Âyetler Üzerinde Tefekkür, Tedebbür ve Tezekkür
Tefekkür, tedebbür ve tezekkür ne demektir? Ayetler üzerinde tefekkür etmenin fazileti nedir? Mârifetullaha nâil olmanın iki yolu nedir?
“Tedebbür”, sahibini, istenilen manaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül manasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu lafızlara yüklenen mânaların çok olduğu sözleri anlamada kullanılır. Böyle bir söz üzerinde tefekküre daldıkça nice güzel ve engin manalar ortaya çıkar.[1]
“Tezekkür” ise zihnin bilinen bir şeyi hatıra getirmesi anlamına gelir. Kur’ân’ın âyetleri tekrar tekrar okunup hatırlandıkça, nasihatlerinden öğüt alınır, ikazlarına dikkat edilir, müjdeleriyle sevinilir.
KUR’ÂN-I KERÎM’DE KULLARINI İKİ YOLLA MÂRİFETULLÂH’A ERİŞMEYE DÂVET EDİYOR
Kur’ân, Peygamber ve Kâinât… Bunların üçü de birer mucizedir. Allah Teâlâ bunlarla kullarını irşâd etmektedir. Bunlar üzerinde tefekkür ve tedebbürde bulunup onlardan ibret almak, dersler çıkarmak ve kalben yükselmek gerekmektedir. Mârifetullaha nâil olmanın yolu da bunlar üzerinde tefekkür etmekten geçer. Nitekim İbn-i Kayyim el-Cevziyye şöyle demiştir:
“Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kullarını iki yolla mârifetullâh’a erişmeye dâvet ediyor:
- Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı ve yarattığı şeylere nazar ederek onlar üzerinde tefekkür etmek,
- Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmeler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek. Birinci grup Allah’ın müşâhede edilen âyetleri, ikincisi de işitilen ve akılla idrâk edilen âyetleridir.”[2]
Öncelikle Kur’ân’ı tilavet edip mânâsını anladıktan sonra onun hikmet ve mânâları üzerinde tefekkür etmek gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık seçik âyetler indirdik.” (en-Nûr 24/1)
“(Rasûlüm!) Sana bu mübarek Kitâb’ı, âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd 38/29)
“Onlar Kur’ân üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? Hayır, bilâkis kalplerinin üzerinde üst üste kilitler var!” (Muhammed 47/24)
KUR’ÂN’I TEFEKKÜRLE OKUMAK
Kur’ân’ı tefekkürle okuyan insan, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını kelâmında müşâhade eder. Okuduğu her âyetten Allah’a dâir birçok mârifetler elde eder. Gönlüne çok şaşırtıcı ilimler ve mârifetler doğar. Kitâbullah’ın esrârını anlama ve Allah’ı tanıma hususunda kendisine yeni yeni kapılar açılır. Cafer Sâdık (r.a) bunu ifade etmek için “Allah Teâlâ kullarına kelâmı ile tecellî etmiştir ancak onlar görmüyorlar” demiştir.
Kur’ân’ı tefekkürle okuyan kimsenin kalbi, sanki Allah Teâla kendisine hitap ediyormuş, kendisiyle başbaşa konuşuyormuş gibi hisseder.
Kur’ân’ı tefekkürle okuyan kimse, Rabbine münâcât eder, O’na yalvarır ve O’ndan ister.
Allah Rasûlü (s.a.v) Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkür ve tedebbür ile düşüne düşüne, âdeta yaşayarak okurlardı. Allah’ı tesbîh etmekten bahseden âyetler okuyunca hemen durup; “Sübhânallah” gibi tesbîh ifâdeleriyle Allah’ı tesbih ederlerdi. Duâ ve niyâz âyetlerini okuyunca hemen o lafızlarla Allah’a dua ederlerdi. Allah’a sığınmaktan bahseden ifadeler gelince, hemen Allah’a sığınırlardı. Cehennemin zikri geçince, ondan Allah’a sığınır, müjde taşıyan ve cennetten bahseden âyetleri okuyunca Yüce Rabbimizden onları isterlerdi.[3]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bazen bir âyet-i kerimenin mânâsından öylesine müteessir olurlardı ki sabaha kadar o âyeti tekrar edip üzerinde düşünür ve Allah’a niyaz ederlerdi.[4] Bir gün “Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar, senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Şayet onları bağışlarsan, şüphesiz ki Azîz ve Hakîm sensin!”[5], “Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir...”[6] âyetlerini okudular. Ardından ellerini kaldırıp, “Allah’ım! Ümmetim, ümmetim!” diye gözyaşları içinde yalvarmaya başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Ümmetin husûsunda seni râzı edeceğiz ve seni asla üzmeyeceğiz” müjdesini verdi.[7]
Hz. Âişe (r.a) Rasûlullah Efendimiz’in Kur’ân’ı tefekkür etmeye ne kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir hâtırasını şöyle anlatır: “Bir gece Rasûlullah (s.a.v) bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim» buyurdular. Ben de:
«–Vallahi Seninle beraber olmayı çok severim; ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim.
Sonra Rasûlullah (s.a.v) kalktılar, güzelce abdest alıp namaza durdular. Ağlıyorlardı… O kadar ağladılar ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer bile sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl (r.a) sabah namazına çağırmaya geldi. Efendimiz’in değişik bir hâl içinde ağladığını görünce:
«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Rasûlullah (s.a.v):
«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle âyetler nâzil oldu ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdular ve şu âyet-i kerîmeleri tilâvet ettiler:
«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her an) Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân 3/190-191)”[8]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını anlayıp üzerinde düşünerek okumak gerektiğini ve bunun faziletini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân’ı üç günden az bir zamanda okuyup bitiren kişi onu hakkıyla anlayamaz, üzerinde hakkıyla tefekkür edemez.”[9]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Kur’ân okumanın asıl maksadının onunla kalbî bir bağ kurmak olduğunu da şöyle ifade ederler:
“Kur’ân’ı, kalpleriniz ülfet ettiği müddetçe okuyun! İhtilâf ettiğiniz zaman ise okumayı bırakın!”[10]
Yani kalbiniz Kur’ân ile ülfet ettiği, istekli olduğunuz, zihninizi topladığınız, dikkatinizi teksif edip tefekkür ve tedebbürle okuyabildiğiniz müddetçe tilâvete devam edin! Ama bıkkınlık veya başka bir sebeple kalbiniz Kur’ân’ın mânâlarını anlayamaz hâle gelir veya başka bir düşünceye dalar, sâdece dilinizle Kur’ân okuyup kalbiniz orada bulunmazsa okumayı bırakın! Tâ ki kalbiniz tekrar Kur’ân’a dönünceye kadar!
Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Bakara Sûresiʼni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurban ettim” buyurmuştur.[11] Zira o, Kur’ân’ı derin derin düşünüp mânâlarını ve inceliklerini anlayarak okumuş, aynı zamanda bu anladıklarını fiiliyâta dökerek hem kendisine hem de bütün Müslümanlara faydalı olmuştur. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da, Bakara Sûresiʼni öğrenip hayatına tatbik etmek ve hikmetlerinden lâyıkıyla nasiplenebilmek için, bu sûrenin âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır.[12]
Mevlâna Hazretleri bunu ne güzel tasvir eder:
“Rasûlullah (s.a.v) zamanında sahâbeden her kim bir veya yarım sûre ezberlese, ezberinde bir sûre var diye insanlar ona ta’zîmde bulunurlar ve parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar, Kur’ân’ı en güzel şekilde anlayıp hazmederler, âdetâ yer gibi okurlardı. Bir kimsenin altı veya on iki batman[13] ekmek yemesi, elbette büyük bir iştir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin merkeb yükü ekmek yemesi dahi mümkündür. «Nice Kur’ân tilâvet edenler vardır ki, Kur’ân onlara la’net eder» îkâzı vârid olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır.”[14]
Hz. Ali (r.a): “İçinde ilim olmayan ibadette hayır yoktur. İçinde fehm (anlama çabası) olmayan ilimde hayır yoktur. İçinde tedebbür (tefekkür) olmayan kıraatte hayır yoktur” buyurmuştur.[15]
Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle demiştir:
“Kur’ân’ı okuyunuz, onunla kalplerinizi harekete geçiriniz (duygulanınız)! Arzunuz, bir an evvel sûrenin sonuna varmak olmasın!”[16]
“Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsîri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.”[17]
Bir zât, Zeyd bin Sâbit (r.a)’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi husûsunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra kendi tercihini şöyle ifade etti:
“−Fakat ben, on beş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan; ancak bu şekilde Kur’ân âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânâlarındaki inceliklere daha fazla nüfûz edebilirim.”[18]
Aynı şekilde güvenilir hadis imamlarından Ebû Cemre (ö. 127/744); “Ben Kur’ân-ı Kerim’i çok hızlı okurum. Üç günde Kur’ân’ı hatmediyorum” dediğinde hocası İbn-i Abbas; “Bir gecede üzerinde tefekkür ve tedebbür ederek ve hakkını vererek tertil üzere sadece Bakara sûresini okumak, bana senin şu okuyuşundan daha hoş gelir” demiştir.”[19]
Şu hâdise de sahâbe-i kirâmın Kur’ân’ı nasıl dinleyip nasıl anladığına dair güzel bir misaldir: Bir bedevî Allah Rasûlü’nün fem-i saâdetlerinden “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür”[20] âyet-i kerîmelerini dinlemişti. Büyük bir hayretle:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağırlığınca mı?!” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v), “Evet” buyurdular. Bir anda hâli değişiveren bedevî:
“–Vay benim kusurlarım!” diye âdeta inledi. Ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah (s.a.v) onun ardından:
“–Îman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdular.[21]
Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs bin Muâviye (r.a), Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.”[22]
İmâm Şâfiî (r.a) “İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, sadece bu bile onlara kâfî gelir” buyurmuştur.[23]
Sâlih zâtlardan biri olan Süleyman Dârânî (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl tefekkür ettiğini şöyle ifâde eder: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.”[24]
Büyük âlimlerimizden Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415), Allah’ın muhabbetini celbeden on sebebi sayarken ilk olarak “Düşünerek, manalarını anlayarak ve Allah’ın gönderdiği âyetlerle bizden ne istediğini idrak ederek Kur’ân okuma”yı zikreder.[25]
Kur’ân’ın ferdî olarak tefekkürle okunması da bir noktadan sonra yeterli olmayabilir. Müslümanlar bir araya gelerek Kur’ân’ı aralarında müzâkere etmelidirler. Bunun faziletini Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle haber verirler:
“…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.”[26]
Ashâb-ı kiramın gençleri buna ne güzel örnek olmuşlardır. Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescidde bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenârında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Rasûlullah (s.a.v)’in odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v)’in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.) Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdiler. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü’nün onlara üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Bu hâdise Efendimiz’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[27]
Kur’ân üzerinde tefekkür ve tedebbür büyük bir nimet olduğu için herkese nasib olmaz. Allah bu ihsânını ancak takvâ sahibi kullarına nasib eder. Böyle kullar, kendilerine Kur’ân okunduğunda veya âyet-i kerîmelerle nasihat edildiğinde, hemen dikkat kesilir, onu can kulağıyla dinler, üzerinde düşünür ve itaat ederler. Kibirli ve günahkâr kimseler ise bu nimetten mahrumdurlar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mûcizeleri görseler bile îmân etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir.” (el-Aʻrâf 7/146)
Bu sebeple kibirli kimse ilim öğrenemez. Allah’ın azametini ve ahkâmının sağlamlığını gösteren delilleri anlayamaz.[28] Mü’mine düşen mütevâzı bir şekilde Kur’ân okumak, onu anlayıp üzerinde tefekkür etmek ve Allah’tan ilmini ve anlayışını artırmasını istemektir.
Dipnotlar:
[1] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 23: 252.
[2] İbn Kayyim, Fevâid, s. 31-32.
[3] Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 203; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl, 25/1662; Beyhakî, Şuab, 3: 436-437/1923, 1925.
[4] Nesâî, İftitâh, 79; Ahmed, 5: 156.
[5] el-Mâide 5/118.
[6] İbrâhim 14/36.
[7] Müslim, Îmân, 346.
[8] İbn Hibbân, Sahîh, 2: 386; Âlûsî, Rûhu’l-maânî, 4: 157.
[9] Ebû Dâvûd, Vitr, 8/1390; Tirmizî, Kırâât, 11/2949; Dârimî, Salât, 173.
[10] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 37; Müslim, İlm, 3-4.
[11] Kurtubî, el-Câmi’, 1: 40.
[12] Bkz. Muvatta’, Kur’ân, 11.
[13] Batman, iki okka ile sekiz okka arasında değişen bir ağırlık ölçüsüdür. Okka ise 1283 gramdır.
[14] Mevlâna Celâleddin er-Rûmî, Fîhi mâ fîh, trc. A. Avni Konuk, İstanbul: İz Yayıncılık, 1994, s. 78.
[15] Dârimî, Mukaddime, 29/303-304. Krş. Hatîb el-Bağdadî, el-Fakîh ve’l-mütefakkih, 2: 339.
[16] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2: 521; Beyhakî, Şuab, 3: 407/1884.
[17] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 126/30018; Ahmed, Zühd, s. 129; Beyhakî, Şuab, 2: 331; Heysemî, 7: 165.
[18] Muvatta’, Kur’ân, 4; İbn Abdilberr, el-İstizkâr, 2: 477.
[19] Abdurrezzak, Musannef, 2: 489; Beyhakî, Şuab, 3: 406.
[20] ez-Zilzâl 99/7-8.
[21] Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 8: 595.
[22] Kurtubî, el-Câmi’, 1: 26.
[23] İbn Kesîr, Tefsîr, (Asr Sûresi).
[24] Gazâlî, İhyâ, 1: 374.
[25] Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz, 2: 421-422.
[26] Müslim, Zikr, 38; Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1455; Tirmizî, Kırâât, 10/2945; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[27] Bkz. Ahmed, 3: 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.
[28] İbn Kesîr, Tefsîr, 3: 474-475.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları