"avrupa İslam'ı" Fikrinin Tarihsel Kökenleri
Avrupa’nın İslamiyetle tanışmasının hikayesini 50’li yıllarda yaşanan işçi göçüyle başlatan anlatılar, kıtanın İslamiyete yabancı bir yer olduğu algısını yaratır. Oysa Macaristan’ın doğusunda, Debrecen’in kuzeyinde yer alan Hajdúböszörmény şehri İslamiyetin Avrupa’daki köklerinin ne kadar eski olduğunu bizlere hatırlatır.
Büyük Macar kralı Aziz İstvan’ın 10. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte halkı kitleler halinde vaftiz olmuş ve Hıristiyanlığa geçiş başlamıştı. Buna mukabil Macarların tümden Hıristiyanlaşması söz konusu olmadı. Aksine Macarların bir kısmı Müslümanlaştı. Macarlaşan bu Müslümanlara “Böszörmény” adı verildi. Böszörménylerin aslında Macar olmadıkları ve Volga kıyılarından gelerek Macaristan’ı yurt tutan İsmaili Şii Türkler olduklarına yönelik iddialar var olmakla birlikte Macarca konuştukları biliniyor. Büyük Macar Prensi Géza’nın henüz 10. yüzyılda Müslüman Macarlara yaşamaları için bölgeler tahsis ettiğini biliyoruz. Dahası Macar tarihinin en önemli yazıtlarından olan Gesta Hungarorum Géza’nın bahşettiği bu topraklar arasında ülkenin baş şehri Budapeşte’nin de yer aldığından bahseder. Tuna nehrinin ikiye ayırdığı Budin ve Peşte kısımlarından oluşan şehrin Peşte kısmı, bu kaynağa bakılacak olursa, Géza tarafından Müslüman Böszörménylere verilmiş ve şehrin bu kısmı Müslümanlar tarafından kurulmuş olmalı.
Böszörményler Ortaçağ Macaristanında önemli ekonomik ve askeri roller oynamış bir topluluk olarak kaynaklarda yer alıyor. Ticaretle meşgul olmaları, bu topluluk üyelerinin Avusturya ve Almanya’ya kadar yayılmalarına sebep olmuş. Buna ilaveten Böszörményler güvenilir ve kabiliyetli askerler olarak tanınmışlardı; zira içkiye düşkün Macar askerlerinin arasından içki içmeyişleriyle kolayca sıyrılmış ve temayüz etmişlerdi. Böszörményler “şarap içmeyenler” olarak tanınıyorlardı. Buna mukabil, Böszörményler methedildikleri bu özellikleriyle aynı zamanda ayıplanıyorlardı. Şarap içmeyen “hilkat garibeleri” olarak görülen bu kimselere karşı içten içe bir öfke de büyümekteydi. Et yerken ayran içen, şaraptan “keyif almayı” bilmeyen bu “acayip” insanlar, Macar Kralı II. András’ın ünlü “Altın Fermanı” ile bir diğer nefret edilen topluluk olan Yahudilerle aynı statüye sahip kılındılar. Bu ferman onları belli kurallara bağlarken aynı zamanda korumaktaydı da. İçki Avrupalı zihninde Müslüman olanla olmayan arasında öyle belirleyici bir ayrım noktasıydı ki Gothold Ephraim Lessing “Türkler” isimli şiirinde şu ifadelere yer verir: “Türklerin ne güzel kızları vardır / Her biri sert namus bekçisidirler / İsteyen birden fazlasını alabilir / İşte Türk olma isteğim bundandır / Ne de dilerdim kendimi aşka vermeyi / Aşk ile huzurla bir ömür sürmeyi / Gelgelelim Türkler şarap içmezler / İşte Türk olmak istemeyişim bundandır”.
Böszörménylerin izlerine Osmanlı’nın Balkanlarda görülmeye başlandığı 14. yüzyıl’a kadar rastlamak mümkün. Öyle görülüyor ki Avrupa’nın içlerine doğru ilerleyen “Kafir Türkler” bu “Kafir Macar” topluluğa karşı gösterilen toleransın sonunu getirmiş, Böszörménylerin varlığına daha fazla tahammül edilemez olmuştu. Böszörménylerin zorla Hıristiyanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Nasıl İslamlaştıklarına dair malumat sahibi olmadığımız Böszörménylerin akıbetlerine dair de elimizde çok fazla malumat yok. Ancak neticede onların ya “şarap içen” Macarlara dönüştüğünü yahut canlarından olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.
Böszörményler elbette Avrupalıyı İslamiyetle ilk tanıştıran kimseler değildiler. Puvatya Savaşı’nda Emevi ordusunu mağlup eden Frank Kralı Karl Martell Avrupa’yı bu “habis” kitleden korumakla kıtanın hamisi konumuna yükselmişti. Martell’in başarısı o kadar büyük görülmüştü ki Franklar yıkılan Roma’yı tekrar ayağa kaldıran kimseler olarak görülmüş, Papalık tarafından kendilerine II. Roma unvanı verilmiş, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tesis edilmişti. Buna mukabil Böszörményler kıtada yaşayan ve işgalci olarak görülmeyen, Müslümanlaşmış yerel bir topluluğun ilk örneği olarak karşımıza çıkıyor.
AVRUPA VE ÖTEKİ İLE YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Böszörménylerin tarih sahnesinden çekildiği 14. yüzyıl Avrupası büyük pogromların tarih sahnesine çıktığı bir devirdi. Veba salgınından kırılan kıtada bir uğursuzluk nesnesi aranmaya başlanmış ve bulmakta da zorlanılmamıştı: Kıtada yaşayan Yahudiler kutsal ekmeğe hürmetsizlik ettikleri, Hıristiyan çocukları kaçırarak yedikleri, kutsal bakire heykellerine tecavüz ettikleri gibi garip iddialarla kovuşturmaya uğramış, 1348-1351 tarihleri arasında kıtanın pek çok bölgesinde katledilmişti. Yahudiler zaten tahammül edilen insanlardı ve IV. Karl kendilerini bir finans kaynağı olarak gördüğü için, bir fenalığa maruz kalmalarına kesinlikle rıza göstermemekteydi. Buna mukabil Yahudilerin nüfusu belli bölgelerde tahammül edilemeyecek orana ulaşmıştı. Özellikle Speyer, Worms ve Mainz şehirleri Yahudi nüfusun yoğunluğuyla rahatsızlık uyandırdığı şehirlerdi ve bu şehirlerde ekonomik üstünlük Yahudilerdeydi. “SWM” olarak kısaltıldığında İbranice “sarımsak” anlamına gelen “Şûm” şeklinde okunan bu şehirler mutlaka temizlenmeliydi. Bu sebeple kutsal topraklara yönelen haçlı seferleri bu şehirlere uğradı ve hatırı sayılır oranda Yahudi kılıçtan geçirildi, malları yağmalandı. Zaten talana niyetlenerek yola koyulan ordunun bir kısmı bu ganimetler sebebiyle geri döndü. IV. Karl Yahudilerden elde ettiği gelirden daha fazlasını Hıristiyan halktan elde ettiği demde Nürnberg Yahudilerinin yakılmasına göz yumdu. 562 Yahudi şehir surlarının dışında yakıldı. Günümüzde dünyaca ünlü Nürnberg Noel panayırının kurulduğu meydan, bu Yahudilerin mahallesinin yıkılmasıyla oluştu.
Avrupa’nın tarihi “öteki”nin varlığına tahammül edemeyiş hikayeleriyle doludur. Bartholomeos Gecesi Katliamı Fransa’da Protestan varlığına tahammülsüzlüğün neticesi olarak karşımıza çıktı. Ülkede Protestan bırakmamacasına kesen Katolikler sayesinde bir Fransız Hugenot Protestanlığından bahsetmemiz mümkün değil. Mezhep savaşlarının ünlü cuius regio-eius religio (iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir) prensibi, bir bölgede farklı mezhepten kimselerin bulunmasına tahammül edilmeyeceğini ortaya koymuştu. Prusya Berlin şehrini kurduğunda, şehrin yarısına yakını Fransızca ve güney aksanlı Almanca konuşuyordu. Zira Fransa’da ve Bavyera-Avusturya bölgelerinde varlıklarına tahammül edilmeyen Protestanlar soluğu burada almışlardı. Müslümanlara ve Yahudilere karşı girişilen Reconquista sonrası İber yarımadasında yaşanan kıyım ve sürgünler, önceden üç dinin bir arada yaşadığı bölgeyi saf bir Hıristiyan bölgesi haline getirmişti. Portekizliler dinsel azınlıklardan arınmış ilk saf Hıristiyan krallık olmakla övünüyorlardı.
Yazımızın ebadı Avrupa’nın bin beş yüz senelik sergüzeşti içinde yaşanan “öteki” kıyımlarını daha fazla saymamıza mâni. Ancak bir hakikat ile karşı karşıyayız: Avrupa “öteki”yi komşu olarak kabul etmeyen bir bağnazlık potansiyeline her devirde sahip oldu. Farklı dinden ve kültürden komşularla bir arada yaşamaya yönelik bu hevessizliktendir ki Kıta Avrupasındaki şehirlerin hiç biri Pera’ya sahip bir İstanbul değildir. Bu iddiamıza istisna teşkil edecek yegane devlet Habsburg Avusturyası olmuştur. II. Josef’in Tolerans Fermanı ve Franz Josef’in Bosna’nın ilhakı sonrası İslamiyeti resmi din ilan etmesi gibi uygulamalar, Avusturya’yı bazı dönemlerde Kıta Avrupası’nın geri kalan kısmından farklı bir noktada değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.
AVRUPA'NIN DİNDEN ANLADIĞI
Avrupa’ya kimliğini veren Hıristiyanlık, dine yaklaşımı itibariyle Yahudilik ve İslmiyetten farklı bir karaktere sahiptir. Teşrî dinler olan İslamiyet ve Musevilik bireylerin günlük hayatlarına müdahale eden şeriatlara sahipken, Hıristiyanlık teşri bir din değildir ve ortaya bir şeriat koymaz. Buna ilaveten, söz konusu iki dinin sahip olduğu vahiy algısı Hıristiyanlıktaki vahiy algısından oldukça farklıdır. İsa Mesih “ete bürünmüş tanrı sözü”dür ve kendisinin havarisi Petrus aracılığıyla kurduğu Kilise yegane kurtuluş yoludur. Bu bakımdan bir Hristiyan için İncil İsa Mesih’e indirilmiş bir kitap değildir; aksine bizzat tanrı sözü olan Mesih’in hayatına yönelik ortaya konulan şahitlikleri ihtiva eden bir kitaplar bütünüdür. Din Kilise tarafından ortaya konulan ve Kilise idaresi tarafından dönemsel olarak dönüştürülmesi tabii karşılanan bir şeydir. Bu dönüşümlerin en tipik örneği VIII. Henri Tudor’un Anglikan Kilisesi’ni kurdurma hadisesidir. Kilise’nin aggiornamento olarak adlandırdığı prensip, Kiliseyi her devre uyum sağlayacak bir yapı olarak kurgulamıştır.
Siyaset-Kilise ilişkileri her dönemde farklılık arz etmiş, Hıristiyanlık bazı dönemlerde siyaset kurumunun ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümler yaşamıştır. Kilise İnvestitur Kavgaları döneminde siyaset üzerinde belirleyici bir konumda bulunmuşken, bu iktidarını yitirmesinden sonra siyaset kurumu Kilise üzerinde belirleyici bir konuma yükselmişti. Bu hususlar göz önünde bulundurulmadan, “Avrupa İslamı” gibi bir fikrin nasıl ortaya çıktığı anlaşılamaz, zira dinin dönüştürülmesi fikrine nasıl gelinebildiği hususu, Avrupalının din olarak öğrendiği şeyin ne olduğuyla anlaşılabilir. Aydınlanma Kiliseyi hak iddia ettiği sahalardan geri çekilmeye, ancak etik rehberlik hudutlarında konumlanmaya zorlamıştı. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de 19. yüzyılda Avrupa’nın “mucize dini”ni ortadan kaldıran ve “Etik dini”ni ortaya koyan bir dönüşüme sahne olmasıdır. Kilise ancak modern etik sınırlarında ahlaki öğütler vermekle yükümlü, sosyal faydaları olan bir kurum olarak tolere edilebilir. Günümüzde Kilisenin günlük hayatla ilgili yaptığı her türden çıkış Avrupa kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanmaktadır. Eşcinsellik karşısındaki tutumu, kürtaj eleştirisi gibi çıkışları Kilisenin, sınırlarını ihlal eden ve anlaşmayı çiğneyen bir kurum olarak algılanmasıyla sonuçlanmaktadır. Kilise modernitenin hayat anlayışına yönelik arızalar çıkarma lüksüne sahip olmamalıdır; düzen içinde arıza çıkarması düşünülemez.
“Avrupa İslamı” sosyal rahatsızlığı giderir mi?
"AVRUPA İSLAM'I" SOSYAL RAHATSIZLIĞI GİDERİR Mİ?
Teşri bir din olmamasına rağmen Hıristiyanlığın Avrupa sosyal hayatı içinde rahatsızlık vermeyecek şekilde tedip edilmiş olması, teşri bir din olan İslamiyet’in, Avrupalı nazarında her geçen gün daha büyük rahatsızlık vesilesi olmasına yol açıyor. Zira Kıta’da sayıları her geçen gün artan Müslümanlar, dinleri uyarınca sürdürdükleri hayatlarıyla, Avrupalının iflah olmaz “öteki” nefretini canlandırıyor. Siyasiler tarafından dile getirilen entegrasyon sorunlarının her biri, haklı tarafları bir yana, bu zenofobik (yabancı düşmanı) yatkınlığı mazur göstermek üzere kullanılan argümanlar olarak karşımızda duruyor. Kamusal alanda karşılaşılan her başörtülü kadın, helal et satan her kasap dükkanı “öteki” ile yan yana yaşamayı sevmeyen Avrupalıyı öfkelendiriyor.
Bütün bunlara ilaveten, temel bir hak olarak ibadethanesine sahip olmak isteyen bu kimselerin inşa etmeyi planladığı her cami, Avrupa’da yeni tartışmalara sebep oluyor. İsviçre’de 2009 yılında düzenlenen referandumla gelen minare yasağı, Viyana’nın Brigittenau bölgesinde yapılması planlanan cami karşıtı gösteriler gibi İslamiyet karşıtı duruşlar Kıta’nın dört bir tarafına yayıldı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Müslümanların gündelik hayatlarını zorlaştırmaya yönelik kanun tekliflerinin ardı arkası gelmiyor. On seneyi aşkındır süren helal et tartışmaları, Müslümanlara kasaplık hayvanlarını İslami usullerle kesilme hakkının yasaklanması teklifleriyle başlamıştı. Yahudilerin “koşer” kesim haklarının emsal gösterilmesi bu tartışmaları muvakkaten durdurdu. Fakat hemen akabinde sünnet tartışması başladı. Küçük çocukların sünnet edilmesinin insan haklarına uymadığı savından hareketle yasaklanmasını öngören yasa tasarısı, yine Yahudi “hıtan”ının örnek gösterilmesiyle engellendi. Müslümanların temel haklarının Musevilikle arz ettiği paralellik nispetinde tolere ediliyor olması, Musevilikten ayrıştığı noktalarda tolere edilmemesine doğal olarak yol açıyor. Son dönemde giderek yükselen başörtüsü karşıtı sesler, Musevilikle bir paralellik ortaya konulamadığı için “tam gaz” yükseliyor.
“Avrupa İslamı” ile amaçlanan şeyin Avrupa’nın sosyal dokusu içinde arıza çıkarmayacak bir İslamiyet yaratmak olduğu, konu hakkında yapılan yorumların en masumu. Dini sosyal hayata uyumlu olacak şekilde dönüştürmek gibi bir kültüre sahip olan Avrupalı aklı, İslamiyeti de Hıristiyanlık gibi dönüştürülebilir bir din olarak algılamak istiyor. Buna karşın İslamiyetin böyle bir tabiatının olmadığına yönelik bütün itirazlar kulak ardı ediliyor. “Avrupa İslamı” ile elde edilmek istenen netice, İslamiyetin teşri özelliklerini mümkün mertebe yok etmek, böylelikle İslam dinini kamusal alanda daha az görünür kılmak. İslamiyeti Hıristiyanlık gibi bir etik kurum haline getirmek, “Avrupa İslamı” taleplerinin varmak istediği nihai netice olarak karşımızda duruyor. İslamiyetin, müntesiplerine etik tavsiyeler veren ve gündelik hayata yönelik talepler ortaya koymayan bir din haline getirilmesi, yarattıkları Avrupa Hıristiyanlığına benzer bir “Avrupa İslamı” ortaya çıkarmayı hedefliyor. Neticede İslamiyet, Tanrı’ya verilen isim hariç, Hıristiyanlıktan farksız bir din haline getirilmek isteniyor.
Üretilmek istenen bu "İslamiyetsiz İslamiyet"in sosyal huzursuzluklara bir çözüm olup olmayacağı ise ayrı bir tartışma konusu. Müslümanların Avrupalının “ötekisi” olma özelliklerinden azade olamayacağı gerçeği, dinlerinin dönüştürülmesi tartışmalarından bağımsız olarak sürüp gidecek bir olguyu göz önüne seriyor. Zira karşı karşıya bulunduğumuz düşmanlık, bin senelik İslamiyet karşıtlığından farklı bir hüviyete sahip. Avrupalı, İslamiyete duyduğu nefretinden farklı olarak, komşusu olan Müslümana yönelik bir nefret geliştirmiş durumda. Bin yıllık “öteki” ile yaşayamama refleksi devreye girmiş, ötekisiz, homojen bir yaşam alanı özlemi bu nefreti büyütür hale gelmiş durumda. Böszörménylerin yok olması ve sıradan Macarlara dönüşmeleri örneğinde olduğu gibi, asimilasyona uğramadıkları ve Müslüman kaldıkları sürece, Müslümanlar Avrupalının ötekisi olarak kalacaklar. Sahip oldukları dinin “Avrupa İslamı” gibi uyduruk bir din olmasının da herhangi bir önemi olmayacak. Zira Müslüman kimliği Müslümanları her zaman “öteki” olarak var kılacak. 11 Eylül paradigmasının zincirlerinden serbest bıraktığı bu düşmanlık, Avrupalı zihninde meşru bir “öteki karşıtlığı” olarak okunacak. Neticede “Avrupa İslamı” çabaları ötekine yapılmış bir zulümden öteye gitmeyecek.
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
Kaynak: Taceddin Kutay, Anadolu Ajansı