Bedir Gazvesi

Siyer-i Nebî

Bedir Gazvesi’nin sebepleri ve sonuçları nelerdir? Bedir Gazvesi’nde gerçekleşen olağanüstü hadiseler nelerdir? Bedir Gazvesi’nde ele geçirilen esirler hakkında sahabelerin örnek davranışları, ganimetlerin taksimi ve Ashab-ı Bedir.

Müslümanlar ticâret yollarını tehdid etmesine rağmen, Kureyş hâlâ kervanlarını göndermeye devam ediyordu. Ancak yanlarında çok sayıda koruma oluyordu. Müslümanlar onları devamlı tarassut altında tutuyordu. Yine bir gün Kureyş’in büyük bir kâfilesinin Şam’dan hareket ettiği haberi gelince Müslümanlar onu gözetlemeye başladılar. Ebû Süfyân yönetimindeki bu kervanda çok mal vardı. 30 veya 40 kişi tarafından korunuyordu.

BEDİR GAZVESİNİN SEBEBİ

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah Efendimiz, Büseyse’yi, Ebû Süfyân’ın kervanının ne yaptığına bakmak için casus olarak gönderdi. Daha sonra Büseyse, evde ben ve Rasûlullah’tan başka hiç kimse yokken yanımıza geldi. (Hadisin râvîsi: “Hanımlarından birini istisnâ edip etmediğini bilmiyorum” dedi.)

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e gördüklerini anlattı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) hemen dışarı çıkarak bir konuşma yaptılar ve:

«‒Derhal yakalamamız gereken mühim bir şey var! Kimin bineği hazırsa bizimle gelsin!” buyurdular.

Bunun üzerine bazı kimseler, Medine’nin üst taraflarında bulunan binek hayvanları­nı almak için O’ndan izin istemeye başladılar. Fakat Rasûlullah (s.a.v):

«‒Hayır, sadece hayvanı hazır olan gelsin!» buyurdular.

Rasûlullah (s.a.v) ile ashâbı hemen yola çıktılar. Müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Ben başında olmadan sakın kimse bir şey yapmaya kalkmasın!» bu­yurdular. Derken müşrikler yaklaştı. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Genişliği, gökler ile yer kadar olan cennete koşmak için kalkın!» buyurdular.

Umeyr bin Humâm el-Ensârî (r.a):

«‒Ey Allah’ın Rasûlü! Genişliği, gökler ile yer kadar olan cennet mi buyurdunuz?» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Evet!» buyurdular. Umeyr (r.a):

«‒Ne kadar güzel, ne iyi!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒“Ne kadar güzel, ne iyi!” demene sebep nedir?» diye sordular. Umeyr (r.a):

«‒Hayır, vallahi, ey Allah’ın Rasûlü, başka bir sebeple değil, sadece onun ehlinden olurum ümidiyle söyledim!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Muhakkak ki sen onun ehlindensin!» buyurdular.

Umeyr (r.a) ok torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başladı. Sonra:

«‒Eğer ben bu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam bu gerçekten uzun bir hayâttır!» dedi ve hemen elindeki hurmaları atıp şehîd oluncaya kadar müşriklerle savaştı.” (Müslim, İmâret, 145. Bkz. Ebû Dâvud, Cihâd 84/2618; Ahmed, III, 136)

Bu rivayetten anlaşıldığı üzere, harpte düşman hakkında iyice bilgi toplama ve tam bir haber alma, bunun yanında kendi maksat ve niyetlerini insanlardan saklama veya karşı casusluk, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in takip ettiği mühim bir umdedir.

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh (s.a.v.), Ebû Süfyân’ın Şam tarafından geldiğini duy­duğu zaman ashâbıyla istişâre ettiler. Önce Ebû Bekir (r.a) konuştu, Nebî (s.a.v) ona iltifat etmediler. Sonra Ömer konuştu, ona da iltifat etmedi. Bunun üzerine Ensâr’dan Sa’d bin Ubâde (r.a) kalkıp:

«‒Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi mi kastediyorsunuz? Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, siz bize atlarımızı denize sürmemizi emretseniz hiç tereddüt etmeden onlarla denize dalarız! Atlarımızı Berkü’l-Ğımâd’a[1] sürmemi­zi emretseniz bunu da yaparız!» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) insanları Cihâd’a teşvîk et­tiler. Yola çıkıp Bedir’e indiler. Derken üzerlerine Kureyş’in su taşıyan develeri çıkageldi. İçlerinde Haccâc Oğulları kabilesinin siyah bir kölesi de vardı. Müslümanlar hemen onu yakaladılar.

Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbı ona Ebû Süfyân ile arkadaşlarını soruyorlardı. Oda:

«‒Ebû Süfyân hakkında bilgim yok. Ama işte Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye bin Halef, (orduyla buraya doğru geliyorlar)!» diyordu. Bunu söylediği zaman onu dövüyorlardı. Köle çaresiz kalın­ca:

«‒Tamam! Söyleyeceğim! İşte Ebû Süfyân (bu tarafta)!» dedi.

Onu serbest bırakıp da tekrar Ebû Süfyan’ı sorduklarında:

«‒Ebû Süfyân hakkında bilgim yok! Ama işte Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye bin Halef! Çok sayıda insanla birlikte geliyorlar!» diyordu. Bu­nu söylediğinde sahâbîler onu yine dövüyorlardı.

Rasûlullah (s.a.v) o esnâda namaz kılıyorlardı. Bu hâli görünce selam verip:

«‒Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, size doğruyu söyle­diği zaman onu dövüyorsunuz, yalan söylediğinde ise serbest bırakıyorsunuz!» buyurdular.

Daha sonra Rasûlullah (s.a.v):

«‒Şurası filânın ölüp düşeceği yerdir!» buyuruyor ve mübârek ellerini yere koyarak «Şuradan şuraya kadar!» diye gösteriyorlardı.

Müşriklerden hiç biri, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübarek ellerini koyarak gösterdiği yerden öteye geçemedi. (Müslim, Cihâd, 30)

Sa’d bin Hayseme (r.a), Akabe Bey’atleri’nde seçilen on iki temsilciden biri idi. Hicret esnâsında Kuba’da bekâr muhâcirleri evinde misâfir etmişti. Bu sebeple onun evine “Bekârlar Evi: Beytü’l-Uzzâb” deniliyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) onun evine gelir ve orada ashâbıyla görüşüp sohbet ederlerdi.

Sa’d (r.a) ile babası, Bedir günü, kimin gazveye gideceği husûsunda kur’a çektiler. Kur’a Sa’d’e çıktı. Babası:

“‒Yavrucuğum, bugün îsârda bulun, beni kendine tercih et de senin yerine gazveye gideyim!” dedi. Sa’d (r.a):

“‒Babacığım! Bunun sonunda cennetten başka bir şey olsaydı, dediğini yapardım!” dedi.

Ve nihâyet Sa’d (r.a) Bedir’e çıktı ve orada şehit oldu. Babası Hayseme (r.a) da Uhud günü şehit oldu.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 47, no: 3156)

Müslümanlar 319 kişiyle yola çıkmışlardı. 313 rivâyeti de vardır. 100 kişi Muhâcirler’den, kalanı Ensâr’dan idi.

Berâ (r.a) şöyle buyurur:

“Biz, Muhammed (s.a.v)’in sahâbîleri, «Bedir ashâbının sayısı, Tâlût’la beraber Filistin Nehri’ni ge­çen askerlerinin sayısı kadardır» diye konuşurduk. Onunla birlikte nehri ancak mü’min olanlar geçmiştir. Adetleri de üç yüz on küsur kişi idi.” (Buhârî, Meğâzî, 6)

Huzeyfe (r.a) şöyle anlatır:

“Benim Bedir’e katılmama mâni olan şey şudur: Babam Huseyl ile birlikte yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi yakaladılar ve:

«‒Siz muhakkak Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz!» dediler. Biz de:

«‒Hayır, ona gitmiyoruz, sâdece Medine’ye gitmek istiyoruz!» dedik. Bunun üzerine bizden, sâdece Medîne’ye gideceğimize, Efendimiz (s.a.v) ile birlikte savaşmayacağımıza dâir Allah adına ahd ve misak aldılar.

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e gelip başımızdan geçenleri haber verdik. Bunun üzerine:

«–Haydi gidin! Onların verdikleri ahde vefâ gösterir, müşriklere karşı da Allah Teâlâ’dan yardım dileriz!» buyurdular.” (Müslim, Cihâd, 98)

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in hanımı Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v), Bedir’e doğru yola çıkmıştı. Harratü’l-Vebere’ye[2] varınca, cesâret ve yiğitliğiyle meşhur olan bir adam O’na yetişti. Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbı onu görünce çok sevindiler. Bu adam, Rasûlullah (s.a.v)’e yeti­şince, O’na:

«‒Bu harpte Sana tâbi olmak ve Sen’inle birlikte ganimetten pay almak için geldim!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ediyor musun?» diye sordular. Adam:

«‒Hayır!» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«‒Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım istemem!» buyurdular.

Sonra yollarına devam ettiler. Ağacın yanına vardığımızda o adam Rasûlullah (s.a.v)’e yine yetişti ve daha evvel söylediği sözü tekrarladı. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de ona önceki gibi cevap verdiler:

«‒Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım istemem!»

Sonra adam geri döndü ve Beydâ’da Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e tekrar yetişti. Efendimiz (s.a.v) ilk defâ sordukları gibi:

«‒Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ediyor musun?» diye sordular. Adam:

«‒Evet!» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«‒Yürü o zaman!» buyurdular.” (Müslim, Cihâd, 150)

Bu rivayet gösteriyor ki Allah Rasûlü (s.a.v), İslâm ordusunda akâid ve hedef birliğinin olmasına ehemmiyet veriyorlardı.

İslâm âlimlerinin cumhûru, harpte ihtiyaç duyulduğunda ve kendisine güvenildiğinde kâfirlerden yardım istenebileceği görüşüne varmışlardır.[3]

Müslümanların 70 devesi vardı, nöbetleşe biniyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de Hz. Ali ve Ebû Lübâbe (r.a) ile nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelince arkadaşları:

“–Yâ Rasûlallâh! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler.

Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Siz benden daha kuvvetli değilsiniz, ben de ecir kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim!” buyurdular. (Ahmed, I, 411, 418, 422, 424; Hâkim, III, 23/4299; İbn-i Sa’d, II, 21)

55 yaşında olan Efendimiz (s.a.v), gençlerle birlikte yürüyerek cihâda gidiyorlardı.

Allah Rasûlü (s.a.v) ashâbına şöyle duâ ettiler:

“Allâh’ım, bunlar bineksizdirler, Sen onlara binecekleri hayvanlar ihsân eyle! Allâh’ım, bunlar çıplaktırlar, Sen onları giydir! Allâh’ım, bunlar açtırlar, Sen onları doyur!”

Gerçekten de Allâh Teâlâ, Bedir’de fetih ve zafer müyesser kılınca, onların her biri, bir veya iki deve ile döndüler, elbiseler giydiler ve karınları doydu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 145/2747)

Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne’den çıkarken Abdullah bin Ümmi Mektûm’u insanlara namaz kıldırmak üzere vazifelendirdiler.

40 mil yol alıp Ravhâ mevkiine vardıklarında Ebû Lübâbe’yi geri göndererek Medîne’ye emîr tâyin ettiler.

Âsım bin Adiy el-Aclânî (r.a) de Avâlî kasabalarının muhafazasına memur edilmişti.[4]

Bu durum, hazarda, seferde, barışta, savaşta insanlar üzerinde mutlaka bir idârecinin bulunması gerektiğini göstermektedir.

Şâh Veliyyullâh ed-Dehlevî şöyle buyurur:

“Peygamber Efendimiz’in hayatını güzel bir şekilde tetebbû eden kişi görür ki Allah Rasûlü (s.a.v) her gazveye çıktıklarında Medîne-i Münevvere’nin başına mutlakâ bir sahâbîsini emîr tâyin etmiş, yerine vekil bırakmış, hiçbir zaman müslümanların işlerini ihmâl etmemiş, müslümanları başıboş bırakmamışlardır. O’nun âdeti bu olduğu hâlde vefâtı yaklaşınca müslümanların işlerini ihmâl ettiği nasıl tasavvur edilebilir?! Efendimiz (s.a.v)’in ümmetine olan şefkat ve merhametini düşündüğünde, O’nun, ümmetini dağınık vaziyette bir anarşi ortamına bırakmayacağını anlarsın!”[5]

“Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrail’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi…” (el-Bakara, 246)

Bu âyet-i kerîmeyi düşündüğünde sana ayân olur ki -gerek hücûm, gerekse müdâfaa şeklinde olsun- kâfirlerle savaşmak, herhangi bir halîfe tayin etmeden mümkün değildir…” (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 406)

Müslümanların yola çıktığı Ebû Süfyan’a ulaşınca kervanı sâhil yoluna çevirdi ve Damdam bin Amr’ı Mekke’ye gönderdi. Haberi öğrenen Kureyşliler, kısa sürede hazırlanıp hemen yola çıktılar. Yerine adam gönderen birkaç kişi hâriç hepsi bu sefere katıldı.

Allah Rasûlü’nün halası Âtike, Damdam’ın Mekke’ye gelmesinden üç gece önce bir rüyâ gördü ve çok korktu. Kardeşi Abbâs’a:

“–Kardeşim! Gördüğüm rüyâ beni çok sarstı. Kavminin başına bir felâket gelmesinden korkuyorum! Sana anlatacağım bu rüyâyı gizli tut, kimseye söyleme!” dedi. Hz. Abbâs:

“–Ne gördün, anlat?” dedi. Hz. Âtike:

“–Deveye binmiş bir adam gelip Ebtah’ta (Muhassab ile Mekke arasında) durdu ve yüksek sesle:

«–Ey vefâsız cemaat! Üç güne kadar muhârebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!» diye üç kere bağırdı. Onu gören insanlar başına toplandılar. Sonra o adam Mescid-i Harâm’a girdi. Halk da kendisini tâkip ediyordu. İnsanlar etrâfını sarmış olduğu hâlde Kâbe’nin arkasında yine aynı şekilde üç kere bağırdı. Sonra Ebû Kubeys Dağı’nın üstüne çıkıp orada da aynı şeyi yaptı. Sonra da bir kayayı tutup yuvarladı. Kaya yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanarak dağın dibinde parçalandı. Mekke evlerinden o parçaların isâbet etmediği ne bir ev ne de bir mahal kaldı!” dedi. Hz. Abbâs:

“–Vallâhi bu çok mühim bir rüyâdır! Sakın rüyânı hiç kimseye anlatma!” dedi.

Hz. Abbâs, Hz. Âtike’nin yanından ayrılınca dostu Velîd bin Utbe ile karşılaştı. Ona rüyâyı anlatıp gizli tutmasını söyledi. Velîd de babasına nakletti. Böylece rüyâ Mekke’de yayıldı. Kureyşlilerin toplantılarında konuşulmaya başladı.

Hz. Abbâs şöyle anlatır: “Ebû Cehil bana:

«–Ey Abdülmuttaliboğulları! Sizin şu kadın peygamberiniz de ne zaman türedi?! Siz erkeklerinizin peygamberliğine kanaat etmediniz de kadınlarınız da mı peygamberliğe kalkıştı?! Gûyâ Âtike rüyâsında, birinin «Üç güne kadar vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!» dediğini duymuş. Üç gün bekleyeceğiz. Eğer söylemiş olduğu söz doğru ise elbette bir şey zuhûr edecektir. Eğer üç gün dolar da bir şey zuhûr etmezse hakkınızda yazacağımız bir yazıyla Araplar arasında sizin kadınlarınızdan daha yalancısının bulunmadığını yayacağız.» dedi.

Böyle bir şey olmadığını söyledim. Vallâhi benim için bunu inkâr etmemden daha ağır bir şey olmamıştır. Âtike’nin rüyâsının üçüncü günü sabahleyin, kaçırdığım fırsatı elde etmek arzusu ile çok kızgın ve hiddetli bir hâlde Mescid-i Harâm’a girdim. Evvelce söylediklerinden bazılarını tekrarlayıp Ebû Cehil’e çatacaktım. O Mescid-i Harâm’ın Sehmoğulları kapısına doğru fırlayıp çıkınca, kendi kendime: «Allah’ın lânetine uğrayasıca, kendisine hakâret edeceğimden korktu da benden kaçıyor.» dedim. Hâlbuki o, Damdam’ın sesini işitmiş! Ben onu duymamıştım. Bir de baktım ki Damdam, devesinin burnunu kesmiş, semerini tersine çevirmiş, gömleğini parçalamış, Mekke vâdisinin ortasında, deve üzerinde avazının çıktığı kadar bağırıyor:

«–Ey Kureyş cemaati! Kervan! Kervan! Muhammed ve ashâbı Ebû Süfyân’ın yanındaki mallarınıza taarruz etti! Ona yetişebileceğinizi sanmıyorum! İmdât! İmdât!» diye haykırıyordu. Başımıza gelen bu iş, beni de onu da birbirimizle uğraşmaktan alıkoydu.” (İbn-i Hişâm, II, 244-247; Vâkıdî, I, 29-31. Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347; Heysemî, VI, 72)

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

Saʻd bin Muâz (r.a) umre yapmak için Mekke’ye gitmişti. Mek­ke’ye vardığında Ümeyye bin Halef’in evine misafir oldu. Ümeyye de ticâret için Şam’a giderken Medîne’ye uğrar, Saʻd bin Muâz’a misafir olurdu. (İkisi arasında bir dost­luk vardı.) Ümeyye, Saʻd’a:

«−Biraz bekle! Öğle sıcağı bastırıp insanlar çekilince gider tavaf edersin!» dedi.

Saʻd (r.a) tavaf ederken Ebû Cehil çıkageldi ve:

«−Kâʻbe’yi tavaf eden şu zât da kimdir?» diye sordu. Saʻd (r.a):

«−Ben Saʻd bin Muâz’ım» dedi. Ebû Cehil:

«−Kâʻbe’yi böyle emniyetle tavaf ediyorsun ama siz Muhammed ile ashâbını himâye ettiniz?!» dedi. Saʻd (r.a):

«−Evet, öyledir» dedi ve aralarında bir münakaşa başladı. Bunun üzerine Ümeyye, Saʻd’a:

«−Ebü’l-Hakem’e karşı sesini yükseltme! O bu vâdî halkının önde gelenidir» dedi. Saʻd (r.a) Ebû Cehil’e:

«−Eğer Kâbe’yi tavaf etmekten beni men edersen, vallahi ben de senin Şam ticâret yolunu ke­serim!» dedi. Ümeyye, Saʻd (r.a)’a:

«−Sesini yükseltme!» demeye ve onu tutmaya başladı. Bunun üzerine Saʻd (r.a), öfkelenerek:

«−Bizi kendi hâlimize bırak! Ben Muhammed (s.a.v)’den işittim, seni öldüreceğini söylüyordu» dedi. Ümeyye:

«−Beni mi?» diye sordu. Saʻd (r.a):

«−Evet, seni» dedi. Bunun üzerine Ümeyye bin Halef:

«−Vallahi Muhammed bir şey söylediği zaman aslâ yalan konuşmaz!» dedi ve korku içinde karısının yanına gitti:

«−Yesribli kardeşim bana ne dedi, bi­liyor musun?» dedi. Karısı:

«−Ne dedi?» diye sordu. Ümeyye:

«−Muhammed’i beni öldüreceğini söylerken işitmiş» dedi. Hanımı:

«−Allah’a yemîn ederim ki Muhammed aslâ yalan söylemez!» diye Saʻd’ın haberini teyit etti.

Bir müddet sonra müşrikler Bedir’e giderken bir münâdî Ümeyye’yi de çağırdı. Karısı, Ümeyye’ye:

«−Yesribli kardeşinin sana ne dediğini unuttun mu?» dedi. Ümeyye Bedir’e gitmek istemedi. Ancak Ebû Cehil gelip:

«−Sen bu vâdînin eşrâfındansın, geri kalırsan olmaz. Hiç değilse bir iki gün herkesle beraber yürü, ondan sonra dön!» deyip kandırdı.

Ümeyye de onlarla iki gün yürüdü, ancak geri dönemedi. Neticede Allah Teâlâ onu öldür­dü. (Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 184-185, Meğâzî, 2)

Müşriklerin sayısı 1000’e ulaşıyordu. Öfke doluydular. Ticâret yollarının selâmetinden çok Araplar arasında küçük düşürüldüklerine kızıyorlardı.

BEDİR GAZVESİ’Nİ ANLATAN SURE

Bazı Müslümanlar, kervan kaçtığı ve müşrik ordusuyla karşı karşıya kaldıkları için çok rahat değillerdi. Zîrâ savaşa hazırlıklı gelmemişlerdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Nasıl ki: Rabbin seni hak uğruna evinden çıkardı ve mü’minlerden bir kısmı ise istemiyorlardı. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihâd hususunda) seninle tartışıyorlardı. O vakit Allah Teâlâ size, iki tâifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olacağını vaadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Hâlbuki Allah Teâlâ, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bütün bunlar,) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.” (el-Enfâl, 5-8)

Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle buyurur:

“İslâm nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Mesela Rasûlullâh (s.a.v) ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Bu hicretimizle bize üstünlük ve zafer bahşolundu (zafer yolları açıldı). Yine Allâh Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de tarif ettiği hâl üzere (istemeye istemeye) Allah Rasûlü’nün maiyetinde Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti. Hâsıl-ı kelâm biz en üstün hayırları hep zor emirlerde bulmuştuk.” (Heysemî, VII, 26-27)

Allâh Rasûlü (s.a.v), gelişen siyâsî seyri adım adım tâkip etti­klerinden, artık kaçınılmaz bir ölüm-kalım savaşıyla karşı karşıya olduklarını anladılar ve as­hâb-ı güzîni toplayıp istişâre ettiler. Muhâcirlerden Mikdâd bin Esved (r.a) ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz, Mûsâ (a.s)’ın kavmi gibi «Sen ve Rabbin gidip savaşın!»[6] demeyiz. Aksine Sen’in sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışırız!..”[7] (Buhârî, Meğâzî, 4; Tefsîr, 5/4; Ahmed, I, 389, 428)

Ensâr, Efendimiz (s.a.v)’i Medîne’de korumaya söz verdikleri için, Allah Rasûlü (s.a.v) onların bu hususta ne düşündüklerini öğrenmek istiyorlar ve:

“‒Ey insanlar! Bana görüşünüzü söyleyiniz!” buyuruyorlardı.

Ensâr’dan Sa’d bin Muâz (r.a) ayağa kalktı:

“‒Bizi kastediyorsunuz herhalde ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v):

“‒Evet!” buyurunca şu târihî cümleleri söyledi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizler Sana inandık. Getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna şe­hâdet ettik. Bu hususta Sizi dinleyip itaat etmek üzere kuvvetli ahidler ve sözler verdik. Dilediğin yere yürü ey Allah’ın Rasûlü, biz Siz’inle beraberiz! Şâyet denize dalsan, bizler de Sen’inle beraber dalarız. Ensâr’dan bir tek kişi bile geri dönmez…”

Bu sadâkat ve teslîmiyet dolu sözler ve heyecân hâli üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in mübârek sîmâları tebessümle doldu, hayır duâ ederek şöyle buyurdular:

“–Öyleyse, haydi Allâh’ın bereketiyle yürüyünüz! Size müjdeler olsun ki Allah iki tâifeden gayr-i muayyen olan birini va’detti. Vallâhi ben, sanki Kureyşlilerin harp sâhasında vurulup düşecekleri yerleri görüyor gibiyim...” (Bkz. Müslim, Cihâd, 83; Vâkıdî, I, 48-49; İbn-i Hişâm, II, 253-254)

Ashâbının itaatini, şecaatini, birliğini ve İslâm için fedâkârlığını gören Allah Rasûlü (s.a.v) ordusunu tanzim etmeye başladılar. Beyaz sancağı Mus’ab bin Umeyr (r.a)’e verdiler. İki siyah bayrağı da Hz. Ali (r.a) ile Sa’d bin Muâz (r.a)’a verdiler. Artçı birliklerin başına Kays bin Ebî Sa’saa (r.a)’ı tâyin buyurdular.

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Bedir gü­nü:

«Allah’ım! Bize olan yardım sözünü ve zafer va’dini (ger­çekleştirmeni) istiyorum. Allah’ım, eğer (bu İslâm cemiyetinin helâkını) dilersen yeryüzünde bir daha Sana ibâdet edilmez!» diye ısrarla niyazda bulunuyorlardı. Ebû Bekir (r.a), Allah Rasûlü’nün elini tuttu ve:

«‒Yâ Rasûlallah, bu kadar ısrâr yeter! (Kendinizi fazla yormayın!)» dedi. Akabinde Rasûlullah (s.a.v):

«Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaça­caklardır»[8] âyetini okuyarak çadırdan dışarı çıktılar.” (Buhârî, Meğâzî, 4)

Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acabâ hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu âyeti okuduklarını duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Sa’d, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

Hz. Ali (r.a), Müslümanların 17 Ramazan gecesini müşrik ordusunun karşısında nasıl geçirdiklerini şöyle anlatır:

“Bedir gecesi bizden herkes uyudu, ancak Rasûlullah (s.a.v) bir ağaca doğru sabaha kadar namaz kılıp duâ ettiler, (ağladılar). O gün içimizde Mikdâd bin Esved’den başka atlı yoktu.” (Ahmed, I, 138, 125)

 “Gece bize biraz yağmur yağdı. Ağaçların ve kalkanların altına girerek yağmurdan korunduk. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) geceyi Rabbine duâ ederek geçirdi. Şöyle niyâzda bulunuyorlardı:

«Allah’ın, eğer bu topluluğu helâk edersen bir daha yeryüzünde Sana ibâdet edilmez!»

Fecir doğunca:

«‒Ey Allah’ın kulları, haydin namaza!» diye nidâ ettiler. İnsanlar ağaçların ve kalkanların altından geldiler. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize namaz kıldırdılar ve savaşa teşvik ettiler…” (Ahmed, I, 117)

Bu rivayetlerden anlaşıldığı üzere Allah Rasûlü (s.a.v) bekçilik yapıyor ve ordusunu dinlendiriyordu.

Allah Rasûlü’nün bu niyâz hâli âyet-i kerimede şöyle ifade edilir:

“O vakit siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, «Ben ardı ardına gelen bin melek ile size yardım edeceğim» diyerek duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu sırf bir müjde olsun ve onunla kalpleriniz tatmin olsun (sükûnet bulsun) diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

O vakit katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.” (el-Enfâl, 9-11)

Hz. Ali (r.a) bir gün:

“–Ey insanlar, insanların en cesuru kimdir bana söyleyin?” dedi. Onlar:

“–Sizsiniz, ey Mü’minlerin Emîri!” dediler. Hz. Ali (r.a):

 “–Evet, ben kiminle mübârezeye çıktıysam hakkını vermişimdir, ancak siz bana insanların en cesurunu haber veriniz!” dedi. İnsanlar:

“–Bilmiyoruz, kimdir?” diye sordular. Hz. Ali (r.a) şöyle dedi:

“–Hz. Ebû Bekir’dir. Bedir’de Rasûlullah (s.a.v) için bir gölgelik yaptık ve: «Müşriklerden biri Peygamber Efendimiz’e saldırmaya heveslenmesin diye kim onunla birlikte durur?» dedik. Vallahi hiç kimse buna yanaşmadı, ancak Hz. Ebû Bekir (r.a) kılıcını sıyırıp Efendimiz’in başında bekledi. Ona saldırmaya niyetlenen herkesin üzerine şâhin gibi atılıp hemen onu bertaraf etti. İşte insanların en cesur ve en kahramanı Hz. Ebû Bekir’dir.

Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i gördüm, Kureyşliler onu tutmuş, kimi keskin bir şeyle vurup yaralıyor, kimi itip kakıyor:

«‒Sen ilâhları tek bir ilâh mı yaptın?!» diye son derece sert söz ve hareketlerle ona hakaret ediyorlardı. Vallâhi bizden kimse yanına yaklaşıp da kendisine yardım edemiyordu. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a) geldi ve hemen yardımına koştu; kimine vurdu, kimini yaraladı, kimini itip kaktı. Bir taraftan onları Efendimiz’in başından dağıtıyor, bir taraftan da:

«‒Yazıklar olsun size! “Bir adamı «Rabbim Allâh’tır» diyor diye öldürecek misiniz?!”[9]» diyordu.”

Hz. Ali (r.a) bunları anlattıktan sonra üzerindeki bürdeyi kafasına çekip ağlamaya başladı. Sakalları ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra şöyle dedi:

“‒Allah adına yemin ederek soruyorum, Firavun ehlinden, gizlice îman edip de Firavun ve avenesini îkâz eden mü’min kişi[10] mi daha hayırlıdır yoksa Hz. Ebû Bekir mi?”

İnsanlar susup cevap vermediler. Hz. Ali (r.a) şöyle devam etti:

“‒Bana cevap ermeyecek misiniz? Vallâhi Hz. Ebû Bekir’in bir ânı, Firavun ehlinin mü’mini gibi yeryüzü dolusu adamdan daha hayırlıdır. Çünkü o mü’min îmânını gizliyordu, Ebû Bekir (r.a) ise îmânını îlân etmişti.” (Heysemî, IX, 46-47)

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur:

“Biz Bedir’de, Allah Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın olanımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86, 126)

Habîb-i Ekrem Efendimiz’in cesâreti husûsunda Berâ (r.a) da:

“Vallahi, biz savaş kızıştı mı Peygamber Efendimiz’e sığınırdık. Bizim en cesûrumuz, Peygamber Efendimiz’le aynı hizâda durabilendi” demiştir. (Müslim, Cihâd, 79)

Bedir Harbi’nden önce mübâreze yapıldı. Mübâreze, harpten önce iki ordudan kahramanların çıkıp teke tek vuruşmalarıdır. Utbe bin Rebîa, oğlu Velîd ve kardeşi Şeybe ileri çıkarak kendileriyle dövüşecek adam istediler. Ensâr gençleri önlerine çıktı. Onları kendilerine denk görmeyerek kendi kabilelerinin kahramanlarını istediler. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde bin Hâris’e emrettiler.

Hz. Hamza (r.a) Utbe’yi, Hz. Ali (r.a) Şeybe’yi öldürdü, Ubeyde (r.a) ile Velîd birbirlerini yaraladılar. Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a) yardıma koşarak Velîd’i öldürdüler ve Ubeyde’yi Müslümanların karargâhına taşıdılar.

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur:

“Ben, kıyamet günü Rahmân’ın huzurunda, insanlarla aramdaki husûmetler hakkında hüküm verilmesi için diz çökecek kişilerin ilki olacağım.”

Bu sözü râvî Kays bin Ubâd şöyle izah eder:

«İşte, Rableri hakkında tartışmaya girmiş iki hasım taraf!»[11] âyet-i kerimesi, Bedir günü mübâreze eden Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ubeyde (r.a) ile Şeybe, Utbe ve Velîd hakkında nâzil olmuştur.”[12]

Mübârezenin neticesine çok öfkelenen müşrikler hemen hücuma geçtiler. Allah Rasûlü (s.a.v) evvelâ okların kullanılmasını emrettiler. Yerden bir avuç kum alıp müşriklerin yüzlerine saçtılar. Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurur:

(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

 Müşriklerin ileri gelenlerinden pek çoğu öldürüldü.

Abdurrahmân bin Avf (r.a) der ki:

“Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Hâlbuki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri diğerine duyurmadan bana:

«–Amca, sen Ebû Cehil’i tanır mısın?» diye sordu. Ben de:

«–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?» dedim. Genç:

«–Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden eceli gelmiş olan biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!» dedi.

Gencin bu sözüne şaştım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürûr duydum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm ve:

«–Bakın işte sorduğunuz adam!» dedim.

Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıçtan geçirdiler. Bu gençler, Muâz bin Afrâ ile Muâz bin Amr idi.” (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)

Bir ara Allah Rasûlü (s.a.v):

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdular.

Abdullâh bin Mes’ûd (r.a) aramaya gitti ve onu yerde buldu. Hâdisenin devâmını kendisi şöyle anlatır:

“Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım:

«–Ey Allâh’ın düşmanı! Allah seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?» dedim.

«–Allah beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin öldürdüğü adamlar içinde benden daha üstün kim var? Ey koyun çobanı! Sen çetin ve erişilmesi çok güç olan bir yere çıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugün devran kimindir?» dedi.

«–Allah ve Rasûlü’nündür!» dedim. Onu kendi kılıcıyla öldürdükten sonra Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine çıkıp:

«–Ebû Cehil’i öldürdüm!» dedim. Allâh’a hamd ü senâ ettiler ve:

«–O, bu ümmetin Firavun’u idi.» buyurdular.[13]

MELEKLERİN YARDIMI

Cenâb-ı Hak, Müslümanlara Bedir’de melekleriyle yardım etti. Melekler mü’minlerle birlikte savaştılar. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Hakîkaten sizler güçsüz olduğunuz halde Allah Teâlâ, Bedir’de de size yardım etmişti. O hâlde, Allah’tan sakının (takvâ sâhibi olun) ki O’na şükretmiş olasınız! O zaman Sen, mü’minlere şöyle diyordun: «İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, size kâfî değil midir?» Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sâyede mutmain olsun (yatışsın) diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır. Allah, kâfirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin, böylece bozulmuş bir halde dönüp gitsinler!” (Âl-i İmrân, 123-127)

“O vakit Rabbin meleklere: «Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere sebât verin; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım. Hemen vurun boyunlarına, vurun onların bütün parmaklarına!» diye vahyediyordu.” (el-Enfâl, 12)

Taberî, “Vurun!” emrinin mü’minlere yapıldığını söyler ki bu durumda Cenâb-ı Hak onlara vurmanın keyfiyetini öğretmektedir. (Taberî, Tefsîr, XIII, 430)

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) Bedir günü:

“İşte Cebrâîl! Atının başından tutmuş, üzerinde de savaş techizâtıyla (yardımınıza gelmiş durumda)!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 11)

İbn-i Abbâs (r.a)’nın rivâyetine göre; Bedir Savaşı’nda, müşriklerden birini kovalayan bir sahâbî bir kırbaç sesi işitti. Ses yukarıdan geliyor ve biri atına:

“‒İlerle Hayzûm!” diye sesleniyordu. O anda kovaladığı düşmanın boylu boyunca yere serildiğini, burnunun yaralandığını, yüzünün kamçı darbesiyle yarıldığını ve suratındaki çürüklerin yemyeşil bir renge dönüştüğünü gördü. Doğruca Rasûl-i Ekrem’in yanına geldi ve olup biteni anlattı. Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v) ona:

“‒Doğru söylüyorsun. Bu, üçüncü kat semâdan gelen yardımlardan biridir” buyurdular. (Müslim, Cihad 58)

Hz. Ali (r.a) şöyle anlatır:

“Abbas bin Abdulmuttalib’i Ensâr’dan kısacık boylu bir zât esir edip Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanı­na getirince, Abbas:

«–Yâ Rasûlallah! Vallahi beni bu adam esir etmedi. Beni insanların en güzel yüzlüsü, başının saçı iki yana ayrılmış, kır bir ata binmiş, şu cemaat arasın­da göremediğim bir kişi esir etti!» dedi. Ensârî:

«–Yâ Rasûlallah, onu ben esir ettim!» diye ısrar edince Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Sus, sesini çıkarma! Allah (c.c) seni şerefli bir melekle destekledi!» buyurdular.”[14]

Ebû Dâvûd el-Mâzinî şöyle der:

“Bedir gününde, müşriklerden bir adamı vurup öldüreyim diye tâkip ettim. Kılıcım daha ona dokunmadan başının yere düştüğünü gördüm! Anladım ki onu benden başkası (yâni bir melek) öldürdü!” (Ahmed, V, 450)

Cebrâîl (a.s), Allah Rasûlü (s.a.v)’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Bedir harbine katılanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu­ğunda, Efendimiz (s.a.v):

“–Onları, Müslümanların en fazîletlileri sayıyoruz!” cevabını verdiler.

Cebrâîl (a.s) da şu mukâbelede bulundu:

“–Biz de meleklerden Bedir Harbi’ne iştirâk edenlerini, aynı şekilde meleklerin en ha­yırlıları sayıyoruz.” (Buhârî, Meğâzî, 11)

Sadece Cebrâîl (a.s) kanadından bir tüy ile tüm müşrikleri def etmeye yeterken acaba neden 3 bin melek gelmiştir ve bunlar fiilî savaşa kısmen katılmışlardır? İmâm Sübkî buna şöyle cevap verir:

“Bu durum, fiilin Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e ve ashâbına âit olması için böyle olmuştur. Sebepler âlemine ve Allah Teâlâ’nın kulları arasında tatbik ettiği sünnetine riâyetle, orduların birbirini desteklerken tâkip ettikleri âdet üzere melekler de İslâm ordusuna yardımcı olarak gelmişlerdir. Hakikatte her şeyin fâili Allah Teâlâ’dır.” (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 313)

İslâm, hedeflerini, insanların gayretleriyle ve tabiî ve ictimâî kanunlar dâhilinde gerçekleştirir.

BEDİR GAZVESİ’NİN SONUÇLARI

Müşriklerden 70 kişi öldürüldü ve 70 kişi de esir alındı. Geri kalanlar da harp meydanında pek çok ganimetler bırakarak hiçbir şeye bakmadan kaçtılar.

Müslümanlar 14 şehîd verdiler.

Allah Rasûlü (s.a.v) Bedir’de üç gün kaldılar. Müşriklerin cesetleri sürüklenip bir kuyuya atıldı (Ehl-i Kalîb). Şehîdler Bedir’e defnedildiler, üzerlerine namaz kılınmadı.

Bedir Savaşı’nın üçüncü günü olunca Allah Rasûlü (s.a.v) devesinin getirilmesini emir buyurdular. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Allah Rasûlü (s.a.v) yaya olarak yürümeye başladılar. Ashâbı da peşi sıra yürüdüler ve birbirlerine:

“Herhâlde Rasûlullâh (s.a.v) bir iş için gidiyor” dediler. Nihâyet Peygamber Efendimiz, müşriklerin ileri gelenlerinin atıldığı kuyunun kenarında durdular ve onlara isimleriyle hitâb ederek:

“Ey Ebû Cehil! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Utbe bin Rebîa! Ey Şeybe bin Rebîa! Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız daha iyi olmaz mıydı? Biz, Rabbimizin bize va’dettiği şeyi hak ve gerçek bulduk! Siz de Rabbinizin size va’dettiğini hak olarak buldunuz mu?” buyurdular. Ömer (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Ruhsuz cesetlere mi konuşuyorsunuz?! Onlar cîfe hâline geldikten sonra nasıl duyup da size cevap versinler?” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onlar benim söylediklerimi sizden daha iyi işitirler! Fakat cevap vermeye kâdir olamazlar!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cennet, 77)

ESİRLERE GÜZEL MUAMELE

Rasûlullah (s.a.v) esirleri ne yapacaklarına dâir ashâbıyla istişâre ettiler. Hz. Ebû Bekir (r.a):

“‒Yâ Rasûlallâh! Fidye alalım! Bu mal bizim için kâfirlere karşı bir kuvvet olur ve umulur ki Allah Teâlâ onları İslâm’a hidâyet eder!” dedi. Hz. Ömer (r.a):

“‒Bunlar küfrün önderleri ve büyükleridir, öldürelim onları!” dedi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ebû Bekir’in görüşüne meylettiler. Bunun üzerine itâb âyetleri nâzil oldu:

“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah Teâlâ ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidye sebebiyle size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (el-Enfâl, 67-68)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Bedir Gazvesi’ni müteâkip:

“‒Esirlere hayırla muâmele edîniz!” buyurmuşlardı.

Efendimiz (s.a.v)’in damadı Ebü’l-Âs bin Rebî (r.a) şöyle anlatır:

“Ben Ensâr’dan bir grubun yanında esirdim. Allah onları hayırla mükâfâtlandırsın. Akşam veya öğle yemeğine oturduğumuzda beni kendilerine tercih ederek ekmeği bana verip kendileri kuru hurma ile idare ederlerdi. Yanlarında ekmek çok az bulunurdu. Hurma ise umûmiyetle onların azığı idi. Hatta onlardan birinin eline bir parça ekmek geçse, hemen onu benim önüme koyardı.”

Velîd bin Velîd bin Muğîre (r.a) de aynı şeyleri söyleyerek şunları ilâve eder:

“Bizi develere bindirip kendileri yaya yürürlerdi.” (Vâkidî, Meğâzî, I, 119)

Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Aziz anlatıyor:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensâr’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Bedir’den dönerken, sabah ve akşam yemekleri geldiğinde ekmeği bana verirler, kendileri kuru hurma ile idâre ederlerdi. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v), esirlere güzel muâmelede bulunmalarını tavsiye etmişti. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse hemen onu getirip bana verirdi. Ben hayâ eder o ekmek parçasını onlardan birine iâde ederdim, ancak o ekmeği tekrar bana verir, kesinlikle el sürmezdi.” (İbn-i Hişâm, II, 288; Heysemî, VI, 86)

Yapılan istişâre netîcesinde bu esirler fidye karşılığında serbest bı­rakıldılar. Fidye ödeyemeyecek durumda olanlar da karşılıksız serbest bırakıldılar. Ancak bunlardan okur-yazar olanların her biri, on Medîneli çocuğa okuma-yazma öğretmekle vazîfelendirildi. Onlar da fidyelerini böylece ödemiş olacaklardı. (Ahmed, I, 247; Vâkıdî, I, 129; İbn-i Sa’d, II, 22)

Ordu Medîne-i Münevvere’ye dönerken Zeyd bin Hârise (r.a) önden müjdeci olarak gönderildi. Müslümanlar bu haberi büyük bir sevinç ve tereddütle karşıladılar. Bir türlü inanamıyorlardı. Nitekim Üsâme (r.a) şöyle buyurur:

“Vallâhi esirleri görünceye kadar gelen habere inanamadım!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 293)

GANİMETLER

Ganimetler sebebiyle neredeyse Müslümanlar arasında huzursuzluk çıkacaktı. Bunun üzerine Enfâl sûresindeki ganimetlerle alâkalı hükümler nâzil oldu ve Allah Rasûlü (s.a.v) dönüş yolunda humus’u ayırdıktan sonra kalanını mücâhidler arasında eşit bir şekilde paylaştırdılar.

Bedir, küçük bir gazve olmasına rağmen İslâm Târihi’nde bir dönüm noktasıdır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz onu Kur’ân-ı Kerîm’de “Yevmü’l-Furkân” diye isimlendirmiştir.[15] Zira o, hak ile bâtılı ayırmıştır. İslâm târihinde kazanılan zaferlerin, yapılan fetihlerin, tesis edilen devlet ve hükûmetlerin tamamı Bedir meydanındaki Feth-i Mübîn’in eseridir.

ASHAB-I BEDİR

Ashâb-ı Bedir, pek ulvî bir fazilete nâil oldu. Ömer (r.a) onları dîvânın en başına yazarak en fazla atâyı onlara verdi. Tabakât kitaplarında ilk sayfaları onların güzel isimleri ve menkabeleri süsledi.

İbn-i Abbâs (r.a):

“Mü’minlerden -özür sahibi olanlar hâricinde- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler müsâvî olmazlar. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”[16] âyet-i kerimesini:

“Müslümanlardan Bedir’e gitmeyip geri kalanlarla Bedir’e çıkanlar aynı seviyede olmazlar” şeklinde tefsir etmiştir. (Buhârî, Meğâzî, 5)

Ümmü Hârise’nin oğlu, Bedir Gazvesi’nde düşman tarafından rastgele atılan bir okla şehîd edilmişti. Bunun üzerine annesi Allâh Rasûlü’nün huzûruna gelerek:

“−Yâ Rasûlallâh! Eğer oğlum Hârise cennette ise sabreder sevâbını beklerim, aksi takdirde onun için var gücümle ağlarım.” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v) ona şu müjdeli haberi verdiler:

“−Allah iyiliğini versin ey Ümmü Hârise, cenneti bir derece mi zannettin? Onun birçok dereceler vardır. Oğlun bunlardan (en yüksek derece olan) Firdevs-i A’lâ’ya erişti.” (Buhârî, Cihâd, 14; Ahmed, III, 272)

Bu müjde üzerine Hârise’nin annesi tebessüm ederek dönüp giderken kendi kendine:

“–Bak hele! Bak hele senin şu yüce nasîbine ey Hârise!” diyordu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 426)

Rasûlullah (s.a.v), Mekke fethinin hazırlıklarını müşriklere haber veren Hâtıb bin Ebî Beltaa hakkında şöyle buyurdular:

“–O, Bedir’de bulunmuştur. Nereden bileceksin ki, Allah Teâlâ Bedir ehlinin hâllerine muttalî oldu ki onlar hakkında: «Dilediğinizi yapın[17], muhakkak ki sizi affettim» buyurdu.”[18]

Dipnotlar:

[1] Mekke’nin sâhil tarafına düşen ve Mekke’ye beş günlük mesafede olan bir yer. Yani en uzak yere gitmemizi emretsen derhal yaparız! [2] Medîne’ye 4 mil uzakta bir yer. [3] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Tefsîru âyâti’l-ahkâm, İstanbul: Derseâdet, ts., I, 402. [4] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, II, 367. [5] Şâh Veliyyullâh Dehlevî, İzâletü’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ, thk. Takıyyüddîn en-Nedvî, Dımeşk: Dâru’l-Kalem, 1434/2013, II, 403-404. [6] el-Mâide, 24. [7] İbn-i Mes’ûd (r.a) şöyle der: “Mikdâd bin Esved’in öyle mühim bir ânına şâhid oldum ki, ona sahip olmak bana, ona denk olabilecek bütün kıymetli şeylerden daha sevimlidir… O muhteşem sözünü söyleyince Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in mübârek yüzlerinin aydınlanıp nûr gibi parladığını ve bu söze çok sevindiklerini gördüm.” (Buhârî, Meğâzî, 4; Tefsîr, 5/4; Ahmed, I, 389, 428) [8] el-Kamer, 45. [9] el-Mü’min, 28. [10] el-Mü’min, 28. [11] Hac, 19. [12] Buhârî, Meğâzî, 8; Tefsîr, 22/3; Müslim, Tefsîr, 34; İbn-i Mâce, Cihâd, 29; Taberânî, Kebîr, III, 164/2953. [13] Bkz. Buhârî, Meğâzî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i Hişâm, II, 277; Vâkıdî, I, 89-90. [14] Ahmed, I, 117; Zehebî, Megâzî, s. 65; İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 278; Heysemî, VI, 76. [15] el-Enfâl, 41. [16] en-Nisâ, 95. [17] Bkz. Fussılet, 40. Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VII, 331. [18] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 60/1; Meğâzî, 46; Cihâd, 141; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161; Tirmizî, Tefsîr, 60/3305; Ebû Dâvûd, Cihâd, 98/2650; Ahmed, I, 79-80, 105.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.