Başkaları Bu Kadarını Da Yapmıyor!
Mümin yaptığı hayırları ve salih amelleri neden dillendirmemeli, gündeme getirmemelidir? Kişiye bu hususlarda tembelliğe sevk edebilecek durumlar ve sözler nelerdir?
Yapılan hayırları ve sâlih amelleri unutmayıp bilâkis onları sürekli gündem etmek; buna güvenerek kulluk gayretlerinde ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ilticâ hususunda, kişiyi tembellik ve ihmalkârlığa sevk edebilir. Yani kul; “Ben bu kadarını yaptım, bu bana yeter, başkaları bu kadarını da yapmıyor!..” gibi yanlış kıyaslamalara kapılabilir.
Hâlbuki hadîs-i şerîfte;
“Mü’min, sonunda varacağı yer Cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra doymaz.” buyrulmaktadır. (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Bir başka hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ölen herkesin büyük bir pişmanlığa kapılacağını, vefât eden kişi şâyet muhsin, yani ihsan sahibi ve sâlih bir kişi ise, bu güzel hâl ve davranışlarını niçin daha da artırmadığını düşünerek büyük bir nedâmet duyacağını haber vermiştir. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Yani müʼmine yakışan; kendini toplumdaki gâfillerin hâliyle kıyaslayıp sahte bir muâfiyet duygusu içinde oyalanmak yerine, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi son nefese kadar sürekli artan bir azim ve gayretle, ibadet, tâat ve hayır-hasenâta koşmaktır. Kulluk gayretlerini hiçbir zaman yeterli görmemektir.
Muhammed Mâsum -rahmetullâhi aleyh- bu hususta gözetilmesi gereken edebi şöyle ifade buyurur:
“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin!
Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur:
Amel-i sâlihler işle ve hemen istiğfâr et!»
İşte kulluk edebi budur!”[6]
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şu îkazda bulunur:
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.”
İHLÂSI ZEDELEYEN DAVRANIŞLAR
Meselâ câmi, Kurʼân kursu, çeşme, su kuyusu, mektep gibi bir hayır eseri yaptırdıktan sonra, ona kendi ismini vermek; kişiyi gurur, kibir, fahır ve gösterişe sürükleyebileceği için mahzurlu görülmüştür. Zira bunlar, insanlar nezdinde îtibar kazanmaya medâr olan, dolayısıyla da ihlâsı zedeleyen davranışlardır.
Fakat bir hayrâtı, kişinin vefâtından sonra vârisleri veya sevenleri yaptırıp onun adını verebilirler. Bunda bir mahzur yoktur. Zira artık riyâ tehlikesi kalmamıştır. Bu durumda, mevtânın hayırla yâd edilerek rahmete nâil olması ümîd edilir.
Diğer taraftan, sâlih amellerde ve bilhassa infakta gizlilik esas olmakla birlikte, zaruret durumunda veya halkı da hayra teşvik maksadıyla, onları kimi zaman alenî olarak, yani açıktan yapmak da gerekebilir.
Meselâ beş vakit namazı cemaatle kılmak, onu âşikâr olarak edâ etmek; sünnet-i müekkededir, hattâ bazı görüşlere göre vâcip hükmündedir. Bu hususta riyâ olacak diye evinde kendi başına kılmaya müsaade yoktur. Beş vakit namaz, mümkün mertebe câmide, cemaatle kılınmalıdır ve tek başına kılınan namazdan 27 kat daha sevaptır.
Bunun gibi, umûmun istifâdesi söz konusu olduğunda, müʼmin, -kalbini riyâdan korumak şartıyla- sâlih amellerine açıktan da devam etmelidir. Riyâ olacak endişesiyle amel-i sâlihleri terk etme gafletinden sakınmalıdır.
Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. (Fakat) onları fakirlere gizlice verirseniz, sizin için daha hayırlı olur…” (el-Bakara, 271)
“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (el-Bakara, 274)
Demek ki, kalpteki gâye Allah rızâsı olduktan sonra, gizli ve açık, her iki şekilde de infakta bulunmak, câiz ve makbuldür.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Kasım, Sayı: 441