Ben Demeyene Yol Açılmaz

KİTAPLIK

Mehmet Lütfi Arslan'ın yeni kitabı "Ben Demeyene Yol Açılmaz" çıktı. Peki "Ben demeyene yol açılmaz" ne demektir? Yazar, bu soruyu cevaplıyor.

Mehmet Lütfi Arslan ağabeyimizin yeni kitabı Aşina Kitap'tan çıktı. Kitabın isminde önemli bir iddia var: Ben Demeyene Yol Açılmaz Peki, "Ben demeyene yol açılmaz" ne demek?

Tasavvufta hiçlik, benliğini yok etmek, nefsini yenmek varken; modern dünyanın dayattığı "benlik" ve bireycilik anlayışı, acaba kitapta nasıl yer buluyor? Ya da biz nasıl anlıyoruz? "Ben" yerine "biz" desek peki? Devamı videoda... ;)

BENLİĞİNİ FARK EDENE YOLLAR AÇILIR

Yollar “ben” demeyene açılmaz. Çünkü benliğin farkına varmak, varlığımızın kaygısına düşmek demektir. Bu asil kaygı, bizi Yaratan ile mülâki olduğumuz o şerefli mecliste ruhlarımızda hissettiğimiz “O ve biz” ayırımının bir tezahürüdür. Kaygıdan kurtulmanın yolu önce kim ve ne olduğumuzu idraktir. Bu idrak, O’nu da idrak etmek anlamına gelecek bir kapı aralar, çünkü nefsini bilen Rabbini bilmiştir.

İki bilinmez arasında yaşıyoruz. Ne zaman ve nerede geleceğimizi bilmiyorduk, ne zaman ve nerede gideceğimizi de bilmiyoruz. Bu ikisi arasında sıkışmak da mümkün, bunu konfor saymak da… Sıkışabiliriz; bu kayıtsızlık ya da isyana götürür ki bahtsızlığın daha büyüğü var mıdır, bilmem. Bunu konfor da sayabiliriz; öyle ya, bilemediğimiz ya da değiştiremediğimiz bir başlangıç ya da son için niye endişelenelim ki? Ama burası dünyadır, burada sürgit konfor olmaz. Çünkü var olmak, endişe sahibi olmaktır. Madem varlık verilmiştir, o devam etsin, sürsün isteriz. Yokluk, düşüncesi ile bile, acıdır, acıtır.

Madem gelmişiz, gideceğiz. İsteriz ki hep kalalım, gitmeyelim. Geldiğimiz hayatta bunun imkânı yok. Ama gitmemenin bir yolu var. Verilenin ötesine geçip yeni bir hayata talip olanlar hep yaşayacak, bir yere gitmeyecekler. Verilmiş bir hayat çok nadirdir ki bizim olsun. Bizim olan hayatlar seçilmiş olanlardır. Hayatı kendimizin kılmak için evvela onu seçmemiz, ardından uğruna gayret göstermemiz ve kendisi için biçilmiş bedeli ödememiz gerekir. Seçilmiş, hak edilmiş, uğruna gayret sarf edilmiş bir hayat elimizden alınmaz, o hayat sonsuza kadar bizim olur, o hayat sonsuz hayatımız olur.

Verilmiş hayat, mükemmelin içine doğulmuş bir hayat bile olsa bizi tatmin etmez, edemez. Çünkü var olmak bir iddia sahibi olmaktır. Hangi çevre içerisine doğarsak doğalım; orada ispat-ı vücut etmek isteriz. Hayatı kendimizin kılmak, hak etmek ya da hür irademizle seçtiğimizin peşinden gitmek derunumuzda yatan aslandır. Bize verilenleri hak etmez, daha doğrusu hak ettiklerimizle kendimize ait bir hayatı seçmez ya da kurmazsak tehlikeli bir tatminsizlik duygusu hiç yakamızı bırakmaz. Etrafımızdakilerin “sen” demesi yetmez, biz kendi başımıza var olmak isteriz. Kendimiz olmak, potansiyelimizi gerçekleştirmektir. İnsan, kendi aynasında kendini seyretmeye başladığı anda hayattan zevk almaya başlar. İyi ya da kötü kendi kendisine şahit olmayı başaran tatmin vadisine adım atmış demektir. Bu fıtrî bir ihtiyaçtır. Her doğan “ben” demek ister, çünkü beşerde benlik esastır. Bize o benliği veren “sen” diye hitap ettiği günden bu yana bu böyledir; biz kendimizi ancak “ben” diyerek bilir, “ben” diyerek bir yere yerleştirebiliriz.

Benlik bilincimiz ilk defa mahiyetini bilemediğimiz bir zaman ve zeminde, mahiyetini bilemediğimiz yüce bir mecliste “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye soran o Zât’a verdiğimiz “evet, sen bizim Rabbimizsin” cevabı ile harekete geçmiştir. Burası bizi Yaratan Rabbimizle çok açık ve net bir şekilde “ben” ve “sen” ayrımına düş(ürül)düğümüz ilk yerdir. Bu, bir yönden iyidir bir yönden acıdır. O bize ilk defa burada “sen” demiştir; bu, acı ve dehşet verici bir şeydir, çünkü artık O’ndan ayrı düştüğümüzü, başka ve farklı bir mahiyete sahip olduğumuzu ilk defa burada görmüşüzdür. O, bize ilk defa burada “sen” demiştir; bu, muhteşem ve şerefli bir şeydir, çünkü O bizi muhatap almış, karşısına koymuş ve kıymet vermiştir. Biz O’na ilk defa burada “Sen” demişizdir; bu, acı ve dehşet verici bir şeydir, çünkü kendi benliğimizin farkına varmanın dehşetini bu şekilde yaşamış, O’ndan ayrı düştüğümüze ilk defa burada şahit olmuşuzdur. Biz O’na ilk defa burada “Sen” demişizdir; bu, muhteşem ve şerefli bir şeydir, çünkü O’nu hemen ilk anda ruhlarımızda tanımış, bilmiş ve hissetmişizdir. O’nunla mülakatımız, var olduğumuzu anladığımız, kendi farkımıza vardığımız acı ve ayrıcalıklı bir tecrübe ile neticelenmiştir. Şu dünya hayatındaki imtihanımız tam da bu tecrübe üzerine kurulmuştur. O kurguda ya ebedi mutluluğu kazanacağımız ya da ebedi felakete dûçar olacağımız nazik bir nokta vardır.

Taklitçiler, ruhlarındaki hakikatle henüz yüzleşememiş yani benliklerinin farkına vararak bir tezahür kaygısı içine girememişlerdir. Tahkike ermemiz, yani benliğimizin farkına vararak maliyetine katlandığımız bir seçim yapmamız için acı ve garip de olsa ilk şart “ben” demektir.

Her varlık kendini fark ettiği günden itibaren bir ispat kaygısı içine düşer. Bu kaygı doğru anlaşılır ve anlamlandırılırsa kısa zamanda doğum sancısına dönüşebilir, çünkü benliğin anlamını kavramak varlıklar hiyerarşisi içinde yerimizi anlamak demektir. Bu ise bizi yaratan Rabbimizi anlamaya götürür. “Ben” diyerek yanlış yollara sapmak ihtimal dâhilindedir şüphesiz. Nitekim bu şekilde çok sapan, sapıtan ve saptıran görülmüştür. Ama doğru yolun izini sürenler ancak “ben” kaygısına düşenlerin içinden çıkmıştır. Yollar –ki doğru yol da yolların içindedir- varlığının tezahürünün peşinden gidenlere açılır. Onlar kısa zamanda bir yol ayrımına varırlar. Bu ayırımda, seçmek ve tercih etmek söz konusu olur. Kendisinin farkına varan, seçmek, dolayısıyla tercihte bulunmak durumunda kalır. Her seçimin alternatif bir maliyeti vardır. Seçenler, sadece seçtikleri ile değil, seçmedikleri ile anlamlandırdıkları bir hayata yeniden doğarlar. Dolayısıyla yeni bir hayata doğmak, var olunan hayatın şartlarından, tercihleri doğrultusunda şekillenen bir hayata geçiş yapmaktır.

Dünyayı ve kendisini algıladığı günden itibaren seçim sancılı ve buhranlı seçimlerle yüz yüze gelmemişler, taklit ederek yaşamış kimselerdir. Taklitçiler, ruhlarındaki hakikatle henüz yüzleşememiş yani benliklerinin farkına vararak bir tezahür kaygısı içine girememişlerdir. Tahkike ermemiz, yani benliğimizin farkına vararak maliyetine katlandığımız bir seçim yapmamız için acı ve garip de olsa ilk şart “ben” demektir. Ben diyene iki yoldan birisini tercih etme fırsatı verilir: İlk yolda kendini merkez görüp, hayatı sonsuz bir hüsrana sürüklemek, ikinci yolda hiçliğini idrak edip hayatı sonsuz bir mutluluğa dönüştürmek vardır.

Yollar “ben” demeyene açılmaz. Çünkü benliğin farkına varmak, varlığımızın kaygısına düşmek demektir. Bu asil kaygı, bizi Yaratan ile mülâki olduğumuz o şerefli mecliste ruhlarımızda hissettiğimiz “O ve biz” ayrımının bir tezahürüdür. Kaygıdan kurtulmanın yolu önce kim ve ne olduğumuzu idrâktir. Bu idrâk, O’nu da idrak etmek anlamına gelecek bir kapı aralar, çünkü nefsini bilen Rabbini bilmiştir. Taklit, yolun başındakiler için iyi olabilir ama taklit ile yolun sonuna varılmaz, çünkü yol, itminan, rüşt ve zevk yoludur. Bu haller ise “ben”liğini fark edip, onunla bir şekilde hesaplaşanların işidir.

Zevk, itminan ve rüşt yoluna açılan ilk kapı önce kendini idraktir. Kendi kıymetini bilmeyenin kimse kıymetini bilmez. Kendi kıymetini bilenler, esas kıymetlinin yanında ne anlama geldiğini tez zamanda öğrenirler. Bu hiçliği fark etmek demek değildir; bu, hiçliği tüm zerreleri ile idrâk etmek, hatta zevk etmek demektir. Hiçliğini idrâk edip benliğinden geçenleri, zevk, itminan ve rüşt yolculuğuna sevk ederler. Onlar durmaksızın mesafe kat ettikleri bu yeni hayatta “takliden” değil “tahkikan” yaşarlar. “Ben” diyerek çıkılan ve “ben”den geçilmekle mesafe kat edilen bu yol bir zaman sonra “ben”in tekrar iade edildiği bir süreçle devam eder ki işte benlikle yeniden buluşulan bu an muhtemeldir ki “râh-ı tevhidde sırr-ı tefridi bulmak” anıdır.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Genç Dergisi, Sayı: 75