Ayet ve Hadislerle Müslümanların Son Savunma Savaşı: “Hendek Savaşı”

Hendek Savaşı’ndaki hendek kaç günde kazıldı? Hendek Savaşı ne zaman, nerede ve kimler arasında yapıldı? Hendek Savaşı’nın sebepleri ve sonuçları nelerdir?

Hendek Gazvesi, hicrî 5. senenin Şevvâl ayında vuku bulmuştur.

HENDEK SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ

Kureyş, ticâret yolunu hâlâ emniyete alamamıştı. Uhud’da Müslümanlara zarar vermişlerdi ama meseleyi kökünden halledememişlerdi. Bunu yapmaya tek başlarına güçleri de yoktu. Bu sebeple civâr kabilelerle anlaşmalar yaptılar.

Sürgün edilen Benî Nadîr yahûdîlerinin birtakım ileri gelenleri, Hayber’e sığınmışlardı. Müslümanlara karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Kureyşlilere işbirliği teklif etti­ler. Hattâ onların puta tapıcılığının Müslümanlıktan daha üstün olduğunu söyleyip putlara taptılar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

“Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğûta îmân ediyor­lar, sonra da kâfirler için; «Bunlar, Allâh’a îmân edenlerden daha doğru yoldadır.» di­yorlar. Bunlar, Allâh’ın lânetlediği kimselerdir. Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 51-52)[1]

Yahudi heyeti Mekke’den ayrılıp Necid’e gitti. Büyük bir kabile olan Gatafan ile anlaştılar. Onlara Hayber’in bir senelik hurmasının yarısını vaad ettiler. Bu şekilde Yahudilerin büyük gayretleriyle 10 binin üzerinde bir ordu topladılar.

Çok sayıda kabilenin toplandığını haber alan Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), ashâbıyla istişâre ettiler. Zâten vahiy gelmeyen hususlarda hep böyle yaparlardı. Böylece ashâbının gönlünü alır, kendisinden sonra tâkip edecekleri usulü gösterir, toplumun ve devletin karşı karşıya olduğu müşkillere onların da kafa yormasını ve meseleleri sâhiplenmelerini temin ederlerdi. Bu yolla pek çok kâbiliyetli insan da ortaya çıkarılmış olurdu.

İstişâre neticesinde Medîne’nin kuzeyine, Harratü’l-Vâkım ile Harratü’l-Vebere diye isimlendirilen iki kara taşlık arasına hendek kazma kararı alındı. Medîne’nin sadece burası açıktı. Diğer yerleri kale gibi birbirine geçmiş evler, hurma ağaçları ve develerle yayaların yürüyemeyeceği kara taşlıklarla çevriliydi.

Havanın soğukluğuna ve açlığa rağmen hendek sür’atle kazıldı. Üç gün geçtiği halde ashâb-ı kirâmın yiyecek bir şey bulamadığı olur, şiddetli açlık sebebiyle acımış ve kokusu değişmiş yağ ile karıştırılan arpayı yerlerdi. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Toprağı omuzlarında taşıyorlardı. İçlerinde hizmetçileri olan zengin tüccarlar ve kabile reisleri de vardı. Ona rağmen büyük bir neş’e ve heyecanla bizzat çalışıyorlardı.

Peygamberimizin Azhap Günü Okuduğu Şiir

Berâ bin Âzib (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’i Ahzâb günü[2] bizimle toprak taşırken gördüm. Bembeyaz olan mübârek karnı toz toprak içinde kalmıştı. Efendimiz (s.a.v) o esnâda, Abdullâh bin Revâha’ya âit olan şu şiiri terennüm ediyorlardı:

«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik!

Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir!

Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar.

Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz kaçmaz, dayatırız!»

Şiirin sonundaki «ebeynâ: kaçmaz, dayatırız» kısmını okurken de mübarek seslerini yükseltiyorlardı.” (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 29; Cihâd, 34)

“Allah’ım Sen Ensâr’a ve Muhâcirlere Mağfiret Eyle!”

Allah Rasûlü (s.a.v) tahammül ötesi bir meşakkat ve çile kumkuması olan Hendek harbinde, ıztırap, yorgunluk, açlık, soğuk, karanlık ve düşmana karşı verdikleri zorlu mücâdele esnâsında:

“Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır. Ensâr ve Muhâcirler’e nusret eyle!..” niyâ­zında bulunuyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Hendek Günü Muhammed (s.a.v)’in ashâbı:

«Bizler sağ kaldığımız müddetçe ebediyyen İslâm (veya cihâd) üzerine Muhammed (s.a.v)’e bey’at edenleriz!» diyorlardı.

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de:

«Allah’ım! Gerçek hayır, âhiret hayrıdır. Sen Ensâr’a ve Mu­hâcirlere mağfiret eyle!» buyuruyorlardı.” (Müslim, Cihâd, 130. Krş. Buhârî, Meğâzî, 29)

Sert Kayanın Parçalanma Mucizesi

Berâ bin Âzib (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a.v) bize hendek kazmamızı emrettiler. Hendeğin bir yerinde önümüze sert bir kaya çıktı, kazmalarımız işlemiyordu. Durumu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e şikâyet ettik. Geldiler, elbiselerini kenara koydular ve hendeğe inip kayanın yanına vardılar. Bismillah deyip bir darbe vurdular, kayanın üçte biri kırıldı.

“Allahu ekber, bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden kırmızı köşklerini görüyorum” buyurdular.

Sonra bismillah deyip ikinci darbeyi vurdular. Kayanın üçte biri daha kırıldı.

“Allahu ekber, bana Fâris’in (İran’ın) anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden Medâin’i ve Beyaz Saray’ını görüyorum” buyurdular.

Sonra bismillah deyip üçüncü darbeyi vurdular. Kayanın kalan kısmı çıktı.

“Allahu ekber, bana Yemen’in anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden Sanʻâ’nın kapılarını görüyorum” buyurdular. (Ahmed, IV, 303; Heysemî, VI, 130. Bkz. İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 378)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Şam ile Yemen’i, daha oralar fethedilmeden kendisine izâfe ederek:

“‒Allâh’ım! Şâm’ımıza bereket ihsân eyle! Allâh’ım! Yemen’imize bereket ihsân eyle!” diye dua buyurmuşlardır. (Bkz. Buhârî, Fiten, 16)

Aynı şekilde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), henüz müslüman olmadıkları hâlde Şâm, Yemen, Irâk ve Necd ehli için mîkât yeri tayin etmiştir. O zaman Yemen ve Necd’den müslüman olan insanlar bulunuyorsa da Şâm ve Irâk ehli henüz müslüman olmamıştı. Ancak Cenâb-ı Hak, Efendimiz (s.a.v)’e Hendek kazarken bu bölgelerin anahtarlarını ihsân eylemişti. Allah Rasûlü (s.a.v) de bunu ümmetine müjdelemişti. Âdetâ O, hendek kazarken, aslında İslâm dünyasının temellerini atıyordu.

Mü’minler Allah ve Rasûlü’nün vaadlerine gönülden îmân ediyorlar, münâfıklar ise “Bunlar boş vaadler” diyerek korkaklık, endişe ve imansızlıklarını ortaya koyuyorlardı.[3] Müslümanları da korkutarak cihâddan vazgeçirmek için gayret ettiler ama muvaffak olamadılar.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar: «Meğer Allah ve Rasûlü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar!» diyorlardı.

Onlardan bir gurup da demişti ki: Ey Yesribliler! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün! İçlerinden bir kısmı ise: «Gerçekten evlerimiz emniyette değil» diyerek Peygamber’den izin istiyordu; hâlbuki evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı.

Medine’nin her yanından üzerlerine saldırılsaydı da, o zaman dinden dönmeleri veya Müslümanlarla savaşmaları istenseydi, şüphesiz hemen bunu yaparlar, fazla oyalanmazlardı.” (el-Ahzâb, 12-14)

Cabir Bin Abdullah’ın (r.a.) Bereketlenen Yemeği

Câbir (r.a) şöyle der:

Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelip:

“–Siperde önümüze bir kaya çıktı.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Hendeğe ben ineceğim.” buyurdular. Sonra ayağa kalktılar. Açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Rasûlullah (s.a.v) kazmayı ellerine aldılar ve sert kayaya vurdular, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben:

“–Yâ Rasûlallah! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. Evde hanımıma:

“–Ben, Allah Rasûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:

“–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Sonra, ekmek pişmekte, tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken, Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gittim.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Yemeğin ne kadar?” diye sordular. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:

“–Ooo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdular. Sonra ashâba:

“–Kalkınız!” dediler. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına varıp:

“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah (s.a.v) yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedim. Hanımım:

“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben:

“–Evet.” dedim.

“–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi.

Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlere:

“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyurdular. Rasûlullah (s.a.v) ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyorlardı. Sonra yine aynısını yapıyorlardı. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm ettiler. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü (s.a.v) zevceme:

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdular. (Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)

Câbir (r.a) sözünü şöyle tamamlar:

“Gelenler bin kişi idiler. Allâh’a yemin ederim ki böyle. Hepsi de güzelce yediler, hattâ kalanı bırakıp gittiler. Tenceremiz eksilmeden kaynıyor, azalmayan hamurumuzdan da iki hanım tarafından sürekli ekmek yapılıyordu.” (Müslim, Eşribe, 141)

Hendek Savaşındaki Hendek Kaç Günde Kazıldı?

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bizzat çalıştıkları için ashâb-ı kirâm, o kadar uzun, geniş ve derin hendeği altı günde kazdılar.[4]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kadınları ve çocukları, Müslümanların en sağlam kalesi olan Benî Hârise’nin Fâri’ kalesine yerleştirdiler.

Ordunun sırtını Sel’ Dağı’na, yüzünü de düşmana çevirdiler.

Düşman 10 bin, Müslümanlar 3 bin kişi idi.

Efendimiz (s.a.v) baskıyı azaltmak için Medîne’nin bir senelik hurmasının üçte birini vermek sûretiyle Gatafan’la anlaşmayı teklif ettiler, ancak ashâb-ı kirâm “Eğer vahiy değilse bunu kabul etmeyelim” dediler.

Benî Kurayza yahûdilerinin anlaşmayı bozdukları haberi gelince Müslümanların sıkıntısı son raddeye ulaştı. Hendek kuzeyde, yahûdiler ise güneydoğuda idi. Müslümanlar iki ateş arasında kalmış, hanım ve çocukları için endişeleniyorlardı.

Cenâb-ı Hak o esnâdaki hâlet-i rûhiyelerini şöyle tasvir eder:

“Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve Allah hakkında türlü türlü zanlarda bulunduğunuz zaman; işte burada mü’minler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (el-Ahzâb, 10-11)

Benî Kurayza yahûdîlerinin baskınına uğramadan sabaha çıkıldığı zaman, mü’minler rahat bir nefes alıyorlardı. Hz. Ebû Bekir (r.a):

“Medîne’de çoluk-çocuğumuz hakkında Benî Kurayza’dan duyduğumuz korku, Kureyş ve Gatafân ordularından duyduğumuz korkudan daha fazla idi. Zaman zaman Selʻ Dağı’nın tepesine çıkıp Medîne evlerine bakar, onları sükûnet ve huzur içinde gördükçe Allâh’a hamd ve şükrederdim!” demiştir. (Vâkıdî, II, 460)

Ümmü Seleme vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:

“Ben, Rasûlullâh (s.a.v)’in yanında, çarpışma ve korkuların yaşandığı Müreysî, Hayber, Hudeybiye, Mekke’nin fethi, Huneyn gibi birçok gazâlarda bulundum. Bunların hiçbiri Rasûlullâh için, Hendek’ten daha zahmetli ve daha korkulu olmamıştır. Benî Kurayza’nın çoluk-çocuğumuza baskın yapmayacağından emin değildik.” (Vâkıdî, II, 467)

Medîne’yi koruyan devriye birlikleri tekbirler getirerek yahûdilere uyanık olduklarını gösteriyorlardı. Bunların 200’üne Seleme bin Eslem el-Evsî (r.a), 300’üne de Zeyd bin Hârise (r.a) kumandanlık ediyordu.

Hendeği gören düşman şaşkına dönmüştü. Geçmeye çalışınca da Müslümanların ok yağmuruna tutuluyordu. Bu vaziyette 24 gün beklediler.

“Allah Hükmünü Yerine Getirir!”

Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz şöyle nakleder:

“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz (r.a) ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Saʻd’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvîk eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona:

«–Yavrum koş, Rasûlullâh (s.a.v)’e yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu.

Sa’d’ın annesine:

«–Sa’d’ın zırhının, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtmesini isterdim.» dedim. Onun açık kalan kollarından okla vurulmasından endişelenmiştim. Sa’d’ın annesi:

«–Allâh hükmünü yerine getirir!» dedi. Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244)

Hz. Ali (r.a.) Hendek Savaşı’nda Azılı Kâfir Amr’ı Nasıl Öldürdü?

Hendek savaşı esnâsında müşriklerin kumandanları, “Hendeğin şu dar yerinden kim atlayıp geçebilir?” diye birbirlerine sordular. İkrime bin Ebû Cehil, Nevfel bin Abdullah, Dırâr bin Hattab, Hübeyre bin Ebû Vehb, Amr bin Abd, atlayıp hendeği geçmeye hazırlandılar. Hendekle Selʻ dağı arasındaki çorak ve sert yerde hendeğin dar gediğine doğru atlarını dörtnala kaldırdılar. O dar yerden atlayıp hendeği geçmeye muvaffak oldular. Müşriklerin geçtiğini gören Hz. Ali (r.a), müslümanlardan birkaç kişi ile acele gidip o gediği tuttu.

Hendeği geçenlerden Amr bin Abd, Bedir savaşında ağırca yaralanmış olduğundan Uhud savaşında bulunamamıştı. Kendisinin kim olduğu bilinsin diye bir alâmet takmıştı. Rasûlullah (s.a.v) ve ashabından öcünü almadıkça koku sürünmeyi kendisine yasaklamıştı. Amr, Arapların namlı kahramanlarından ve yiğitlerindendi. Yüz kişiye bedel sayılırdı. Tepeden tırnağa kadar demir zırhlara bürünmüştü. Atının başını çekip:

“–Benimle çarpışacak kim varsa çıksın meydana!” diye seslendi. Müslümanlar Amr’ın yaman bir adam olduğunu bildikleri için başlarına kuş konmuş gibi kımıldamadan susup kaldılar. Hz. Ali (r.a) fırlayıp ayağa kalktı ve:

“–Yâ Nebiyyallah! Onunla ben çarpışayım!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen otur, o Amr’dır!” buyurdular. Amr bin Abd:

“–Hani, öldürülünce Cennet’e gireceğini iddia ettiğiniz kimseler nerede kaldılar?! İçinizden meydana çıkıp benimle çarpışacak bir kimse yok mu?” diye tekrar seslendi. Hz. Ali (r.a) yine fırlayıp kalktı ve:

“–Yâ Rasûlallah! Onunla ben çarpışayım!” dedi. Efendimiz (s.a.v):

“–Sen otur, o Amr’dır!” buyurdular. Amr bin Abd üçüncü kez seslenerek kendisiyle çarpışacak er diledi ve “«O toplulukta benimle çarpışacak er var mı?» diye bağıra bağıra kısıldı gitti sesim!” diye başlayan dört beyitlik bir şiir okudu. Yine Hz. Ali (r.a) fırlayıp ayağa kalktı ve:

“–Ben çarpışayım onunla yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz (s.a.v):

“–O Amr’dır!” buyurdular. Hz. Ali (r.a):

“–Amr olursa olsun!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’nin Amr’la çarpışmasına müsaade buyurdu. Kendi kılıcı Zülfikar’ı, zırhını ve sarığını Hz. Ali’ye verdi:

“Allah’ım! Ona yardımını ihsan eyle!” diye dua buyurdular. Hz. Ali (r.a):

“–Acele etme! Ben senin davetine icabet ediyorum, bu konuda âciz de değilim! Her iyi niyet, basiret ve sadakat sahibi kişi, muhakkak düşmanına galebe çalmış ve kurtuluşa ermiştir. Ben de seni Zülfikar’ın bir darbesiyle devirip cenazeler ağıtçısı gibi başucuna dikileceğimi umuyorum!” diyerek Abd bin Amr’e doğru ilerledi. Amr:

“–Sen kimsin?” diye sordu. Hz. Ali (r.a) zırha bürünmüştü. Gözlerinden başka bir yeri görünmüyordu:

“–Ben Ali’yim!” dedi.

“–Abdi Menaf’ın oğlu Ali mi?”

“–Ben Ebû Tâlib’in oğlu Ali’yim!”

“–Ey kardeşimin oğlu! Amcalarından, senden daha büyüğü yok mu? Ben senin kanını dökmek istemem! Çünkü senin baban benim dostum idi.”

“–Vallahi ben senin kanını dökmek isterim!”

Amr bu söze çok kızdı, kılıcını sıyırıp atını Hz. Ali’nin üzerine sürdü. Kılıcının yalını ateş gibi parlıyordu. Hz. Ali (r.a):

“–Ben seninle nasıl çarpışabileyim ki? Ben yayayım sen at üzerindesin. Atından aşağı in!” dedi. Amr bin Abd hemen atından yere atladı. Atının sinirlerini kılıçla vurup kesti ve yüzüne de çarptıktan sonra Hz. Ali’nin karşısına gelip dikildi. Hz. Ali (r.a) ona:

“–Ey Amr! Ben senin Kureyş’ten biriyle karşılaştığında onun iki veya üç dileğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a söz verdiğini işittim, doğru mu?” diye sordu. Amr:

“–Evet! Doğrudur!” dedi.

“–Öyleyse ben seni Allah’a ve Rasûlü’ne imana ve İslâm’ı kabule davet ediyorum.”

“–Bu bana gerekmez ey kardeşimin oğlu! Geç bunu, benden böyle bir şey isteme!”

“–Öyleyse bizimle çarpışmayı bırak, yurduna dön! Eğer Muhammed (s.a.v)’in işi yoluna girip kendisi düşmanlarına galebe çalarsa, sen bu hareketinle ona yardım etmiş olursun. Şayet düşmanları onu ortadan kaldırırsa, senin arzun onunla çarpışmadan yerine gelmiş olur.”

“–Bu sözü Kureyş kadınları bile kesinlikle ağızlarına almazlar! Ben adağımı yerine getirecek güçte olduğum halde, onu yerine getirmeden nasıl dönüp giderim?! Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamış bulunuyorum. Sen üçüncü dileğini söyle!”

“–Öyleyse seni benimle çarpışmaya davet ediyorum!”

Amr güldü ve:

“–Doğrusu, Araplar içinde korkmadan benimle çarpışmak isteyecek bir kimse bulunabileceğini hiç zannetmezdim! Sen ne diye benimle çarpışmak istiyorsun ey kardeşimin oğlu? Vallahi ben seni öldürmek istemiyorum! Senin baban benim dostumdu. Sen geri dön, git! Sen genç bir yiğitsin, ben ancak Kureyş’in Ebû Bekir, Ömer gibi yaşlı ve olgunlarıyla çarpışmak isterim!” dedi. Hz. Ali (r.a):

“–Fakat ben seni öldürmek isterim!” deyince, Amr’ın kan beynine sıçradı. Birbirlerine saldırdılar. İlk saldıran Amr oldu. Hz. Ali’ye kılıçla şiddetli bir darbe indirdi. Hz. Ali (r.a) Amr’ın darbesini sığır derisinden yapılmış kalkanıyla karşıladı. Amr’ın kılıcı Hz. Ali’nin kalkanına saplandı ve kılıcın ucu Hz. Ali’nin başını yaraladı.

Sıra Hz. Ali’ye gelmişti. Zülfikar’la Amr’ın boyun köküne öyle şiddetli bir darbe indirdi ki Amr’ın kellesi uçtu, gövdesi de yere düştü. Çığlıklar koptu. Hz. Ali “Allahu Ekber!” diye tekbir getirdi. Onun tekbirine uyarak müslümanlar da tekbir getirdiler. Rasûlullah (s.a.v) tekbir sesini işitince Hz. Ali’nin Amr’ı öldürmüş olduğunu anladı.

Hz. Ali (r.a) Amr’ın işini bitirince, hendeği geçenlerden Dırâr ile Hübeyre Hz. Ali’nin üzerine yürür gibi olmuşlardı. Hz. Ali de onlara doğru yöneldi. Dırâr, Hz. Ali’nin yüzüne bakar bakmaz arkasını dönüp kaçmaya başladı. Sonradan Dırâr’a kaçmasının sebebi sorulduğunda:

“–Ölümün hayali sûrete bürünüp bana görünmüştü!” demiştir.

Hübeyre, Hz. Ali (r.a) ile çarpışmaya yeltendi ise de Hz. Ali’nin bir kılıç darbesi zırhını delip vücûduna erişince o da dönüp kaçtı. Nevfel de kaçarken atıyla birlikte hendeğe düştü, boynu kırıldı. Müslümanlar onu hendeğin içinde taşa tuttular. Nevfel:

“–Ey Arap topluluğu! Beni bundan daha güzel bir şekilde öldürseniz olmaz mı?” diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) hendeğin içine indi. Onu kılıçla vurup öldürdü. Nevfel, Peygamber Efendimiz’i öldürmek için and içen, diş bileyen azılı müşriklerdendi. İkrime bin Ebû Cehil ise mızrağını atarak kaçıp kurtulmuştu.

Harp meydanından kaçıp canlarını kurtaranlar, ordugâhlarına varınca Amr ile Nevfel’in nasıl öldürüldüğünü anlattılar. Bunun üzerine Kureyş müşrikleri gevşediler ve ümitsizliğe düştüler. Ebû Süfyan, Fezâre kabilesinin kaçmasından, Gatafanların da dağılmasından korkmaya başladı:

“–Bugün hiçbir fayda sağlayamadık, yerlerinize dönünüz!” dedi. Dağıldılar. Kureyşliler Akik’e, Gatafanlar da karargâhlarına döndüler.

Hz. Ali (r.a) sağ kalan müşrik süvarilerini de hendeğe kadar kovaladı. Öldürdüklerinin eşyalarını almaya tenezzül bile etmedi. “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah!” diyerek Efendimiz’in yanına döndü. Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye:

“–Amr’ı öldürdükten sonra kendini nasıl hissettin?” diye sordular. Hz. Ali (r.a):

“–Bütün Mekkeliler bir tarafta, ben de bir tarafta olsam, kendimi hepsini yenebilecek güçte hissettim!” dedi.

Amr’ın kızkardeşi, Amr’ın ölüsünün soyulmamış olduğunu görünce:

“–Onu ancak onun dengi ve eşiti olan şerefli bir kişi öldürmüştür!” dedikten sonra, kimin öldürdüğünü sordu.

“–Ali bin Ebû Tâlib öldürdü!” dediler. Bunun üzerine kadın, söylediği beyitlerde:

“–Eğer onu Ali’den başkası öldürmüş olsaydı, ona ebediyyen ağlar dururdum!” dedi.[5]

Nevfel’in ölüsünün hendekte kalması müşriklere ağır geldi. Peygamber Efendimiz’e adam gönderip:

“–Nevfel’in ölüsünü gömmek üzere bize ver de sana diyetini ödeyelim?” dediler ve 10.000 dirhem gönderdiler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Bize onun ne cesedi, ne de diyeti lâzımdır! Biz ölü bedelini yemeyiz. Onlara ölülerini veriniz! O habis bir ölüdür, onun diyeti de habistir” buyurdular. Bu hususta onlardan hiçbir şey kabul etmediler. Ölülerinin cesedini alıp götürmelerine müsâade ettiler.[6]

HENDEK SAVAŞI’NIN SONUÇLARI

Düşmanın hücumları hiç kesilmiyordu. Hattâ bir gün Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz İkindi namazını vaktinde kılamayıp güneş battıktan sonra kazâ etmişlerdi. Korku namazı henüz teşrîʻ buyrulmamıştı. Buna çok üzülen Rasûlullâh (s.a.v), kendisini “gözümün nûru” buyurduğu namaz ibâdetinden alıkoyan müşrikler için:

“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar bizi meşgûl edip namazdan alıkoydularsa, Allâh da onların evlerine, karınlarına, kabirlerine ateş doldursun!” diyerek bedduâ ettiler. (Buhârî, Meğâzî, 29; İbn-i Sa’d, II, 68-69; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 112)

Kuşatmanın uzun sürmesine rağmen ancak 8 müslüman şehîd olmuştu. Müşriklerden de 4 kişi öldürülmüştü.

Allâh Rasûlü (s.a.v), ellerini yüce dergâha kaldırarak şöyle niyâz eylediler:

“Ey Rabbim! Ey Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı gönderen Allâh’ım! Ey düşmanlarla hesâbı tez gören Rabbim! Sen Medîne önünde toplanan şu Arap kabîlelerini hezimete uğrat! Allâh’ım! Onları hezimete uğrat, topluluklarını kır, irâdelerini sars da yerlerinde tutunamasınlar!” (Buhârî, Meğâzî, 29)

“Allah Onu Kıyamet Gününde Benimle Beraber Eylesin?”

İbrahim et-Teymî, babasından şöyle nakleder:

Huzeyfe (r.a)’in yanındaydık. Bir kişi:

«‒Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yetişseydim onunla birlikte harp eder, O’na daha fazla yardım ederdim!» dedi. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a) şunları anlattı:

«‒Bunu sen mi yapacaktın? Ahzâb gecesi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikteydik. Bizi şiddetli bir rüzgâr ve soğuk yakalamıştı. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek bir kişi yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?” buyurdular. Hepimiz sustuk. İçimizden kimse cevap vermedi. Sonra tekrar:

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek biri yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?” buyurdular. Biz yine sustuk, kimse O’na cevap vermedi. Efendimiz (s.a.v) bir daha:

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?” buyurdular. Yine sustuk. Kimse cevap veremedi. Bunun üzerine:

“‒Kalk ey Huzeyfe! Bize bu kavmin haberini getir!» buyurdular.

İsmimle hitâb edince kalkmaktan başka çare bulamadım. Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Git de bana şu topluluğun haberini getir! Ama sakın onları aleyhime kış­kırtma, kendini fark ettirecek bir şey yapma!” buyurdular.

O’nun huzûrundan ayrılınca sanki hamamda yürüyor gibi oldum. Ni­hayet düşmanların yanına vardım. Baktım ki, Ebû Süfyân sırtını ateşe vermiş ısınıyor. Hemen yayın içine bir ok yerleştirip ona atmak istedim. Fakat Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in; “Sakın onları aleyhime kış­kırtma, kendini fark ettirecek bir şey yapma!” buyurduklarını hatırladım. Atsaydım onu mutlaka vururdum.

Sonra döndüm ama yine hamamda yürüyor gi­biydim. Efendimiz (s.a.v)’e gelip düşmanın ha­berini verdiğim, vazifemi tamamladığım anda tekrar üşümeye başladım. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) üzerlerinde bulunan ve içinde namaz kıldıkları bir abanın artan yerini üzerime örttüler. Sabaha kadar uyumuşum. Sabah olunca Efendimiz (s.a.v) bana:

“‒Uykucu, kalk artık!” buyurdular».” (Müslim, Cihâd, 99)

Mekkeli Müşrikler Kuşatmayı Neden Kaldırdı?

Kuşatmanın uzaması düşmanın moralini bozdu. Diğer taraftan şiddetli ve soğuk bir rüzgâr çıktı. Düşmanın çadırlarını söktü, tencerelerini devirdi, ateşlerini söndürdü ve eşyâlarını kumların altında bıraktı. Nihâyetinde Ebû Süfyân: “Haydi dönüyoruz!” demek zorunda kaldı. Yorgunluk ve maddî kayıptan başka bir şey elde edemediler.

Ahzâb yani kabileler Medîne’nin etrafından dağılıp gidince Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“‒Artık şimdi biz onların üzerine gazâ ederiz, onlar bizim üzerimize gelemezler, biz onlar üzerine gideriz!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Bu ifadeler İslâmî stratejinin değiştiğini, müdafaadan hücûma geçtiğini haber veriyordu. Hakikaten bundan sonra meydana gelen hâdiseler İslâm Başşehri Medîne-i Münevvere ve etrafından uzaklaştı Mekke, Tâif, Tebük gibi uzak bölgelere intikâl etti.

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e Sabâ rüzgârıyla yardım edilmiştir. Âd kavmi ise Debûr rüzgârı ile helâk edilmişlerdir.[7] Sabâ, helâk edici bir rüzgâr değildir. Soğuk olmasına rağmen yumuşaktır. Ancak düşmanı sarsar, çadırlarını söker, tencerelerini devirir, kalplerine korku verir.

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz bütün gazvelerinde düşmanın hezimete uğraması için dua etmiş, helâk olmaları için dua etmemişlerdir. Bununla birlikte, Hendek Harbi’nde melekler Efendimiz (s.a.v)’in kalbini kuvvetlendirmek için inmişler ancak savaşmamışlardır. Savaşmış olsalardı düşmanlardan çok kişi ölürdü. Bütün bunlar, Allah ve Rasûlü’nün merhametleri sebebiyledir. Nitekim Hendek Harbi’ne katılan müşriklerin hemen hepsi daha sonra müslüman olmuşlardır.[8]

Hendek savaşı ile alâkalı nâzil olan âyetlerden biri şöyledir:

“Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah, savaş husûsunda mü’minlere kâfîdir. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.” (el-Ahzâb, 25)

 Bu sebeple Hendek’te mü’minlerin savaşmasına hâcet kalmadan düşman hezimete uğradı ve bundan sonra Mekke’li müşrikler bir daha mü’minlere saldıramadılar. Bu âyet, Mekke’lilerle Müslümanlar arasındaki savaşın bittiğine işâret ediyordu. Nitekim bir sene geçmeden Hudeybiye Sulhu yapıldı, bundan iki sene sonra da Mekke-i Mükerreme savaşsız bir şekilde fethedildi. (Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, s. 64-65, 67)

Bu konudaki diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini zikredin; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)

 Bu ilâhî emir sebebiyle Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz gazvelerden, hacdan ve umreden dönerken Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetlerini hep zikretmiş ve:

“−Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur, yalnız O vardır. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur!”[9] buyurmuştur. (Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, s. 54)

Dipnotlar:

[1] Bkz. Vâhidî, s. 160. [2] Hendek harbinde muhtelif kabîleler müslümanlara karşı bir araya geldikleri için bu savaşa Ahzâb ismi de verilmiştir. [3] el-Ahzâb, 13-20. [4] Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, IV, 1208-1209. [5] Bkz. Vâkıdî, II, 470-474; İbn-i Sa’d, II, 68; İbn-i Hişam, III, 240-242; İbn-i Seyyid, II, 61-62; İbn-i Kayyım, Zâdu’l-mead, II, 131; Diyârbekrî, I, 486-487; Heysemî, VI, 135; Hâkim, III, 32, 33; Halebî, II, 641, 643; İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 106; Taberî, Târîh, III, 49; A. Zeynî Dahlan, Sîre, II, 7. [6] Ahmed, I, 248; Vâkıdî, II, 474; İbn-i Hişam, III, 273; Bevhakî, Delâil, III, 438; Taberî, Târîh, III, 49. [7] Buhârî, Meğâzî, 29. [8] Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 55-59. [9] Müslim, Hac, 147.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

İSLAM DEVLETİ’NİN SON SAVUNMA SAVAŞI HANGİSİDİR?

İslam Devleti’nin Son Savunma Savaşı Hangisidir?

HENDEK SAVAŞI

Hendek Savaşı

HENDEK SAVAŞI’NDA ÇEKİLEN SIKINTILAR

Hendek Savaşı’nda Çekilen Sıkıntılar

HZ. ALİ (R.A.) HENDEK SAVAŞI’NDA AMR’I NASIL ÖLDÜRDÜ?

Hz. Ali (r.a.) Hendek Savaşı’nda Amr’ı Nasıl Öldürdü?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.