Beni Nadir Yahudilerinin Hain Planı
Bir-i Maune Hadisesi’nden sonra Beni Nadir Yahudilerinin Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e karşı gerçekleştirmek istediği haince plan.
Bi’r-i Maûne Vak’ası’ndan kurtulan Amr bin Ümeyye, Medîne’ye dönüş yolunda, kendilerine saldıran kabîleye mensup iki kişiyi uyurken bastırıp öldürdü. Hâlbuki onlar, Hazret-i Peygamber’in himâyesi altındaydılar. Medîne’yi ziyâretten dönüyorlardı. Bunun için diyet vermek gerekti. Daha evvel yapılmış olan muâhede îcâbı, diyetin bir kısmının Benî Nadîr tarafından ödenmesi gerektiği için Allâh Resûlü, bir grup sahâbî ile onların yurduna gitti.
YAHUDİLERİN PEYGAMBERİMİZE SUİKAST PLANI
Hazret-i Peygamber’in böyle az bir kişiyle yanlarına geldiğini gören Benî Nadîr Yahûdîleri, bu durumu kendileri için bulunmaz bir fırsat addederek Allâh Resûlü’ne suikast yapmayı plânladılar. Tazminâtın kendilerine düşen payını memnûniyetle vereceklerini ifâde edip parayı hazırlayana kadar Allâh Resûlü’nü bir evin gölgesinde oturmaya dâvet ettiler. Bu arada ikramda bulunacaklarını da ifâde ederek hızla düşündüklerini yapmak için harekete geçtiler. Âlemlerin Efendisi’nin üstüne, gölgesinde bulunduğu evin damından kocaman bir kaya parçası atıp -gûyâ- O’nun mübârek canına kıyacaklardı. O kavim, bu gibi cinâyetleri daha evvelki peygamberlerinden bâzılarına da yaptıklarından, bu hususta tecrübeliydiler.
Bu sırada Resûlullâh, birden bulunduğu yerden kalkarak hızla oradan uzaklaştı. Zîrâ Allâh Teâlâ, Resûlü’ne durumu bildirmişti. Cenâb-ı Hak, Resûlü’nü muhâfaza etmek sûretiyle mü’minlere olan ikrâmını şöyle hatırlatır:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın size olan nîmetini unutmayın! Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allâh onların ellerini sizden çekmişti. Allâh’tan korkun! Mü’min olanlar (bu hâdiseden ibret alıp) yalnızca Allâh’a güvensinler!” (el-Mâide, 11)
Suikastin Allâh Resûlü’ne yönelik olmasına rağmen, âyet-i kerîmedeki ifâdenin; “size el uzatmaya yeltenmişti” şeklinde vârid olması, Hazret-i Peygamber’in, mü’minlerin canı ve hayâtı mesâbesinde, hattâ daha kıymetli olduğu hakîkatine mebnîdir.
Bu suikast teşebbüsü üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin ihânetinden korkarsan, Sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allâh, hâinleri sevmez.” (el-Enfâl, 58)
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş ve Allâh’a tevekkül et! Çünkü O, işiten ve bilendir. Eğer Sana hîle yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allâh Sana kâfîdir. O, Sen’i yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir.” (el-Enfâl, 61-62)
Bunun üzerine Allâh Resûlü, Benî Nadîr’e elçi göndererek muâhedeyi yenilemeleri, aksi takdirde on gün içinde Medîne’den çıkıp gitmeleri husûsunda onları îkaz buyurdu. Ancak münâfıklar, bu arada boş durmayıp Medîne’yi terke hazırlanan Benî Nadîr’e el altından bir başka haber yolladılar. Kendilerine büyük bir kitle ile yardım edeceklerini, Medîne’yi aslâ terk etmemelerini söyleyerek onları kışkırttılar. Bu gizli mektuplaşmayı da Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle açığa vurdu:
“Münâfıkların, kitâb ehlinden inkâr eden dostlarına: «Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlakâ biz de sizinle berâber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye aslâ uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlakâ yardım ederiz!» dediklerini duymadın mı? Allâh onların yalancı olduklarına şehâdet eder.” (el-Haşr, 11)
Münâfıkların bu tahriklerine güvenen Yahûdîler, kendilerinde bir emniyet hissederek Allâh Resûlü’ne karşı çıktılar. Hâlbuki münâfıklar, va’dettikleri yardımı yapamayacaklardı. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle ifâde buyurdu:
“And olsun, eğer onlar çıkarılsalar, onlarla berâber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (el-Haşr, 12)
Çünkü münâfıklar, her ne kadar fitne ve fesatlarla arkalarından kuyu kazsalar da, mü’minlerden son derece korkuyorlardı. Bu hakîkati de Kur’ân-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:
“Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allâh’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar, anlayışsız bir topluluktur.” (el-Haşr, 13)
Benî Nadîr Yahûdîlerinin iyice haddi aştıklarını gören Allâh Resûlü, artık yapacak başka bir şey olmadığından, onların yurdunu muhâsara etti. Diğer Yahûdî kabîlesi Benî Kurayza da muâhedeyi bozarak Benî Nadîr’in yanında yer aldı.
Resûlullâh, Yahûdîlerin kapı ve evlerinin üzerine çıkarak savaştıklarını, yenilince de bunların arkasına saklandıklarını gördü. Bunun üzerine en yakınından başlayarak Yahûdî evlerinin birer birer yıkılmasını, hurma ağaçlarının bir kısmının da kesilmesini ve yakılmasını emretti. Yahûdîler:
“–Ey Muhammed! Sen fesattan nehyetmekte ve onu işleyenleri ayıplamakta idin. Şimdi ağaçları kesmek ve yakmak nasıl olur?” diyerek bağırdılar. Yahûdîlerin bu sözleri Müslümanlardan bâzılarını tereddüte ve endişeye düşürdü. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“Hurma ağaçlarından herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allâh’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (el-Haşr, 5) buyurarak mü’minlerin endişelerini giderdi. Böylece Yahûdîlerin hîlelerine karşı tedbir almaları gerektiğini de bildirdi.
Yaklaşık yirmi gün sonra Benî Nadîr kabîlesi, Resûlullâh’ın mükemmel harp taktiği ve münâfıklar tarafından va’dedilen yardımların gelmemesi netîcesinde teslîm oldu. Allâh Resûlü, Benî Nadîr’i Medîne’den sürgün etti, Benî Kurayza’yı ise yeni bir muâhedeyi kabûl ettikleri için yerlerinde bıraktı. Onlara ihsanda bulundu.
Benî Nadîr, yurtlarından çıkmadan önce sağlam kalan evlerini, Müslümanlara bırakmamak için kendi elleriyle yıktılar ve bir kısmı Hayber’e bir kısmı da Şam taraflarına göçtüler.
Allâh Teâlâ, bu gazvede mü’minlere olan nusret ve yardımını şu âyet-i kerîme ile beyân eder:
“Ehl-i kitâbdan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allâh’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allâh(ın azâbı), onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle harâb ediyorlardı. Ey akıl sâhipleri, ibret alın!” (el-Haşr, 2)
BENİ NADİR YAHUDİLERİ HAKKINDAKİ HÜKÜM
Benî Nadîr’den geride kalan mallara, silâh kullanılmadan elde edildiği için “fey” ismi verildi ve silâh kullanılarak kazanılan ganîmetlerden farklı bir hükme bağlandı:
“Allâh’ın (silâh kullanmadan fethedilen) ülkeler halkından Peygamber’ine verdiği ganîmetler; Allâh, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Bu, o malların, içinizden yalnız zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmaması içindir. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan sakının. Allâh’tan korkun. Çünkü Allâh’ın azâbı çetindir. Bir de hicret eden fakirlere âittir ki, onlar, yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allâh’ın lutuf ve rızâsını ararlar, Allâh’a ve Resûlü’ne yardım ederler. İşte sâdık olanlar, onlardır.” (el-Haşr, 7-8)
Âyet-i kerîmede Allâh hakkı olarak ayrılan fey, Kâbe ve diğer mescidlerin tâmirinde kullanılmak içindir. Hazret-i Peygamber ise, kendine düşen fey’i ashâbın yoksulları arasında dağıtmıştır. Fey’in bu şekilde taksîm edilmesinin hikmeti, -yukarıdaki âyet-i kerîmede de açıklandığı üzere- servetin sâdece belirli kesimlerin elinde toplanıp sâdece onlar arasında dolaşmasına mânî olmaktır. Çünkü İslâm’ın mâlî işlerdeki prensibi, insanların birbirleriyle yardımlaşmaları, ellerindeki nîmetlerden fakir ve zayıfları da istifâde ettirmeleridir. Böylece farklı kesimleri birbirine yaklaştıran âdil bir toplum kurulmuş olur ve bu toplumda diğerini istismâr eden bir zümre bulunamaz.
Bu sebeple Allâh Resûlü, Beni Nadîr’den alınan ganîmetleri Muhâcirlere taksîm etti, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermedi. Ganîmetin taksîminden önce Ensâr’a hitâb ederek:
“–Dilerseniz daha önce Muhâcirlere verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganîmetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganîmetin tamâmını onlara bırakırsınız.” buyurdu.
Bunun üzerine Ensâr şu muhteşem cevâbı verdiler:
“–Hem mallarımızdan ve evlerimizden verdiklerimizi geri almayız, hem de ganîmeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız.”
Ensâr-ı kirâm’ın sergilediği bu kâbına varılmaz kardeşlik manzarası, şu âyet-i kerîmenin nüzûl sebeplerinden biri oldu:
“Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik duymazlar; kendileri zarûret içinde olsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar...” (el-Haşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları