feyz alayım dedi. O zâtın yanına gitti. Baktı o zâtı takip etti. O zât, giderken yere tükürdü şöyle. Hemen bir şey sormadan geriye döndü.
“–Eğer bu dedi, sâlih zât olsaydı dedi, sünnet-i seniyyeye dikkat ederdi, yere tükürmezdi dedi. Bu zât Rasûlullah’ın öğrettiği edeplere bir riâyet hâlinde değil. Bu insana güvenilmez.” dedi.
Zaten sahâbî de, biz dedi, bir râvîden bir hadîs-i şerîf almaya gittiğimiz zaman onun ilk defa bir namaz kılmasına bakardık dedi. Huşûlu mu kılıyor, yoksa mecburiyet savar gibi mi kılıyor?
Yine; atını kandıran, torba tutup kandıran çeken bir râvînin, hadîs-i şerîf sormadan geri döndü.
İmam Rabbânî Hazretleri:
“Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Mâlum, solla girilir sağla çıkılır. Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.” buyuruyor.
Yine İmam Rabbânî Hazretleri talebesine:
“–Bizim bahçeden birkaç karanfil getir!” dedim diyor. O da gidip altı tâne karanfil getirdi diyor. Bunun görünce mahzun bir edâ ile şöyle buyurdu:
“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in; «Allah tektir, teki sever!» (Buhârî, Deavât, 68) -Buhârî hadîsi- hadîsine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehab, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey verilmemiş demektir. Biz müstehaba o kadar riâyet ederiz ki yüzümüzü yıkarken bile suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Zira işlere sağdan başlamak da müstehabdır.”
Velhâsıl o kadar çok incelikler var ki…
Yine meselâ İmâm-ı Rabbânî buyurur ki:
“Şunu iyi bilin ki kalp, Allâh’ın komşusudur diyor. Kalp, Allâh’ın komşusudur diyor. O’nun mukaddes zâtına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister günahkâr olsun, kalbe eziyet etmekten sakının!” diyor, devam ediyor…
İşte bu nedir? Nefsi itmi’nâna çıkmış. İtmi’nâna çıkmış bir nefis bu. Cenâb-ı Hak’la huzur bulmuş. Allah ne imkân vermişse hepsini Cenâb-ı Hak yolunda seferber etmiş. Hayatın med-cezirleri/iniş çıkışları karşısında değişmemiş.
Râdıye; Allah’tan râzı olmuş. Musîbetler gelmiş, Allah’tan râzı olmuş. İmkânlar gelmiş, şımarmamış, taşmamış. Onun bu hâli karşısında;
Merdıyye; Allah da ondan râzı. “Cennetime gir.” buyuruyor. (Bkz. el-Fecr, 28-30)
İşte bu nedir? İtmi’nân bu!.. İrfan bu…
Çok misal var buna, irfana ait.
Yine bir Yavuz Sultan Selim’den bir misal vereyim:
Yavuz Sultan Selim, derviş meşrepli ve zâhid mizaçlı bir Osmanlı pâdişahıydı. Büyük zaferlerle neticelenen Mısır Seferi’nin ardından İstanbul’a dönüşünde, gündüz vakti Çamlıca’ya vâsıl olmuştu, İstanbul’un Çamlıca Tepesi’ne. İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezâhürat yapacağını haber aldığından, derin bir nefis muhasebesinde bulundu. Ardından lalası Hasan Can’a:
“–Hasan dedi, hava kararsın, herkes evine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları beni mağlûb edip yere sermesin!..” dedi.
Nihayet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice, alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zira o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünya saltanatından daha kıymetli olduğunu ifade eden şu beyti o zaman ifade etti:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
İşte bu nedir? Nefsi, itmi’nan bu, mutmainne, irfan bu.
Baktığımız zaman, o Sina Çölü’nde bir aslan… Mısır’da vak’a-nüvis diyor; sanki diyor, başı önünde, eğilmiş diyor, bir diyor, kâmil bir mü’min diyor. İstanbul’a geldiği zaman diyor, sanki diyor, nefsinden korkan, nefsini canavar gören bir mü’min diyor.
Burada bir “hizmet” (bahsi) var, o kaldı maalesef. Tabi hizmet en mühimi. Bütün Allah dostları hep hizmette.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri; “Ben en yüksek mertebeleri hizmette aldım.” buyuruyor.
Hizmet, tezkiye ediyor. Hasta insanlara bakmakla tezkiye oluyor. Çünkü mü’min, mü’mine zimmetli. Mü’min mü’minden mes’ûl. O da yedi sene hasta insanlara bakıyor. Cerahatli hayvanlara bakıyor. Çünkü Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı lâzım. Yoldaki çöpleri, eziyet verici şeyleri, çukurları kaldırıyor.
Çünkü:
خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ
(“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128])
Hizmete ait, evliyâullah’tan… Efendimiz de başta. Ashâb-ı kirâm hâkezâ. Ondan sonra evliyâullah’ta bunu, hizmet, mânevî derecede…
Yani zikrin tesirini görmek istiyorsak, hizmetimize bakacağız.
Râbıtanın tesirini görmek istiyorsak, Efendimiz’e ne kadar yakınız, hizmetimize bakacağız.
Bir seherlerdeki olan duygularımızı görmek istersek, o duygularımız bizi ne kadar hizmete götürüyor?
Velhâsıl mü’min, bir hizmet insanı olacak. O hizmet, onu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıracak.
Velhâsıl şununla bitirelim:
Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. Bizim medeniyetimiz, İslâm medeniyetidir. Ecdâdımız Osmanlı, İslâm’ın nezâket, zarâfetinin yaşandığı muhteşem bir medeniyet inşâ etti. Tarihte 620 sene gelen bir medeniyet yok. Kur’ân-ı Kerîm ile başladı. Kur’ân-ı Kerîm’e edeple, saygıyla, hürmetle başladı. Edebali Hazretleri ve silsilelerin tenviriyle, tezkiyesiyle halk irşâd edildi. Kalpler bir dergâh hâline geldi. Dergâhlar bir rehabilite merkezi oldu. Vakıflar bir ağ gibi toplumu ördü.
Velhâsıl bu medeniyette ne oldu? Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet oldu. Şefkatle mahlûkâta bakış tarzı oldu. Bu, toplumu bir ağ gibi ördü.
İşte bizim medeniyetimiz, gönüllerini bir rahmet dergâhı hâline getiren Anadolu dervişinin medeniyetidir.
Ne mutlu örnek bir müslüman şahsiyet ve karakteri tevzî ederek, İslâm’ın istikbâlinde hayırlı hizmetlere muvaffak olan beyefendilere ve hanımefendilere -inşâallah-.
Duâmızın kabulü niyazıyla, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER
- DÜNYADAYKEN NUH’UN GEMİSİNE BİNMEYE BAK!
- İSLAM AHLAKINDA MUHTACI REDDETMEK YOKTUR
- ÖMÜR, METRAJI BELLİ OLMAYAN BİR MAKARA GİBİDİR
- TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR
- MÜ’MİN, DEDİKODULARLA ÖMÜR TAKVİMİNİ LEKELEMEZ
- YÂ RABBİ! BİZE NAMAZI SEVDİR
- MÜSLÜMANIN DÜĞÜNÜ VE EVLİLİK HAYATI NASIL OLMALI?
- SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
- BİR KULUN SÂHİP OLMASI GEREKEN ALTI HUSUSİYET
- PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.V) İKİ VASİYETİ
- AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMÂN
YORUMLAR