Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri nasıl sohbet ederdi? İlk büyük mutasavvıflardan Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- bir sohbetinde şöyle buyuruyor:

GÖNÜL DARLIĞI, NEFSİN GENİŞLİĞİNDENDİR

Tevhid yakîndir. Yakîn ise mahlûkatın her türlü hareketini Allâh’ın fiili olarak bilmek ve işlerinde O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İnsan Rabbini tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhîde erer. Bunun anlamı fiillerinde O’nun hiç bir ortağı yoktur, demektir. Tevhid; Hak’ta fânî olmak, mahvolmaktır. Hak’ta fânî olan her şeyin hakîkatine erer, var olanın sadece “Hak” olduğunu anlar. Ya Rab, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça da en küçük benim.

Allâh’ı Allah ile tanıdım, mâsivâyı O’nun nûru ile müşâhede ettim. O’nunla ferahlık duyuyor, bununla birlikte O’ndan korkuyorum. O’nun mekrinden emîn olsam O’nunla olmak bana nasıl ferahlık verebilir? Çünkü ârifler Allâh’ın mekrinden emîn değillerdir. Nitekim Ebûbekir radıyallâhu anh: “İki ayağım cennette olsa bile yine mekr-i ilahîden emin olamam.” derdi.

Ben önceleri O’nu zikrettiğimi, O’nu tanıdığımı, O’nu sevdiğimi ve O’na talip olduğumu sanıyordum. Yolun nihâyetinde gördüm ki: O’nun Kendini zikri, benim zikrimi geçmiştir. O’nun mârifeti benim mârifetimden öndedir, O’nun sevgisi benimkinden ilerdedir. Önce O bana taliptir, sonra ben O’na. Benim O’na olan sevgimde şaşılacak ne var ki, ben O’nun kuluyum. Asıl şaşılacak olan, O’nun azametiyle beni sevmesidir.

Suyun rengi bulunduğu kaba göre değişir. Su beyaz bir kapta ise sen onun rengini beyaz, siyah bir kapta siyah, sarı bir kapta sarı, kırmızı bir kapta kırmızı sanırsın. Ârif ve velîler de böyledir. İnsanları da değiştirip hâlden hâle sokan o hâllerin sâhibidir, Hakk’ın tecellileridir. Halkın ahvali vardır, fakat ârifin bir tek hâli bile yoktur. Çünkü ârifler suretten geçmiş, sîrete yönelmiş ve onların varlıkları Hakk’ın varlığında fena bulmuştur.

İnsanların Allâh’a en yakın olanları insanlara en müşfik olanlarıdır. Zâhitlerin dünyadaki arzusu kerâmet, âhiretteki istekleri makâmât, âriflerin dünyadaki istekleri îmanla yaşamak, âhiretteki temennileri ilahî affa kavuşmaktır. Ârif, ‘nasıl sabahladın?’ diye soranlara: ‘Benim sabahım akşamım yok ki. Çünkü sabahlamak ve akşamlamak sıfatı olanların vasfı. Benim sıfatım yok’ der. İnsan bu dereceye ulaşınca kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirir, işte ârif odur.

Allah-u Ekber’in mânâsı: “O kendisinden gayrı her şeyden büyüktür” değildir. O’nunla birlikte başka bir varlık yok ki O’ndan büyük olsun. Bunun mânâsı: ‘O, insanlarla mukayese edilmekten ve hislerle anlaşılmaktan uzaktır’ demektir.

Mârifet nedir? “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar.” (Neml, 34)  Evet, öyle yaparlar, o memleketin halkını köle yaparlar ve onları alçaltırlar. Onların uluları melikin emri olmadan hiçbir şey yapamaz olur. Mârifet de öyledir. Bir kalbe dâhil oldu mu, orada çıkarmadık bir şey bırakmaz. Orada hiçbir şey onun ateşi olmadan hareket edemez.

Nefsimi otuz sene Hakk’a ibâdete zorladım. Bir gün birisinin şöyle dediğini duydum: “O’nun hazineleri ibâdetle doludur. Eğer O’na vâsıl olmak istiyorsan ibâdetinde züll ü inkisâr sâhibi ol, yokluk ve hiçlik libasına bürün, niyetlerinde ihlâslı ol!”

Otuz yıl kadar ilimle uğraştım. Bu esnada bana en zor gelen şey ilme tabi olmaktı. Ulemanın ihtilafı olmasa, hiç yol alamazdım. Tevhid konusu hariç ulemanın ihtilafı rahmettir.

Havada bağdaş kurup oturabilen birini görürseniz, o şahsın ilâhî emir ve nehiy hudutlarını koruduğunu, Sünnete tâbî olduğunu ve Hakk’ın hukukuna riâyet ettiğini görmedikçe, bunun bir kerâmet olduğuna inanmayınız.

İnsanların, Cenâb-ı Peygamber’in şeref ve değeri konusunda anlayamadıklarına nispetle anladıkları şeyler, su dolu mavi bir kırbadan damlayan damlacıklar kadardır. Kırbada kalan kısım da kimsenin anlayıp kavrayamadıklarıdır.

Kul, insanlar arasında kendisinden daha kötü kimsenin bulunduğuna inandıkça kibirlidir. O kendisinin bir makam ve hâl sâhibi olmadığına inandığı zaman tevâzû sâhibi olabilir. Bir insanın tevâzuu, Allah Teâlâ’yı ve kendini mârifeti nispetindedir.

İnsanların helâki iki şeydedir; birisi halka hürmet etmemek, diğeri Hakk’a minnet etmemek. Gönül darlığı, nefsin genişliğindendir. Gönlün genişliği, nefsin daralmasındandır. Hayat ilimdedir, rahat mârifettedir, zevk zikirdedir, şevk âşıkların yurdudur. O yurtta ayrılık siyasetinden bir taht kurmuşlar, uzak düşme korkusu ile kılıç sallamışlar ve bir nergis budağını ümit eline vermişler. Benim diyen nefsin başlarını o kılıç ile keserler ve yetmiş senedir o nergis büyür ama emel eli ona erişemez. 

Kötü huylu biriyle arkadaşlık ettiğin zaman onun kötü huyunu kendinin iyi huyu say. Böylece esenlik içinde olursun. Sana bir şey ikram edildiğinde önce Allâh’a şükür, sonra o ikramı yapana teşekkür et. Zîra o ikramı sana ulaştıran ve o kulun kalbini yumuşatan Allah’tır. Bir belâya uğradığında hemen aczini itiraf ederek Allah’tan yardım dile. O’nun yardımı olmadan hiçbir belâya sabır mümkün olmaz.

Açlık buluttur; kul acıktığı zaman bulut, yağmuru yağdırdığı gibi kalp de hikmeti yağdırır. Allah Teâlâ’dan beni, yeme-içme ve şehvet sıkıntısından kurtarmasını istemeyi düşündüm, fakat sonra vazgeçtim. Nasıl böyle bir şey isteyebilirdim ki, Allâh’ın Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem böyle bir şey yapmamıştı! Ben de böyle bir talepte bulunmadım. Ama Allah Teâlâ, benim gözüme kadından yana yeterli bir doygunluk verdi; ben, karşılaştıklarımın kadın mı, duvar mı olduğunu bile fark etmez oldum.

Belhli bir gencin beni mahcûb eden sözünü hiç unutamam. Bu delikanlı hac için gelmiş ve bana: “Siz zühdü nasıl anlarsınız?” diye sormuştu. Ben de “Bulunca yeriz, bulamayınca sabrederiz,” dedim. Delikanlı: “Bunu bizim Belh’in köpekleri de yapıyor” dedi. Bu sefer ben, “Size göre zühdün ölçüsü nedir?” diye sordum. O da: “Biz bulamayınca şükreder, bulunca başkalarına dağıtırız.” dedi.

Ne Üzerine Konuşacaksın?

Ebû Mûsâ b. Abdurrahîm’e: “Ne üzerine konuşacaksın?” diye sordu. O da: “Zühd hakkında konuşacağım.” dedi. Tekrar: “Nereden zühd?” deyince o da: “Dünyadan zühd.” diye cevap verdi. Bunu üzerine şöyle dedi: “Ben de sandım bir şeyden bahsedeceksin. Dünya nedir ki, ondan yüz çevirmekten bahsedeceksin?”

Bir gün arkadaşlarına: “Haydi gelin, sizinle birlikte Allâh’ın velîlerinden diye bilinen bir zâtın ziyaretine gidelim.” dedi. Şehrin kenar semtlerinden birinde oturan, zühd ve ibâdetle tanınan bu zâtı evinden çıkmış camiye girerken gördüler. Zât, tam bu sırada kıble tarafına tükürdü. Bunu görür görmez ‘hemen dönelim’ dedi ve selâm bile vermeden oradan ayrıldı. Sonra şöyle konuştu: “Allah Rasûlü’nün âdâbından birine riâyet etmeyen birisi iddiâ edildiği gibi nasıl velîler ve sıddîkler makamına lâyık olabilir?”

İsm-i Âzam hakkında soruldu; “O öyle bir isimdir ki onun çizilmiş bir sınırı yoktur. Fakat sen, kalbini Allâh’ın vahdaniyeti için boşalt, mâsivâdan kalbini temizle. Bu durumda olduğun zaman O’nu dilediğin herhangi bir isimle zikret!” diye cevap verdi.

“Kim ile arkadaşlık edelim?” diye soruldu; “Rabbinin vâkıf olduğu gizli kusurlarını bildiği hâlde, onları Rabbinin gizlemesi gibi gizleyen kimse ile arkadaşlık et” diye cevap verdi.

İlaç yaparken rastladığı bir hekime: “Sende benim hastalığıma da ilâç var mı?” diye sordu. Hekim, hastalığını öğrenmek isteyince “günah hastalığı” cevâbını verdi. Hekim ellerini iki yana açtı: “Ben günah hastalığının ilâcını bilmem.” Orada bulunan meczup bir genç söze karıştı: “Baba, senin hastalığının ilacını ben biliyorum.” Sevinçle: “söyle” dedi. Halkın meczup gördüğü, ancak hakîkatte ârif olan o genç, günah hastalığının ilâcını şöyle târif etti: “On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhid tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk ve nedâmet fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!” Bunları dinledikten sonra “senin gibisine mecnun diyerek kendisini akıllı sanana yazık…” dedi.

Allâh’a muhabbetinin tesiriyle çok hassastı. Yaratan’dan ötürü yaratılanların ıstırabını sinesinde hissederdi. Bir keresinde dövülmekten arkasından kan boşanmış bir merkep gördü. O anda baldırlarından kan sızmaya başladı. Yine bir seferinde Hemedan’dan boya bitkisi satın aldı ve Bistam’a döndü. Bir de baktı ki, aldığı şeyin üzerinde iki tane karınca var. Hemen Hemedan’a geri döndü ve karıncaları oraya bıraktı.

Bir gün yine yanında bir arkadaşı ile bir sahrada gömleğini yıkadı. Arkadaşı gömleği kurutmak için duvara asmayı teklif etti. “İnsanların duvarına çivi çakamayız” diye bu teklifi reddetti. Arkadaşı, “o hâlde ağaca asalım” dedi. O, “hayır, ağacın dallarını kırabilir” diye itiraz etti. Yere serme teklifini de kabul etmedi, çünkü orada hayvanatın yiyeceği var, ona engel oluruz diye düşündü. En sonunda gömleği yaş olarak sırtına aldı, bir yanı kuruduktan sonra diğer yanını çevirdi.

Bir gün yolda yürürken bir köpek gördü. Üzerime kir bulaşmasın, diye eteklerini toplayınca o an köpek hâl diliyle ona şöyle seslendi: “Benden sana bulaşacak kiri, üç defa yıkamakla temizlersin. Ama nefsindeki kibir kirini yedi derya bir araya gelse temizleyemezsin.” O an aklı başına geldi ve köpeğe: “Senin dışın pis, benim de içim. Gel beraber olalım da belki birbirimize faydamız olur” dedi. Köpek şöyle karşılık verdi: “Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. Zîra halk beni horlar, sana tazim eder. Beni gören taşlar, seni gören iltifata başlar ve ‘Ârifler Sultânı’na selâm olsun’ der. Benim yarına bir kemiğim bile yok ama senin bir ambar buğdayın var.” Bu cevaba çok üzüldü, ‘bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile layık değilim’ diye hayıflandı ve aczini anladı.

Yine bir gün sokakta talebeleri ile yürürken bir köpek gördü. Üzerlerine doğru gelen köpeğe yana çekilip yol verdi. Talebeleri şaşırıp sebebi sorduklarında şöyle dedi: “O köpek bana hâl diliyle, benim ne eksiğim vardı da ezel âleminde köpeklik derisi bana giydirildi ve senin ne fazlan vardı ki Sultân’ul-Âriflik hilati sana giydirildi diye sordu. Bu endişe sırrıma yol bulunca yolu ona verdim.”

Zamanında asrın kutupluğu vazifesi Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için dükkânına gitti. Kendisini çok dertli gördü ve sebebini sordu. Ebu Hafs Hz. büyük bir hüzünle şöyle dedi: “Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur ki; acaba kıyâmet gününde bu kadar Allah kulunun hâli nice olur?” Ardından ağlamaya başladı, onu da ağlattı. Merak edip sordu: “Halkın azap görecek olması seni niye bu kadar üzüyor?” Ebû Hafs Hz. şöyle cevap verdi: “Benim fıtratım, merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrulmuştur. Şâyet ehli cehennemin bütün azabı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyadesiyle memnun olurum ve derdim de son bulur.”

Demircinin cevâbı onu çok düşündürdü ve neticede şu kanaate vardı: “Anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri “nefsî nefsî” diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup “ümmetî ümmetî” diyenlerdendir. Onun yanında bir müddet kaldım. Bu arada kendisine bazı Kur’ân surelerini talim ettim. Ancak kırk senedir tahsil ve idrâk edemediğim dereceye onun vesilesiyle ulaştım. Yani asıl talimi o bana yaptı. Bâtınım feyz-i Rabbânî ile doldu. Yine anladım ki, kutbiyet, ayrı bir sırdır. Fazîlet, sadece ilim ve çok ibâdet ile değil, onların irfana tebdili ve Cenâb-ı Hakk’ın mevhibe ve teveccühü iledir. Şu kadar var ki, bu teveccüh ve mevhibenin Ebû Hafs Hazretleri’ne nasip olmasında, ondaki engin şefkat ve merhametin tabiat-i asliye hâline gelmesinin bereketini de unutmamak gerekir.”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin Duası

Şöyle duâ ederdi:

İlâhî! Benim benliğimi aradan götür ki benliğim Sana âit olsun, ben arada hiç olayım. Seninle olduğum sürece tamamım, kendimle olmadığım sürece eksiğim.

İlâhî! Beni Sana dervişlikle eriştir. İlâhî bana zâhidlik, âlimlik gerekmez, eğer bana bir şey nasip edeceksen sırlarının kokusunun ehli eyle ve dostlarının derecesine eriştir.

İlâhî! Senin fiillerin ve gönüllerdeki ilhamın ne muhteşemdir. Bilinmez içindeki anlayışın ne parlaktır. Ne büyüktür hâlin ki ne insanlar keşfedebilir ve ne de dil onu vasfedebilir.

İlâhî! Ömrüm içinde yaptığım riyâzeti ve kıldığım namazı arz etmiyor, yakınlığımın sözünü etmiyorum. Sen âlim ve âgâh padişahsın ki, söylediğim övünme babından değildir. Ben ki kendi aczimi anarım ve Senin fazlını ve keremini şerh ederim. Bu hilati bana Sen giydirdin ki kendimde bu fazlı keremi görüyor ve hiç olduğumu anlıyorum. Ben bir miskin, bedbaht, câhil ve yetmiş yıllık münkirim, saçı ve sakalı dalalette ağartmışım ve ömrümü yabanda telef edip geçirmişim. Şimdi cümle ayıplarımla Sana dönüyor, belimdeki inkâr bağını kesiyor, İslâm dinine giriyor ve şehâdet kelimesini tekrar söylüyorum. Bundan önce ne işledimse boşa geçmiş saydım. Şimdi ilâhî af beratımı Sen ver ve günah kirimi Sen temizle.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları