Bâyezîd-i Bistamî Kimdir?

İSLAM VE İHSAN

Bâyezîd Hazretleri’nin hârikulâde hâlleri, daha doğmadan başlamıştı. Annesi ne zaman ağzına şüpheli bir lokma alacak olsa bebek tepinmeye başlar, lokmayı ağzından çıkarıncaya kadar bu hareketi devam ederdi. Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullahi aleyh-’in, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin torunu İmâm Ali Rızâ -rahmetullahi aleyh-’ten istifâde ettiği nakledilmektedir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, ilâhî muhabbet deryâsına dalmış bir Hak âşığı idi. Devamlı olarak bedenini mücâhede, kalbini de müşâhede hâlinde tutardı. Tasavvuf yolunun ince ve derin mânâlarına âşinâ idi. Bu sebeple kendisine Sultânü’l-Ârifîn (Ârifler Sultânı), Seyyid-i Ârifân, Pîr-i Bistâm gibi sıfatlar verildi. Sonraki devirlerde bir velîyi medhetmek için; “Asrın Bâyezîd’i” ifâdesinin kullanılması bile, onun mânevî mertebesini ifâdeye kâfîdir.

Bâzı insanlar onun tevhid ve hakîkat ilimlerine dâir sözlerini anlayamadıkları için çeşitli ithamlarda bulunmuş, ona birtakım yanlış fikirler izâfe etmişlerdir. Bu ithamlara ehemmiyet verilmemelidir.

ALLAH'TAN ALIKOYAN HER ŞEYDEN  YÜZ ÇEVİREN KİMSE

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Ne mutlu o kimseye ki, bir tek endişesi vardır (yani dâimâ bir ve tek olan Allâh’ı zikir hâlindedir). Kalbini; gözünün gördüğü, kulağının duyduğu mâlâyânî şeylerle meşgul etmez. Kim mârifetullah sırrına ererse, kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirir.”[1]

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Onlar, (o müʼminler) ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Hadîs-i şerîfte de:

“Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi bir müslüman oluşundandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Gönlü mâsivâullahʼtan, yani Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden temizleyip dâimâ Hakkʼa yönelmek, mârifetullâha eren müʼminlerin şiârıdır. Dünyaya geliş sebebimiz de, Hakkʼa kulluk ve mârifetullah, yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmektir. Buna muvaffak olan bir müʼminin kalbi, Cenâb-ı Hakkʼın azamet, kudret ve sonsuz nîmetlerinin tefekkürü içinde dâimâ; zikir, fikir ve şükür hâlinde bulunur.

Mânevî terbiyenin en mühim gâyelerinden biri de “el kârda gönül Yârʼda” düstûrunu kazandırmaktır. Bu düstur ise, sadece ibadetler esnâsında değil, dünya ile meşgûliyette bile gönlü Hakkʼa verebilmek ve hayatın hiçbir safhasında Oʼndan gâfil kalmamaktır. Böylece dâimî bir zikir hâline kavuşabilmektir.

SU ÜSTÜNDE YÜRÜMEK, HAVADA UÇMAK MÜHİM DEĞİL

Bu hâl, gönlü dâimâ rızâ-yı ilâhî istikâmetinde tutan ve günahlara meyletmekten koruyan, mânevî bir uyanıklık, firâset ve basîret nûruna vesîledir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allâhʼı unutan ve bu yüzden Allâhʼın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Nitekim günahlar da, Allahʼtan gâfil kalındığı zaman işlenir. Hiç kimse besmele çekerek bir kardeşine çelme takamaz. Kalbi “Allah” diyen biri; kalplere diken batıramaz; bile bile kul hakkına giremez; haramlara dalamaz.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de, bu istikâmet hâlini, nice kerâmetten üstün görmüştür. Nitekim kendisine bir gün:

“‒Efendim, siz su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler. Hazret ise:

“–Bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi.

“–Havada uçuyormuşsunuz!” dediler.

“–Kuş da havada uçar.” buyurdu.

“–Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!” dediler.

“–Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan Demâvend’e gidiyor.” buyurdu.

“–Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?” diye suâl edilince:

“–Allah Teâlâ’dan başkasına gönül bağlamamak![2] karşılığını verdi.]

ZİKRE KALBEN VE ZİHNEN İŞTİRÂK ETMEK GEREKİR

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûr ile yapılan zikirdir.”[3]

Zikrin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, kalben ve zihnen de zikre iştirâk etmemiz îcâb eder. Zira, tıpkı namaz gibi, zikrin de kalp ve beden âhengiyle îfâsı zarûrîdir. Yani dil zikrederken, kalp de, zikrin mânâsının tefekküründe derinleşmelidir.

Kendimizi dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda bilerek, Oʼnun bizi her an ve mekânda gördüğü, hattâ bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğu şuur ve idrâki içinde Hakkʼa yönelmeliyiz. İşte bu keyfiyette bir yöneliş ile kalpte “huzûr” hâli gerçekleşir. Ârif zâtların “huzûr” tâbiriyle kastettikleri de; “ten plânında bir rahatlık” değil, Allah ile beraberlik şuurunun kalpte sâbitlenmesiyle hâsıl olan “dâimî zikir” hâlidir.

"ALLAH ANILDIĞI ZAMAN KALPLERİ TİTRER"

Kendini her an huzûr-i ilâhîde bilmenin gönle kazandıracağı mânevî zindelik, zikri en yüksek kıvamına ulaştırır. Cenâb-ı Hak, zikrin kemâline eren gerçek zikir ehlini, âyet-i kerîmede şöyle takdîm eder:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Demek ki zikirden murâd edilen; yalnızca dil ile tekrarlamaktan ibâret değildir. Bilâkis, dilin telâffuz ettiği isme âit mânâların tefekkürüyle yüreklerin ürpermesi ve kalplerin zâkir hâle gelmesidir.

Hazret-i Mevlânâ, gönül feyzinden mahrum bir hâlde, sırf şekilde kalarak ibadet eden kimselere şöyle seslenir:

“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman, yüzünü samimiyetle Hakk’a çevirebilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan sıfattan münezzehtir.» demenin mânâsını lâyıkıyla idrâk edebilseydin. Yani sırf şekil secdesi değil, (seni mîrâca çıkaracak bir) gönül secdesi yapabilseydin!..”

AZ AMEL KÂFİ GELİR Mİ?

İhlâs, takvâ, huşû gibi kalbî meziyetlerden mahrum, gâfilâne edâ edilen ibadetler; fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. Bu sebeple ibadetleri hâlisâne îfâ etmek zarûrîdir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfi gelir.” buyrulmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

Yani mâsivâ düşüncelerinden arınmış, hâlis bir kalple yapılan sâlih ameller, az bile olsa, Hak katında çok kıymetlidirler. Bunun zıddına, huşû, huzur ve ihlâstan uzak, gâfil bir kalple îfâ edilen ameller ise -kemmiyet bakımından ne kadar çok olursa olsun- gerçek kıymetlerinden fire verirler.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“O ki, hanginizin daha güzel amel edeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyuruyor. Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani kimin “daha çok” amel edeceğine değil, “daha güzel” amel edeceğine ehemmiyet veriyor.

Şu rivâyet, bu hususta ne güzel bir misaldir:

Bir gün İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- tâbiîn neslinden dostlarına dedi ki:

“–Sizler, Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok (nâfile) oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Fakat onlar, sizden daha hayırlıydı.”

“–Bu nasıl oluyor?” diye sorulunca da:

“–Onlar, dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)

AMELLERİN KIYMETİ GÖNÜL KIVAMIYLA İRTİBATLIDIR

Demek ki amellerin kıymeti, sahip olunan gönül kıvamıyla doğrudan irtibatlıdır.

Velhâsıl zikrin nûru, zikredenin hâli nisbetindedir. Tasavvufî terbiyede de bir insanın mânevî derecesi, onun evrâd ve ezkârının belli zaman aralıklarıyla yükselmesine değil, hâlinin terfî etmesine bağlıdır. Yani ibadetlerinin kalp ve beden âhengi içinde olması, ahlâkının ve bilhassa merhametinin tekâmül etmesi, insanî münâsebetlerinde ve muâmelâtında âdâb-ı muâşerete titizlik göstermesi gibi hususlara bağlıdır.

Hak katında makbul olan zikir de; sözde değil, özde zikirdir. Yani kālden hâle ve amele intikâl eden zikirdir. Kişinin şahsiyet ve karakterinde tesirleri görülen, sâlih amellerle teʼyid edilen zikirdir.

Şâyet zikir, kişiyi tefekkür derinliğine götürmüyor, gönlü huzûra kavuşturmuyorsa; ahlâkı tekâmül ettirmiyor, davranışlara nezâket ve zarâfet katmıyorsa; takvâ hassâsiyeti kazandırmıyor ve sâlih amellere rağbeti artırmıyorsa; bu hâl, zikrin âdâbına riâyetsizliğin bir göstergesidir.

Dipnotlar: 1) Sehlegî, en-Nûr, sf. 170; Abbâs, Ebû Yezîd, sf. 73. 2) Attâr, Tezkire, sf. 201; Serrâc, sf. 316; Abbâs, Ebû Yezîd, sf. 98. 3) Attâr, Tezkire, sf. 198. Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Şubat, Sayı: 348, Sayfa: 032.