Batıni Farzlar
İslam’da batıni farzlar nelerdir?
Zâhirî farzların yanında; güzel ahlâk, ihlâs, takvâ, ihsan, huşû, merhamet, cömertlik, adâlet, tevâzu, edep, iffet, hayâ ve sabır gibi nice bâtınî farzlar da vardır.
Meselâ Rabbimiz, kendisiyle mülâkat olan namazı îfâ ederken kulunun huşû içerisinde bulunmasını emreder. Zekât, sadaka ve infâkı muhtâca verirken; başa kakmadan, gönül incitmeden, teşekkür edâsıyla ve nezâketle takdim etmeyi şart koşar. Bütün ibadetlerde yalnızca rızâ-yı ilâhîyi hedeflemeyi, yani ihlâs sırrına riâyeti emir buyurur. Bütün bu emirler, bâtınî farzlara birer misaldir.
Bir mü’minin şahsiyeti de, ancak zâhirî ve bâtınî bütün emir ve nehiylere riâyet etmekle kemâl bulabilir.
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri ne güzel söyler:
Savm u salât u hac ile,
Sanma biter zâhid işin.
İnsan-ı kâmil olmaya,
Lâzım olan irfân imiş!
Nitekim Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış gayesini “لِيَعْبُدُونِ : Bana kulluk etmeleri için” diyerek ifâde buyurmuştur.[1] Müfessirler ise bu ifâdeyi; “لِيَعْرِفُونِ : Ben’i tanımaları, mârifetullâha ermeleri, irfan sahibi olmaları için” şeklinde tefsir etmişlerdir.
Mârifetullah, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmektir. Bu ise ancak kalbin inkişâfı ile olur. Kalbin inkişâfı için de ibadetlerin zâhirî tarafına dikkat edildiği gibi, bâtınî tarafına da dikkat edilmesi şarttır. Nitekim Yunus Emre Hazretleri ibadetlerde zâhirî şartlara riâyet etmekle birlikte bâtınî edebe de bîgâne kalmamak gerektiğini îkaz sadedinde şöyle der:
Ak sakallı pîr hoca,
Bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca,
Bir gönül yıkar ise!..
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle der:
“Zâhirimizi şer‘î ölçülere uygun şekilde tezyîn ettikten sonra, amellerimize gaflet bulaşmaması için bâtınımıza yönelmeliyiz. Zira bâtın desteği olmadan, zâhirimizi şer‘î hükümlere uygun hâle getirmek, çok çetin bir iştir…
Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidracdır. Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[2]
Unutmamak lâzımdır ki ibadetleri, sadece sûretâ, yani sırf şeklen edâ etmekle kulluk tamam olmayacağı gibi; dînin zâhirî emirlerine riâyet etmeyip sadece “Benim kalbim temiz!” gibi, kendinden menkul fazîlet iddialarıyla kulluğu sadece ahlâka hasretmekle de Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulluk kıvâmı tahakkuk etmiş olmaz.
İSLAM’DA BATINİ FARZLAR
Gerçek bir kulluk için, hem zâhir hem de bâtının Hakk’ın rızâsına muvâfık şekilde mezcedilmesi îcâb eder. Hakk’a yakınlıkta mesâfe katetmek isteyen mü’minin dikkat etmesi gereken bâtınî farzların bir kısmı şöyledir:
Güzel Ahlâk:
Bâtınî emirlerin en mühimi, güzel ahlâktır. Gerçek bir îmânın ve makbul bir ibadet hayatının en mühim alâmeti, kişinin ahlâkî bakımdan da kemâle ermesidir.
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“Kıyâmet gününde mü’min kulun terâzisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62/2002)
Cenâb-ı Hak güzel ahlâkın zirvesini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında sergilemiştir. O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiş, kıyâmete gelecek bütün insanlığa “üsve-i hasene”, yani “emsalsiz bir örnek şahsiyet” olarak armağan etmiştir. Âyet-i kerîmede de:
“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurarak O’nun bu vasfını te’yid etmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i şerîflerinde:
“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8)
Dolayısıyla bize düşen, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel ahlâkını kendimize ölçü almak ve bu hususta hâlimizi sık sık sorgulamaktır.
Meselâ ibadet hayatımızda ne kadar Allah Rasûlü’ne benziyoruz?
Zira Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” buyuruyorlar. (Buhârî, Ezân, 18)
Muâmelât ve muâşeretimizde ne kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benziyoruz?
Cenâb-ı Hakk’ın bizlere örnek nesil olarak takdim ettiği ashâb-ı kirâm, tıpkı karda yürüyen bir insanın, önünden giden şahsın ayak izlerine basarak ilerlemesi gibi, adım adım Allah Rasûlü’nü takip ettiler. Bir gölgenin sahibine olan sadâkatiyle, O’nun izinden bir an bile ayrılmadılar. Zira sahâbenin en büyük arzu ve gayreti;
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”[3] hadîs-i şerîfinin müjdesine nâil olarak, Efendimiz’le bu cihanda nasîb olan beraberliği, âhirette de devam ettirebilmekti.
Bizler de dünyada hidâyet rehberimiz, âhirette şefaat melceimiz olan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yakın olabilmek için O’na olan muhabbetimizi artırmak mecburiyetindeyiz. Muhabbetin şartı ise itaat ve fedakârlıktır.
Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:
“Ey insanlar! «Kişi sevdiğiyle beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! (Gücünüz nisbetinde) sâlihlerin amelini işlemedikçe, sâlihlerden olamazsınız. Zira yahudî ve hristiyanlar da kendilerince peygamberlerini sevdiklerini iddiâ ederler. Fakat (hâl, ahlâk ve yaşayışları itibâriyle) onlarla beraber değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)
Fudayl bin Iyâz Hazretleri de nefsini şöyle hesâba çekerdi:
“Firdevs Cenneti’nde peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzunu kırdın? Hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabâna gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya Allah rızâsı için hangi uzağındakine yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)
O hâlde biz de kendi hâlimizi bir mîzân edelim:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeyebilme gayretimiz, O’na itaatimiz ve O’nun yolundaki fedakârlıklarımız hangi ölçüde? Unutmayalım ki Efendimiz’e olan itaatimiz, Allâh’a duyduğumuz muhabbetin de seviyesini gösteren berrak bir ayna hükmündedir.
Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“–İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı Cennet’e girer.” buyurmuştu. Bunun üzerine:
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Cennet’e girmeyi kim istemez ki?” denildi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bana itaat edenler Cennet’e girer; bana karşı gelenler, Cennet’i istememiş demektir.” buyurdular. (Buhârî, İ‘tisâm, 2)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde yetişip O’nun ahlâkıyla ahlâklanan ve O’nun gönül dokusundan hisseler alan bir sahâbînin şu hâli, Cennet yolcularına ne yüce bir ahlâk ufku sergilemektedir:
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:
“–Şimdi yanınıza Cennetlik bir adam gelecektir.”
Bir de baktık ki Ensâr’dan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkınca Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-, o adamı takip etti ve ona:
“–Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi.
Adam:
“–Olur.” dedi.
Daha sonra Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlattı:
“Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece kalktığını görmedim. Ancak sabah namazına kadar uyandıkça Allah Teâlâ’yı zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:
«–Ey Allâh’ın kulu! Babam ile benim aramda bir ihtilâf vâkî değildir. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere; “Şimdi yanınıza Cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»
O zât:
«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.
Ben ayrılmak için dönünce ardımdan seslendi ve dedi ki:
«–Benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç kimseye kalbimde kin tutmam (gönlüm bütün müslümanlara muhabbetle doludur) ve Allâh’ın verdiği herhangi bir hayırdan dolayı da kimseye aslâ hased etmem.»
Bunun üzerine:
«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)
Edep ve Hayâ:
Edep, İslâm nazarında o kadar ehemmiyetlidir ki, onu kısaca târif etmek için “Dîn, bir edepler bütünüdür.” denilebilir.
Akıl ve hikmet nazarıyla bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’de en fazla üzerinden durulan mevzuun, edep ve hayâ olduğu görülür. Ondaki târihî kıssalar dahî edep ve hayâyı, yani davranış mükemmelliğini ve Allah korkusu sebebiyle kötülüklerden sakınmayı telkin maksadıyla zikredilmiştir. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:
“Her kim edepten nasîbini almamışsa, o insan değildir. Çünkü insanla hayvan arasındaki fark, edeptir.”
“Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştanbaşa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’ân edep tâliminden ibârettir!”
“«–Îman nedir?» diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip; «–Îman edepten ibârettir...» diye fısıldadı.”
“Cenâb-ı Hak’tan bizi edepli olmaya muvaffak kılmasını isteyelim. Çünkü edebi olmayan kimse, Allâh’ın lûtfundan mahrum kalmıştır…”
“Dost yolunda lâubâlîlik eden, başkalarının da yolunu kesmiş olur. Böyle bir kimse nâmerttir. Her kim bu yolda küstah olursa, onun âkıbeti, üzüntü ve pişmanlık vâdisinde boğulmaktır.”
“Felek, edebi sâyesinde nûra bürünmüş, melek de edebi yüzünden mâsum ve temiz olmuştur.”
“İblis’in ilâhî kapıdan kovulması, Cenâb-ı Hakk’ın karşısında edepsizce konuşmasındaki cür’etindendir. Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden, edeptir.”
“İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o gerçekte insan değildir. Zira insan ile hayvan arasındaki fark, edeptir.”
Bir sultânın veya yüksek mevkî sahibi birinin huzûrunda olanlar, dışarıdaki gibi serbest davranamaz, bulundukları yer ve makâma uygun olan edepli tavırlar sergilemeye gayret ederler. Kâmil mü’minler de her an Allâh’ın huzûrunda bulundukları idrâkiyle yaşadıklarından, edebe çok îtinâ gösterirler. Böylece edep hâli, onların bütün hayatlarına akseder. Yani onlar:
“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) sırrının âşinâları olarak her anlarını Allâh ile beraberlik şuuruyla yaşarlar.
İbn-i Mesut -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allah’tan hakkıyla (gereği gibi) hayâ edin!” buyurdu. Biz:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Elhamdülillâh, Allah’tan hayâ ediyoruz.” dedik. Bunun üzerine Efendimiz şu îzahta bulundu:
“–Söylemek istediğim, sizin anladığınız hayâ değildir. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve üzerindeki âzâları, bedeni ve ondaki âzâları muhâfaza etmeniz, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamanızdır. Âhireti dileyen, dünyanın ziynetini terk edip âhireti bu hayata tercih etmelidir. İşte kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24/2458)
Tezkiye:
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Şüphesiz Allah, içlerinden kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden (kötülüklerden ve inkârdan temizleyen), Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar, apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)
İç âlemi menfîliklerden temizleyip arındırmak demek olan tezkiyenin başı; küfürden, nifaktan, büyük ve küçük şirkten temizlenmektir.
Zira Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emrettiği bâtınî farzların en mühimi, O’nun varlığına ve birliğine îman edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’a ortak koşmadan ölen, Cennet’e girer; Allâh’a şirk koşarak ölen de Cehennem’i boylar.” (Müslim, Îmân, 151)
İnsanlar önce küfür, nifak ve şirkten temizlenmeli ki kendilerine gelen ilâhî hakîkatleri kabul edebilsinler. Bu, önce yaranın mikrobunu temizleyip sonra merhem sürmek gibidir. Nitekim Mecelle kâidelerinden birinde denildiği gibi; “Def’-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” Yani kötü ve zararlı şeyleri bertaraf etmek, güzel ve faydalı şeyleri kazanmaktan daha öncelikli bir vazifedir. Kelime-i tevhîd de önce “lâ ilâhe” ile başlar. Yani kulu Allah’tan uzaklaştıran her şeyi kalpten nefyedip ardından kalbin o arı-duru zemininde “illâllah” yani “yalnızca Allah vardır” hakîkatini sâbitlemekle tevhid kalbe nakşolur.
Tezkiye de iç âlemi menfîliklerden temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra, îman, irfan, ilim, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle tezyîn etmektir.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini asgarîye indirerek onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan “riyâzat” ve “mücâhede” yoluyla mümkün olabilir. Yani aşırı isteklerine karşı nefse gem vurup onu istemediği birtakım hizmet, gayret ve fedakârlıklara zorlamakla temin edilebilir.
Nefsi, mutlak sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, esâsen dînin böyle bir emri de yoktur. Tezkiye, nefsânî temâyüllerin ilâhî hudutlar ve meşrû ölçüler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Tezkiye, bütün mânevî kirlerin anası olan dünya ihtirâsından kurtulmayı da ifâde eder.
Tezkiye aynı zamanda artmak ve rûhen tekâmül etmek mânâlarına gelir. Bu mânâ çerçevesinde tezkiye, esâsen mânevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Gerçekten tezkiye olan ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15)
“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip fücûr ve takvâsını (iyilik ve kötülüklerini) ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 7-10)
İhlâs:
Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır. İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine dünyevî ve nefsânî gâyelerin gölgesini dahî düşürmemektir.
Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel; özden mahrum bir şekildir, dolayısıyla da kuru bir yorgunluktan ibârettir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ameller, niyetlere göredir...” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îmân, 41)
Kullukta rızâ-yı ilâhîden gayri bütün gâyeleri gönülden söküp atmak, müslümanın en mühim vazifesidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et!” (ez-Zümer, 2)
“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)
Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:
“İnsanlar hep ölüdür, ancak âlimler müstesnâ! Âlimlerin hepsi uykudadır, ancak (bildikleriyle) amel edenler müstesnâ! Amel sahiplerinin hepsi de gurura kapılıp aldanırlar, ancak Allâh’ın ihlâsa erdirdiği kullar müstesnâ! İhlâs sahibi kullar da (bu dünyada her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (Beyhakî, Şuab, IX, 181)
Tefekkür:
İnsanoğlunu mânevî zirvelere götürecek en büyük vâsıtalardan biri de, sükûtun derinliklerine dalarak hakîkati tefekkür etmektir.
Vahyin aydınlığında gerçekleşen bir tefekkür, bir îman anahtarıdır. İnsan, hayatı boyunca tefekkürle duygu derinliğinde ne kadar mesafe katederse, ilâhî muhabbetten de o kadar nasîb alır ve ebedî âlemdeki saâdeti o nisbette fazla olur.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde kullarını tefekküre dâvet ederek şöyle buyurur:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler:) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)
“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17-20)
Eşsiz bir hidâyet ve saâdet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, ilk âyetinden son âyetine kadar, insanı sürekli tefekküre dâvet ederek, yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmesini ister. Yine Kur’ân-ı Kerîm; “Akıl erdirmiyor musunuz, tefekkür etmez misiniz, ibret almaz mısınız?” gibi ifâdelerle insanları îkâz eder. Dolayısıyla insanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak, rûhen derinlik ve dirilik kazanmak isteyen herkes, Kur’ân-ı Kerîm’in istikâmetlendirdiği bu tefekkür dünyasına girmek mecburiyetindedir.
Bu yolda mü’mine kolaylık sağlayacak üç mühim husus vardır. Bunlar:
1. Seherlerden mânen istifâde edebilmek.
Cenâb-ı Hak, kendisine yakınlaşmak isteyen kullarının seherlerden istifâde etmelerine işaret buyurmaktadır.[4] Zira seherler;
- İstiğfârın en makbul zamanıdır.
- Kelime-i tevhîd ile îmânı yenilemenin,
- Salevât-ı şerîfelerle Peygamber Efendimiz’e selâm gönderip muhabbetlerimizi arz etmenin en feyizli vakitleridir.
- Havanın loş karanlığında tefekkür-i mevt ile âdeta kabir iklimine girmenin bir ön hazırlığıdır.
2. Sâdıklarla beraber olabilmek.
Cenâb-ı Hak; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Sâlih ve sâdık kimselerden gönle müsbet tesirler gelir. Dolayısıyla sâlihlerle beraber olmaya çalışan kişi sâlihleşir, zâlimlerle beraber olan ise zâlimleşir.
3. Helâl lokmalardan güç alabilmek.
Helâl lokma, kişiyi hayra, haram lokma da şerre yönlendirir.
Şayet, bu üç hâlin tersi olursa, yani;
- Seherler gaflet uykusunda ziyan edilirse,
- Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak yerine gâfil ve zâlimlerle beraber olunursa,
- Yenilen lokmanın da helâliyetine dikkat edilmezse, kişi müsbet enerji yerine menfî enerji alır. Bu da insanın tefekkürünü ifsâd eder, kulluk vazifelerinde kişiye gaflet ve hantallık verir.
Tevâzu:
Tevâzu/alçak gönüllü olmak; kulun evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azameti karşısında hiçlik, yokluk ve âcizliğinin idrâkine ermesi, diğer bir ifâdeyle haddini bilmesidir.
Allah Teâlâ âhiret saâdetini; dünyadayken haşmet ve azamet taslamayan, fesat çıkarmayan ve gönlü Allah korkusu ve muhabbetiyle dolu olanlara nasîb eyleyeceğini vaad etmiştir.[5] Zira tevâzu nîmetinden uzaklaşıp gurur ve kibre kapılanlar, nefislerinin hevâ ve heveslerini putlaştırmaktan kurtulamamışlardır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Size Cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği, fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.
Size Cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîr 68/1, Edeb 61; Müslim, Cennet, 47)
Bu itibarla Cenâb-ı Hak hem kendisine hem de kullarına karşı dâimâ mütevâzı olmamızı emretmiştir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Sana tâbî olan mü’minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ, 215)
“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Yûsuf-i Esbat Hazretleri, tevâzu hâlini kâmil mânâda yaşamayı şöyle îzâh eder:
“Sabahleyin evinden dışarı çıktığında kime rastlarsan, kendinden üstün göresin. Tevâzu odur ki, kim sana hak bir şey söylerse onu kabûl edesin ve senden aşağıdakileri kendinden üstün bilesin. Seni kötüleyenle medheden, katında eşit olsun…”
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ bana; «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64)
“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için (Allâh’ın kullarına karşı) bir derece tevâzu gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir...” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
Şâirin dediği gibi:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzı olanı rahmet-i Rahmân büyütür.
Yani:
“Tohum toprağa düşmedikçe büyüyüp bereketlenemez. Alçak gönüllü olanı Allah merhametiyle büyütüp yükseltir.”
El-Emîn ve Es-Sâdık Olabilmek:
Bir mü’min, etrafına dâimâ İslâm şahsiyet ve karakterinin gerektirdiği huzuru tevzî etmelidir. Elinden, dilinden, her türlü fiiliyâtından insanların emîn olduğu güvenilir kimse olmalıdır. Yalan dolan, kandırma, sahtekârlık ve hilekârlık gibi çirkin vasıflar, hayatının hiçbir ânında olmamalıdır.
Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- şöyle der:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye sordum.
“–Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” cevâbını verdiler. (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikāk 26; Müslim, Îmân, 64, 65)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de Cennet’e iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru insan) diye kaydedilir. Yalancılık, (insanı) fücûra (yoldan çıkmaya) sürükler. Fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105)
Sabır:
Sabır; maddî ve mânevî bakımdan değişen şartlar karşısında dengeyi bozmamak, îtidâli muhâfaza etmek, iptilâlara tahammül göstermek, acılara katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere mukâvemet göstermek, başa gelen her türlü imtihan tecellîleri karşısında dîn ve îmandan tâviz vermemektir.
Bu yönüyle sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır.
Sabrın ilk şartı, onu gerektiren hâdiseyle ilk karşılaşıldığında gösterilmesidir. Vaktinde gösterilmeyen bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.[6]
Sabrın dünyevî tarafı ne kadar acıysa, uhrevî tarafı o kadar parlak olacaktır. Sabrın acılarını sîneye çekebilenler; Allâh’ın rızâsına, dolayısıyla da ebedî saâdet yurdu olan Cennet’e nâil olurlar.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)
“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık olun. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
“…Sabredenlere, mükâfatları elbette hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10)
Allah için gösterilen sabrın mükâfâtının ancak Cennet olduğunu gösteren şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bir gün Atâ bin Ebî Rebâh’a:
“–Sana Cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O da:
“–Evet, göster!” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi:
“–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve:
«–Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ eder misiniz?» dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Eğer sabredeyim dersen, sana Cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.» buyurdu.
Bunun üzerine kadın:
«–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyazda bulundu.” (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)
İşte başa gelen iptilâlara Allâh’ın rızâsını umarak gösterilen sabrın, Hak katındaki yüksek kıymeti…
Dipnotlar:
[1] Bkz. ez-Zâriyât, 56.
[2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no: 87.
[3] Buhârî, Edeb, 96.
[4] Bkz. Âl-i İmrân, 17; ez-Zümer, 9; el-Furkân, 64.
[5] Bkz. el-Kasas, 83.
[6] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 32. Hadîs-i şerîfin metni için bkz. sf. 174.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
YORUMLAR