Bakara Suresinin 110. Ayeti Ne Anlatıyor?
Bakara suresinin 110. ayeti ne anlatıyor? Bakara suresi 110. ayette ne anlatılmak isteniyor? Namaz ve zekatın emredildiği ayet; Bakara suresinin 110. ayetinin meali ve tefsiri.
Ayet-i kerimede buyrulur:
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Namazı kılın, zekâtı verin. Önceden kendiniz için ne hayır yaparsanız onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı eksiksiz görür. (Bakara, 2/110)
EN GÜZEL YATIRIM, ALLAH İÇİN İBADETTİR
Bilgi
Yapılan hiçbir amel zayi olmayacak, dünyada eken meyvesini ahirette alacaktır. Dünyanın ekini namaz, oruç ve zekât gibi ibadetler; ahiretin meyvesi de Allah’ın rızası ve kulunu razı edecek sonsuz nimetleridir. Dünyada ahiret için çalışıp gayret eden, hastalık, yoksulluk ve yaşlılık zamanları için biriktiren gibidir. Dünyayı ticarete elverişli bir mevsim gibi görüp yatırımını yapmayan, ahiretini yokluk içinde, zemheri soğuğunda yaşar.
Mesaj
- Dünyada ahiret için yapılan yatırım asla zarar ettirmez.
- Ahiret için yapılacak yatırımların başında bedenin şükrü anlamındaki namaz ile malın şükrü anlamındaki zekât gelir.
Kelime Dağarcığı
İkâmetü’s-salât: Namazın vaktinde, eksiksiz bir biçimde, erkânına riayet edilerek ve devamlı olarak kılınması.
Kaynak: Diyanet, Kur'an-ı Kerim'den Serlevha Ayetler
TEFSİR
- Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
- Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Yahudiler, insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Uhud savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?” diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler: “Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn Hacer, Kâfî, I, 176)
Dolayısıyla Müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil, aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir. Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.
Ayette, “Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın” (Bakara 2/109) buyruğuyla, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ (af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ (safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi, onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi, “Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.
Dolayısıyla siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin. Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.
Resûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)
Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi. Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com