Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Aziz Mahmud Hüdâyî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Aziz Mahmud Hüdâyî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:

NAMAZA DURMAK, İLÂHÎ HUZURA ÇIKMAKTIR

Namaza duracak olan kimse yemek ve içmekle ilgili ihtiyaçlarını görmüş, kalbî huzur ve teveccühünü bozabilecek düşünceleri zihninden çıkarmış olmalıdır ki mülkün mâliki ve her şeyi bilen Allâh’ın huzurunda durmaya lâyık olsun; bedenî ve kalbî günahlardan tövbe etmelidir ki gönül duruluğu meydana gelsin. Kalp temizliği beden temizliğinden daha önemlidir. Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhidir; Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı yerdir. Bu yüzden sûfîler, kalp ve gönül temizliğine zahirî temizlikten daha fazla önem verirler. Zahirî temizlik konusunda şerîatın koyduğu sınıra riâyet yeterlidir, fazlasına ihtiyaç yoktur. Nitekim rivâyete göre Ömer b. Hattâb radıyallâhu anh bir Hıristiyan’ın testisinden abdest almıştır. O, Nasrânilerin içki kullanmadan sakınmadıklarını bildiği hâlde bu konuda ifrat göstermeyerek şerîat muktezasıyla amel etti. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ashabı, seccâdesiz yer üstünde namaz kılarlar, yollarda çekinmeden yalınayak yürürler, bazı zamanlarda istincâ için sadece taş kullanmakla iktifa ederlerdi.

Bazı kimseler vardır ki zâhir temizliğinde aşırılık gösterdikleri hâlde iç âlemlerini kibir, ucub, riya ve nifak gibi kötü hasletlerden temizleme konusunda gerekli hassasiyeti göstermezler, insanın dinini ve dünyasını yaralayan gıybet ve benzeri kötülüklerden sakınmazlar. Kişinin bu duruma düşmesi, sâdık ve sâlih kimselerin sohbetinden, kâmil mürşidlerin himmetinden uzak ve mahrum bulunmasındandır.

Zâhiren ve bâtınen namaza hazır olan kimse, önce sünnet veya nâfile namaz kılmalıdır. Böyle nâfile bir namaz, insanda halkın arasına karışmaktan, maişet işleri ve benzeri ihtiyaçlarla meşgul olmaktan dolayı meydana gelen gaflet ve dağınıklığı gidermeye yarar. İnsanın iç dünyasını farz namazı kılmaya hazır hâle getirir, kalbini enine boyuna havâtır denilen karışık düşüncelerden belli ölçüde kurtarır.

Farz namaza başlarken tövbenin yenilenmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi “tayyib”, yani tertemiz olduğu için, amel ve ibâdetlerinde ancak günah ve riya kirinden arınmış, tertemiz olanlarını kabul buyurur. (Bkz. Müslim, Zekât, 63; Buhârî, Zekât, 8)

Bedenen kıbleye, kalben ve bâtınen ise Cenab-ı Hakk’ın huzûr-u ilâhisine yönelmeli ve her namazı, son namaz imiş gibi kılıp, namazdan sonraki zamanı ömrün ve hayatın son demleri imiş gibi düşünmelidir. Allâh’ın huzurunda bulunduğunun bilincinde olarak edebe tam olarak riâyet etmeli ve namazın Allah için olmasına niyet edilmiş bulunmalıdır.

Niyetten sonra “tahrime” tekbiri denilen ilk tekbir alınır; vakar, sekînet, tâdîl-i erkân ve itmînân ile namaz kılınır. Namazın böyle şartlarına uygun olarak güzelce kılınması, pek çok ilâhî ihsana ermeye vesile olur.

Bilmek gerekir ki, namaza duran kimse, “Allâh-ü Ekber” dediğinde, sıfat ve Esmâ-i Hüsnâ’sıyla süflî âlemde (dünyada) ve yüce âlemlerde yegâne fâil ve müdebbir olan Allâh’ın huzûr-ı ilâhîsini seçmiş; O’nun divanına durmuş demektir. Çünkü o kimse, farkında olsun veya olmasın Allâh’ın isimlerinden bir ismin etkisi altındadır; o ismin mazharıdır. Sanki o ism-i ilâhî ona, sâdık bir beyânla: “Ben senin ilâhınım” der. Çünkü zât-ı ilâhiye bizzat değil, esmâ-i ilâhiye veya sıfât-ı ilâhiyeden biriyle tecelli eder. Namaz kılan kimse “Allâh-ü Ekber” deyince sanki: “Ey ism-i ilâhiyye! Rif’at-i sebebiyye sana âittir. İlâhi kaynaklı tam üstünlük Allâh’a mahsûstur” der. Şeyh (İbn Arabi) kuddise sirruh’un tahkiki bu veçhiledir. Doğrusu Şeyh-i Ekber’in bu tafsilini, tafdîle hamletmek gerekir. Yani zât, esmâ ve sıfatı ayrı ayrı tafsil etmek ve sonra zâtın sıfat ve esmâdan üstün olduğunu söylemek yanlış değildir.

Ey namaz kılan kimse! Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda tam bir dikkat ve uyanıklıkla ma’rifet-i ilâhiyyeye kavuşmayı umarak lütûf ve ihsan-ı ilâhiyi dileyerek dur. Çünkü sen namazda cem hâlindesin. Bu söylediklerimiz akıl ve kalp sahibi olan ve söylenenlere kulak verenler için birer öğüttür. Çünkü namaz kılan bir mü’min miraç yapıyor demektir. Bu yüzden de “kâbe kavseyn”makamındadır. Denilir ki: “Zahirî edepte tekâmül etmiş, tasfiye görmüş kalpler, semâvî kalplerdir. Böyle bir kalp tekbirle namaza girdiği gibi, semavâta da dâhil olmuş olur. Allah Teâlâ, semâyı şeytanın tasarrufundan korur. (Hicr, 18) Semâvî kalp de şeytanın girmeye yol bulamadığı kalptir. Bu yüzden böyle bir kalb için geriye hevâcis-i nefsâniyye (nefisten gelen vesveseler) kalır. Çünkü hevâcis-i nefsâniyye semânın korunmasıyla kesilmez, devam eder. Kurb derecesine ermesi murad olunan kalpler, semâvatın katlarından her birinde nefis karanlıklarını geride bırakarak geçip Arş’ın önünde duruncaya kadar yükselirler, işte orada nefsin hevâcisi, Arş’ın parlak nuru sayesinde kaybolur. Gecenin karanlığının gündüzün aydınlığı içinde peyderpey kaybolması gibi nefsin karanlığı da kalbin aydınlığında iyice zâil olur. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî: “Herşeyin hâlis ve saf olanı vardır, namazın en hâlis ânı ve ihlâslı zamanı ilk tekbir alındığı ândır.” demiştir.

Çünkü ilk tekbir, niyet ânı ve namazın başlama zamanıdır. Ebû Nasr es-Serrâc, İbn Sâlim’in şöyle söylediğini nakleder: “Niyet, Allah ile Allah için ve Allah’tandır. Namazda insanın kalbine giren vesvese nev’inden âfetler, niyetten sonra ortaya çıkar. Allah ile Allah için ve Allah’tan olan niyet, -ne kadar az da olsa- şeytanın kalbe girmesine yol bırakmaz.” Bu yüzden bazı ârif kimseler “Allâh-ü Ekber” diye namaza başlayınca Hakk’ın azamet ve kibriyâsını müşâhede sebebiyle gaybet hâline geçerler, içleri nûr-i ilâhî ile dolar, kâinat gönüllerinde hardal dânesi gibi değersiz olur. Âriflerden öyleleri vardır ki, ellerini kaldırınca bütün varlıklarını arkalarına atarak içleriyle ve dışlarıyla şehâdet ve gayb âlemine yönelirler. Havastan olan kimselerin bu konudaki derecelerinin en aşağısı okunan şeyde kalp ile dilin bir ve beraber olmasıdır. Dil kelimeleri telâffuz ederken kalbin de aynı lâfızların manasıyla meşgul bulunmasıdır. Havâs ehlinin bundan daha da üstün pek güzel hâlleri vardır. Nitekim sulehâdan bazılarına: “Namazda nefsinizle konuştuğunuz, kendi kendinize bir şeyler düşündüğünüz olur mu?” diye sorulduğunda: “Ne namazda, ne de namazın dışında böyle bir şey olmaz” diye cevap vermişlerdir.

Namaza başlayan kimse tekbirden sonra sağ elini solun üzerine koyarak bağlar, Bilesin ki insanın göbeği iki denizin kavuştuğu ve iki safın birleştiği yerdir. Çünkü insanın göbekten yukarı ilk yarısı (kalp ve daha yukarısı) semâvî sırlar hazinesi ve rûhâni-mânevî askerlerin bulunduğu yerdir. İnsanın diğer yarısı ise arzî sırların deposu ve nefsanî orduların karargâhıdır. İnsandaki bu iki unsur, devamlı olarak -özellikle namazda- savaş hâlindedir. Sağ elin solun üzerine konulmasıyla fesat ve sapıklığın kaynağı bulunan nefis, mahsur kalarak nefsanî güçlerin yukarıya çıkması önlenmiş olur. Müşâhede nurlarının tesiri ve Allâh’ın yardımıyla rûhânî güçler cesedi istilâ edince nefsin ve şeytanın askerleri yenilgiye uğrar. Vesvese ve nefsin fısıltıları zâil olarak namaz kılan huzur makamına ve üns âlemine ulaşır. “Dikkat edin, kurtuluşa erenler Allâh’ın taraftarlarıdır.” (Mücâdele, 22) Bu sebeble: “Rağbet edenler buna rağbet etsinler.(Mutaffifin, 26) el-Hidâye isimli eserin sahibi “Göbekten aşağı bir yerde, sağ elin sol elin üzerine konması gerektiğini” söyler. Çünkü göbekten aşağıda bir yerde sağ elin sol elin üzerine konulması sünnettir. (İhya, I, 153) Bu, namazda ellerin yana salıverilmesi görüşünde olan İmam Mâlik’in ve göğsün üzerine konulması görüşünde olan İmam Şafiî’nin aleyhinde bir delildir. Bu konuda işin tahkiki veçhesi şöyledir: Namaz kılanın hâli dâimâ değişkendir. Zaman olur nefsinin hücumuna uğrar ki avamın genel hâli budur. Bu hâli gören kimse hemen nefsiyle mücadele ve kavgaya başlayarak sağ elini tutup sol elin üzerine koyar. Bazen şühûd nuru galip gelerek kıyamda ve kuûdda, üns duygusunu yakalar. Bu suretle ibâdet ona ağır gelmez olur ve istekle tâata başlar.

Nefisle mücadele ve ihtilâf ortadan kalkınca, ellerin birleştirilip göbeğin altına konması ihtiyacı ortadan kalkar ve eller yana salıverilir. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ellerini yana salıvererek namaz kıldığı da nakledilmektedir. Ellerini bağlayarak göbeğinin altına koymayı, yana salıvermeye tercih eden kimse, yaygın hâle nispetle yukarıda geçen hadis-i şerife sarılmış sayılır. Aksi görüşü savunan İmam Mâlik ve benzerleri ise Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem’den üns hâlinde sâdır olan hâli delil almış sayılırlar. Ellerin bağlanması veya yana salıverilmesi konusundaki görüş ayrılığı namaz kılan kimsenin ahvâlinin farklılığından kaynaklanmaktadır.

Namaz kılan kimseye yakışan, padişahlar padişahı Yüce Allâh’ın huzurunda zelîl bir kulun duruşu gibi huşû ve hudû hâlinde bulunmaktır. Allah Teâlâ buyurur: “Namazlarını huşû ile kılan mü’minler felâha ermişlerdir.” (Mü’minun, 1-2) Şu hâlde felah, huşû sahiplerine mahsustur. Huşû yok olunca felah da kaybolur.

Anlatıldığına göre Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ashâbı önceleri namaz kılarken gözlerini secde mahallinden kaldırıp yukarılara, sağa ve sola bakınıyorlardı. Bu âyet-i kerime nazil olduktan sonra gözlerini secde mahallinden ayırmamaya başladılar.

Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’ın rivâyetine göre Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “İnsan namaza başlayınca Allâh’ın huzurundadır. Kişi namazda sağına soluna bakınacak olursa Allah Teâlâ; ‘Kime bakıyorsun? Kendin için benden daha hayırlı olan birine mi? Ey Âdemoğlu bana dön, çünkü senin için benden hayırlısı yok.’ buyurur.” (Ebû Dâvûd, Salât, 161-Sehv, 10; Dârimî, Salât, 134, İbn Hanbel, V, 172)

Ebû Süleyman Dârânî der ki: “Kul namaza durduğunda Allah Teâlâ: “Kulumla aramdaki perdeleri kaldırın” buyurur. Kul, sağa sola bakınacak olursa: Allah Teâlâ buyurur ki: “Perdeleri tekrar salıverin o kulum neyi murad etmişse onu onunla baş başa bırakın.”

Anlatıldığına göre Allah Teâlâ bir nebîsine “Namaza durduğun zaman benim için kalbinden huşûyu, bedeninden hudûyu, gözünden dümûyu (gözyaşı) eksik etme! Çünkü ben sana yakınım,” diye vahyetmiştir.

Namaz kılan kişi rükûa varınca “Büyük Rabbımı tesbih ederim” der. Rükûdan doğrulduğunda belini ve sırtını dümdüz yapar. Rivâyet olunduğuna göre Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Rükû ile secde arasında yani rükûdan kalkınca belini doğrultup dümdüz yapmayana Allah nazar buyurmaz.” (İbn Hanbel, II, 525, VI, 22, 23)

Secdeye giderken önce dizler, sonra eller, sonra alın ve burun yere konur. Tekbirle secdeye varıp gözler açık bulundurulur. Burun kapaklarına doğru bakılır ve “Yüce Rabbımı tesbih ederim.” denir. Secdede dirsekler yere yapıştırılmaz, sünnet ve farzlara riâyetle edep gözetilir. Çünkü namaz kılan kişi kıyamında, kuûd ve rükûunda ve bilhassa secdesinde Rahman’a en yakın, şeytana en uzak bir hâldedir. Onun secdesi devam ettiği sürece şeytan ona musallat olamaz. Bu yüzden şeytan namaz kılan birini secdede iken görünce üzülür, yanar, yıkılır. Daha önce secde ile emrolunup onu fevtettiğinden dolayı kendi kendine esef etmeğe başlar. Samed ve Ahad olan Allah Teâlâ bize yardımcı olsun. Bizleri secde eden, vecde varan ve müşâhedeye ererek kulluk edenlerden eylesin.

Anlatılır ki: Öyle ehl-i secde kimseler vardır ki, azamet-i ilâhiyyeyi müşâhede edince Hak Teâlâ Hazretleri’nden utanarak mülkün parçaları arasına gizlenip yerin derinliklerinde secde etmek isterler. Bazıları da vardır ki, müşâhedelerinde kâinatın bütün remz ve timsallerinin mahvolduğunu, fena bulup izmihlâle erdiğini görerek, secdelerini azamet-i ilâhiyye ridâsı üzerinde yaparlar. Yani Hakk’ın vücûdundan başka bir vücûd görmez olurlar. Bu durum himmet ehlinin ulaşabileceği son mertebedir. İnsan gücü ve beşer takati bundan öteye geçemez.

Bazı sâlihler de secdelerinde kalbden tazim ve ihtiram ile tevâzû gösterip ruhlarıyla i’zâz ve ikrama nâil olurlar. Secdede bulunan kimse üns, heybet, huzur ve gaybet hallerini bir araya getirmiş olur. Allah Teâlâ buyurur: “Yerde ve gökte ne varsa isteyerek veya istemeyerek Allâh’a secde eder.” (Rad, 15) İsteyerek secde ruha ve kalbe, istemeden secde ise nefse mahsûstur.

Tekbirle başını secdeden kaldıran musallî, sol ayağı üzerine oturur. Sağ ayağının parmaklarını kıble istikâmetine doğru diker. Nitekim Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Mü’min secde ettiği zaman bütün organlan secde eder.” (Benzer bir hadis için bkz. İhya, I, 149) Bu yüzden namaz kılan kimsenin, bütün organlarını imkân ölçüsünde kıble istikâmetine çevirmesi gerekir.

Otururken ellerin açılmaya veya kapanmaya zorlanmadan uyluklar üzerine konulması gerekir. Sonra tekrar tekbir alınarak ikinci defa secdeye varılır. Namazın diğer bütün rekâtlarında da böyle hareket edilir.

Teşehhüde oturulduğunda et-tahıyyat okunurken Mi’râc’ın sırrını düşünmek gerekir. Çünkü namaz, Miraç gecesinde verilen manevî bir hediyedir. Ayrıca huzur, sevinç ve zevk vesilesidir. Teşehhüd, yani et-tahıyyat okumak üzere oturmak, semâvâtın yüksek katları üzerinden zirveye yükselmek için kat edilen menzillerden sonra Hakk’ın huzuruna kabul ile O’nun divanına duhûl ve vusûlü ifade eder. Et-tahıyyat, Allah Teâlâ’ya, Rasûl-i Zîşân’a, kendi nefsine, göklerde ve yerlerde bulunan sâlih kullara selâm vermektir.

Teşehhüdden sonra namazdan çıkmak isteyen kişi, sağında ve solunda bulunan meleklerle, Müslüman ins ve cinlere selâm vermesi gerekir. Namaz içindeki duânın, hâcetleri yerine getiren Yüce Allâh’ın katında müstecâb olduğu söylenir.

Cenâb-ı Hak bizleri kâmil manada namaz kılmaya muvaffak eylesin.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları