Bayramsız Ramazanlar Olur mu?

RAMAZAN ÖZEL

Yazının başlığı tuhaf görülebilir. Hiç ‘bayramsız Ramazan olur mu?’ denebilir. İlk bakışta böyle görüp böyle soranlar haklıdırlar. Zira şimdiye kadar her Ramazan’ın sonunda öyle veya böyle bayram yapıldı. Yapılması da dinen gereklidir. Bir ay oruç tutup, teravih kılanlar, uykularını terkedip sahura kalkanlar, daha fazla Kur’an okuyanlar, hatim indirenler, zekât ve sadaka verenler sevinsinler diye bayramda oruç tutmak bile haram veya tahrimen mekruh görülmüştür.

Her emeğin bir karşılığı vardır. Çalışanlar ücreti hak ederler. Bir ay yoğun kulluk mesâisinde bulunan mü’minler elbette sevinmeyi, ücreti hak ederler.

Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olan Ramazan’ın sonunda bayram yapmak, günahlardan arınıp cennet adayı olmanın sevincini yaşamak elbette Ramazan’ı ihya eden, Ramazan’la ihya olanların en tabii haklarıdır.

CENNETİ KAZANMA FIRSATI

Ramazanlar cenneti kazanmanın en büyük fırsatıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), üç basamaklı minberin her basamağında “âmin” demiş. Niçin âmin dediği sorulduğunda: Cebrail bana gözüktü ve: Ramazan’a kavuşup ta cehennemden kurtulup, cennete giremeyenler rahmetten ırak olsun dedi, ben de âmin” dedim, şeklinde cevaplandırmıştır. (et-Terğîb, 2/92)

En büyük bayram Mevlânın rızasına ermek ve ebedi cennete kavuşmaktır. Ramazan geçmiş günahlara keffarettir. Cennet kapılarının açılması, şeytanların zincire vurulması, cehennem kapılarının kapanmasıdır. Amellerin yetmiş kat fazla değerlendirilmesidir. Ramazanlar maddi ve manevi kirlerden, hastalıklardan arınma vesilesidir, dostluk, ikram, paylaşma ve kaynaşma sebebidir. Hayır kapılarının ardına kadar açılması, şer kapılarının kapanması için önemli bir fırsattır.

Ramazan’ları hakkıyla ihya edenlerin, Ramazanlarla ihya olanların, sevinip bayram yapmaları elbette en tabii haklarıdır. Peki bu durum herkes için söz konusu mudur? Ramazana erişen herkes sonunda bayramı hak eder mi? Cennet adayı olabilir mi?

Nice nasipsizler vardır ki, Ramazan ganimetlerinden pay alamazlar, Ramazan sofrasından yararlanamazlar. Nitekim Rasûlullah bunlar hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Nice oruç tutan vardır ki, oruçtan nasibi sadece açlık, nice gece namaza kalkan vardır ki nasibi sadece uykusuzluktur” (Terğîb, 2/148)

“Kim yalanı ve yalanla yaşamayı terk etmezse Allah’ın onun aç ve susuz kalmasına ihtiyacı yoktur” (Terğîb, 2/146)

RAMAZAN HERKESE AYNI TARZDA TECELLİ ETMİYOR

Görüldüğü gibi Ramazan herkese aynı tarzda tecelli etmiyor. Ramazandan nasiplenmeyenlerin bayramdan da nasipleri yoktur. Bunlar cenneti kazanmak şöyle durun Cebrail ve Rasûlullah’ın bedduasına maruz kalan kimselerdir.

Cennet kapılarını açan, cehennem kapılarını kapatan, Müslümanlar için dünyada ve ahirette bayram sebebi olan Ramazan’ların hasretini çeker olduk. Oruçlarımızın, hatimlerimizin, sadakalarımızın kabul edilip cennete, ebedi bayramlara vesile olup olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Her şeye rağmen kabülünü Mevlâdan niyaz ediyoruz. Fakat Ramazanların sonunda dünyada ağız tadıyla bayram yaptığımızı söyleyemeyiz. Çoğunlukla sevinçlerin üzüntüye, ümitlerin karamsarlığa dönüştüğü Ramazan’lar ve bayramlar yaşıyoruz, tabi bunlara bayram demek doğru ise!

BAYRAMLAR SEVİNÇ GÜNLERİDİR

Bayramlar sevinç günleridir. Toplu olarak sevinmenin, mutluluk yaşamanın ortamlarıdır. Yüzlerin tebessümle, gönüllerin ümitle aydınlandığı anlardır. Sevinip gerçek anlamda bayram yapmak en çok Müslümanların hakkı olması gerekirken uzun zamandır bayramlara, bayram sevinçlerine hasret kaldık. Bir gün, üç gün, beş gün bile ölüm, cinayet, ihanet, katliam haberlerinden uzak âsûde bayramlar yaşayamadık. Bayram sabahlarında bayram kutlaması ifade eden top sesleri yerine Müslümanların Müslümanları öldürmek için attıkları bomba sesleriyle uyanır olduk.

“Orucumuz birlikte oruç tuttuğumuz, bayramımız birlikte bayram yaptığımız gündür” buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.) birlikte sevinmemizi arzu etmiş, fakat bizler daima ortak sevinme yerine ortak üzülme yollarına tevessül etmişiz. Kendimize ve masum çocuklarımıza bir bayram sevincini bile çok görmüşüz.

Cahiliye Arapları bile haram aylara hürmet ederek senede dört ay savaşsız yaşamayı başarmışken sözde medenî bizler dört gün bile savaşsız yaşamayı beceremiyoruz. Hıristiyan alemi noelde ateşkesi sağlıyorken bizler neden hiç olmazsa bir Ramazan bir Kurban Bayramı’nda barışı sağlamıyoruz?

Hac ve Umrede ihramlı iken bir canlıyı öldürmemeyi bir bitkiyi bile koparmamayı becerirken, diğer vakitlerde bir birimize hürmeti, çevreye saygıyı neden beceremiyoruz? Yüce Mevlâ: “Mü’minler ancak kardeştir” buyurduğu halde. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Benden sonra biribirinizin boynunu vuran kâfirler gibi olmayın” dediği halde, aynı Allah’ın kulu, aynı Peygamberin ümmeti, aynı kitabın, aynı kıblenin mensubu olduğumuz halde, neden dostluğu düşmanlığa, neden barışı harbe, neden birliği tefrikaya çeviriyoruz?

Bayramları matemlere çeviren bizleriz. Şair Enverî’nin dediği gibi; gökten bir musibet inse önce bizim haneyi ziyaret ediyor. Sanki musibetlerle akrabalığımız var.

“Bir musibet bin nasihatten evladır” derler. Bizler Müslümanlar olarak binlerce musibet yaşadık ve halen de yaşamaya devam ediyoruz. Musibetin bile fayda vermediği bir topluma nasihat nasıl fayda verir? Nasihatin, musibetlerin fayda vermediği bir toplum haline mi geldik? Peygamberimiz aramızdan ayrıldı, kalplerimiz taşlaştı mı? Akifimizin dediği noktaya mı geldik?

“Dünyada nasihat mi olur şark’a müessir

Binlerce musibet yine hâib yine hâsir!

Irk, mezhep, meşrep, bölge ayrımcılığının kurbanı olmak, sen, ben kavgasına düşmek, menfaat yarışına girmek, evet İslam’la, insanlıkla bağdaşmayan bu zaafları yaşamak şimdiye kadar bize ne kazandırdı? Ümmet olarak yaşadığımız bu zaaf ve musibetlerimizin kaynağı içimizde, benliğimizde taşıdığımız kusur ve zaaflardan kaynaklanmaktadır. Dışarda düşman aramaktan ziyade öncelikle kendimize dönmek, nefsî hastalıklarımızı gözden geçirmek, manevi bir çekap yaptırmak durumundayız.

BAYRAMLARDA BİLE SEVİNCE HASRET KALMAK

Bayramlarda bile sevince hasret kalmamızın sebebi bizleriz. Mevlâ hiç kimseye zulmetmez. Onun Rahman ve Rahim sıfatı daima ön plandadır.

“Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmettiler” (Tevbe, 70) Kim neyi hak ederse Mevlâ onu halkeder. Şeytan bile “Beni değil, kendinizi kınayın” (İbrahim, 22) diyor. Öyle ise kendimize dönmek, kimlik ve kişiliğimizi yeniden inşa etmek durumundayız. Bu inşa, ilahi plan ve projeye uygun olmak zorundadır. Zira depreme dayanıklı kişilik ve kimlik ancak bu şekilde oluşturulabilir.

Medeni olduğu söylenen dünyamız acı çekiyor, biz Müslümanlar ise daha çok acı çekiyoruz, evlerimizi kendi ellerimizle başımıza yıkıyoruz. Oluşturduğumuz enkazlar arasında çırpınıyoruz. Kendimize ve gelecek nesillerimize yazık ediyoruz.

İstiyoruz ki Ramazan’lar Ramazan, bayramlar hakiki bayram olsun, sevinçler mateme dönüşmesin. Artık Akif’in yanıp yakıldığı günleri yaşamayalım:

“Teselliden nasibim yok

hazan ağlar baharımda

Bu gün bir hânümansız

serseriyim öz diyarımda

Ne hüsrandır şarkın

ben vefasız kansız evlâdı.

Serapa garba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı.”

Hep birlikte Kur'anımızda yer alan Hz. İsa’nın şu duasına amin diyelim:

“Ey Rabbimiz olan Allah’ım! Bize gökten bir sofra indir ki, gerek bizim için gerekse bizden sonrakiler için bir bayram ve senden bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” (Maide, 114)

Unutmayalım ki gökten inen sofra Kur’an’dır. Mühim olan o sofradaki nimetleri farketmek ve bayramı Kur’an sofrasında kutlamaktır.

Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, 376. Sayı