Başkasının Acısını Duymak
Hz. Peygamber, aynı acı ve sevinçleri paylaşma, başkalarıyla bütünleşme hususunda insanın, özellikle de kamil bir müslümanın nasıl olması gerektiğini şöyle ifade etmiştir. “Müminler, birbirini sevmede, bir birine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organ rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Buhari, Edeb, 27)
Ünlü yazar Tolstoy gerçek insanı şöyle tarif etmiş “Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını anlayabiliyorsa insandır.” Şairlerin sultanı üstat Necip Fazıl: “Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” derken, derdinin farkında olmayanların derdini bile duyabilen mükemmel insanı ifade ediyordu.
İnsan olmak, nefs-i emmareden nefs-i levvameye geçişle başlar. Hata ettiğinden ve başkasına zarar verdiğinden ötürü kendini levm eden (kınayan) kimse insanlığa adım atmış demektir. Bir köpek bir insanı ısırsa, ona acı verdiğini hissetmez, bir öküz birini boynuzlasa o da acı verdiğinden dolayı üzüntü duymaz. Başkalarının acısını duyanlar başkalarına acı çektirmezler, çünkü aynı acıyı kendileri de fazlasıyla vicdanlarında hissederler. Acı vermekten üzüntü duymayanların, başkalarının acısını hissetmeyenlerin köpekten ve öküzden farkı yoktur. Üstelik hayvanlar yaptıklarından sorumlu değildir. “Onlar hayvanlardan daha aşağıdır.” (Araf, 179) Kur’an ifadesi böylelerine yöneliktir.
YAŞANAN ACIYI PAYLAŞMAK
Merhamet; varlıklarla bütünleşmek, onları kendi benliğinde taşımak, onlarla birlikte yaşamaktır. Bu birlikteliği hissetmeyenler bencildirler, yalnız ve yabancıdırlar. İnsanlık ailesinin dışındadırlar.
Hz. Peygamber, aynı acı ve sevinçleri paylaşma, başkalarıyla bütünleşme hususunda insanın, özellikle de kamil bir müslümanın nasıl olması gerektiğini şöyle ifade etmiştir. “Müminler, birbirini sevmede, bir birine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organ rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Buhari, Edeb, 27) Göz, yaşanan acıya gözyaşı dökerek ortak olur. Merhamet insanlığın mayasıdır, bu mayadan mahrum olanlar, insanlık kıvamına erişemezler. Sûretâ insan olsalar da siretâ insan olamazlar. İnsan olmak, insanlık ailesiyle bütünleşmekten geçer. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber: “Sizden biriniz, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizi, hadis no: 2515)
PAYLAŞMA RUHUNUN EN GÜZEL TEMSİLİ ENSAR
Paylaşma ruhunu en güzel temsil edenler muhacirleri bağırlarına basan ensardır. Onlarla ilgili olarak Yüce Mevla şöyle buyuruyor: “Kendilerinden önce Medine’yi yurt edinmiş olup da imanı gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edip kendilerine gelen müminleri severler. Onlara verilen ganimet mallarından dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile muhacirleri kendilerine tercih ederler. (Haşr, 9)
Bir kişilik yemeklerini misafire yedirip kendileri aç yatanlar merhametin ve insanlığın zirvesini temsil edenlerdir. Bu zirveyi temsil edenlerin başında Allah Resulü gelmektedir. O, kendisinden talepte bulunan hiç kimseye “hayır” dememiş, varsa vermiş, yoksa verdirmiştir. Kendi elleriyle Rasûlullah’a bir bürde dokuyup hediye eden kadının hediyesini alıp giyen efendimiz, kendisinin ihtiyacı olduğu halde: “Ya Rasûlallah! Bunu bana giydir” diyen sahabiye, hayır dememiş ve derhal üzerinden çıkarıp takdim etmiştir. Onun mektebinde yetişmiş sahabilere dair bu hususta pek çok örnek vardır.
MALINI BÖLÜŞEN SAHABİ
Ensardan Sa’d b. Rebi; din kardeşi Abdurrahman b. Avf’a: “Malımı seninle yarı yarıya bölüşeyim” demiş. Abdurrahman ise: Allah, malını ve aileni sana bağışlasın ve bereketli kılsın. Siz bana çarşının yolunu gösterin” şeklide mukabele etmiştir.
Ebû Rebia, Hâris b. Hişam ve Ebu Cehil’in oğlu İkrime Tebük savaşında zorlu bir mücadelenin sonunda yaralanarak ölümün eşiğine gelmişlerdi. Hâris, içmek üzere su istemiş fakat İkrime’nin de susamış vaziyette olduğunu fark edince gelen suya dokunmadan ona göndermişti. İkrime de aynı şekilde bu suyu Ebû Rebia’ya göndermiş; neticede hepsi de bir damla su içmeden son nefeslerini vermişlerdi.
Alabildiğine maddileşen günümüz dünyasında böyle fedakarlıklara rastlanmadığı gibi, tarihteki bu olaylara inanmak bile zorlaşmış, gerçek olan bu kardeşlik tablolarına efsane gözüyle bakılır olmuştur. Zira bu gibi olaylar, dünyevileşen insanların mantalitesine ters düşmekte, havsalalarına sığmamaktadır.
KARDEŞ OLMAK
Tasavvufta esas olan îsar (diğergamlık) bir bakıma kardeşte yok olmadır. Bu; “seninki senin, benimki de senin” anlayışıdır. Fakat aç gözlülüğün tavan yaptığı materyalist ve kapitalist dünyada ise; “Benimki benim, seninki de benim” anlayışı hakimdir. İnsanlar egoizmin, ihtirasların zindanında adeta mahkum konumundadırlar.
Modern ve medeni olduğu iddia edilen, sözde insan hakları -ön planda tutulan- bu dünyada merhametten, paylaşmaktan, fedakarlık ve diğergâmlıktan söz etmek mümkün değildir. Acıların paylaşılması, hafifletilmesi şöyle dursun bilakis dert ve problem çoğaltma yarışı sergilenmektedir.
Silahlanma yarışının, sömürünün, aç gözlülüğün, entrikanın, harplerin, komploların, terörün hakim olduğu böyle bir dünya gün geçtikçe topyekûn bir uçuruma doğru koşmaktadır. Atom ve hidrojen bombalarının denenip geliştirilmesi bir cinnetin, bir akıl tutulmasının göstergesidir. Yakmak, yıkmak, yok etmek için harcanan para ve emekler yaraları sarmak, yaşatmak, yoksulluğu gidermek, kardeşlik ve yardımlaşma iklimini oluşturmak için sarf edilseydi, herkes için daha huzurlu, mutlu ve güvenli bir dünyamız olurdu.
HAYIRDA YARIŞMAK
Yaşadığımız vahşet ve cinayetlerin ana sebebi; yüzü ahirete, ebedi âleme dönük olmayan bir hayat anlayışıdır. Her şeyi bu fani dünyadan ibaret gören, ölümle her şeyin hiçliğe dönüşeceğine inananlardan kalıcı güzellikler, insanî ve vicdani hareketler beklenemez. Her şeyi dünya menfaati olarak görenler bu menfaati elde etmek için her şeylerini seferber ederler. Böylece Kur’an ifadesiyle “hayırda yarışmak” değil, “şerde yarışmak” ön plana çıkar. Şerde yarışmanın sonucu ise herkesçe malumdur.
Allah’ın en değerli eseri ve yeryüzünde halifesi olan insana yakışan; değerine ve görevine uygun hareket etmek, “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek”, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül vermek, halkın duasını ve hakkın rızası kazanmayı esas almaktır.
VERMENİN ZEVKİ ALMANIN ZEVKİNDEN ÜSTÜNDÜR
Kemik başında dolaşan köpekler, leş kargaları, sırtlanlar konumunda olmamak için yeniden gerçek insan ve müslüman kimliğine kavuşmak için topyekûn “iyilik yarışı” başlatmak zorundayız. “Vermenin zevki, almanın zevkinden üstündür” anlayışına ermek gerçek ermişliktir.
Satırlarımızı Mevlânâ’nın su eşsiz ifadeleriyle sonlandıralım: “Ben Şemsi Tebrizi’den hissetmeyi öğrendim a dostlar. Onu tanımadan önce sokaktaki fakirler zemheri soğuklarında titrerken ben ocak başındaydım. Samur kürk içindeydim, kapının önünde açlar dolaşırken sofra başındaydım. Şimdi ise açlar doymadan doymaz oldum. Bütün çıplaklar giyinmedikçe harlı alevlerin karşısında üşüyorum. Hissetmeye mani bilginin yük olduğunu ondan öğrendim.”
Mevlâ; hisseden, başkasının acısını paylaşan, üstlenenlerden eylesin. Amin.
Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, 383. Sayı
YORUMLAR