Bereket Dolu İklîm Üç Aylar’a Giriyoruz...
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, 19 Mart 2018 Pazartesi günü başlayacak olan “Üç Aylar”dan bahsediyor.
BEREKET DOLU İKLÎM ÜÇ AYLAR’A GİRİYORUZ...
Muhterem Kardeşlerimiz!
Rabbimiz’in kurduğu bu semâ takviminde 12 aydan bazıları diğerlerine, bâzılarına bir lûtuf olarak, ikrâm-ı ilâhî olarak üstün kılınmıştır. Receb ayı da onlardan biridir. Allah nasîb ederse pazar gecesi Receb ayının 1’ine, pazartesi günü de, gün olarak birinci güne girmiş oluyoruz.
Regâib, “şehrullâh; Allâh’ın ayı” olarak isimlendi.
Regâib, rağbet edilen şeylerdir. İnşâallah Cenâb-ı Hak okunan bu âyete bir rağbetimiz artar -inşâallah-. Cenâb-ı Hak… Bakara’dan okundu, 186. âyet. Burada Cenâb-ı Hak:
“Kullarım Ben’i sorduğu zaman, (Rasûlullah Efendimiz’e, söyle onlara) Ben çok yakınım. Bana duâ ettikleri vakit de duâ edenin dileğinin karşılığını veririm. O hâlde kullarım da Ben’im dâvetime uysunlar, Bana inansınlar ki doğruyu bulalar.”
Demek ki burada Cenâb-ı Hak bir îman istiyor, sarsılmaz… O Mekke devrindeki o ilk Müslümanlar gibi. Öyle bir îmân-ı kâmil istiyor.
Demek ki:
“Bana duâ ettikleri vakit onların duâlarını kabul ederim.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak; “Ben onlara çok yakınım.” diyor.
Cenâb-ı Hak, zaman-mekândan müstağnî. Zaman-mekân, bütün mahlûkâta âit. Cenâb-ı Hak, bütün ne kadar mevcudat varsa; insan, hayvan, ağaç, bitki, vs. melek, vs. cin, hepsinin aynı zamanda yanında. Mâzî, muzârî, hâl, hepsi düzlenmiş durumda. İdrak ötesi. İlâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları…
Her zaman Cenâb-ı Hak bizim, bütün mahlûkâtın yanında.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Demek ki kul, ilâhî huzurda olduğunun bir idrâki içinde yaşayacak. En zoru da bu…
Bu, zihnin verebileceği bir bilgi değil bu. Zihnen bu bilgiyi almak mümkün değil. Kitaplardan vesâireden bu bilgi elde edilmez. Bu bilgi, kendimizin kendimize vereceği bir, ancak elde edebiliriz.
Bu da 258 yerde “takvâ” geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Takvâ, Cenâb-ı Hakk’a yakınlık ölçüsüdür. Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun kalben idrak ve şuur hâline gelebilmesi.
Bu ancak büyük bir kalbin mesâisi sayesinde, zihnin mesâisi değil, kalbin mesâisi sayesinde.
“…Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.
“…Nereye gitseniz sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak insana lûtuflarını bildiriyor:
“…Göklerde ve yerde ne varsa insana âmâde kıldım. Düşünen bir toplum için...” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
“…Nîmetlerimi sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.
Bizi insan olarak halketti. En büyük peygambere ümmet kıldı. Bir bedelini ödeyebilmek mümkün değil.
Dünyevî işlerde bile, bulunduğumuz işin bir bedelini ödemenin bir gayreti içindeyiz. Demek ki bir sonsuzluk âlemine gireceğiz. En büyük lezzet, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Demek ki bu zor işi, bunu ancak kalp becerebilir. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istîdat kadar kalbi inkişâf ettirebilme.
Ondan sonra Fussilet Sûresi’nden okundu, 30. âyetin aşağısından. Orada da:
“Rabbim Allah’tır deyip…” (Fussilet, 30) Yani Allah rızâsı içinde, Allah rızâsının istikâmetinde bulunanlar için, istikâmette olanlar için…
Sonra, ikincisi, istikâmette olan. İstikâmet nedir, istikâmet? Rasûlullah Efendimiz’e Cenâb-ı Hak Yâsîn Sûresi’nde:
“Sen sırât-ı müstakîm üzerindesin.” buyuruyor. Yani her hâlimizi; ibadet, muâmelât, muâşeret, hak-hukuk, Allah Rasûlü’nün hâliyle mîzân etme durumundayız kendimizi.
Hayatı o tarz üzere olanların üzerine melekler iner buyuruyor Cenâb-ı Hak. İnsanın başından geçecek çok zor anlar vardır. Orada:
“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)
Birincisi:
Dünyanın son faslı, ölüm ânı, son nefes, orada iniyor:
“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)
En zor an, o. Ruh, bedeni terk ediyor yavaş yavaş. Artık bedenin fonksiyonu bitiyor. Beden artık tekrar geldiği yere dönüyor, toprağa dönecek.
İkincisi:
Kabre giriş. Yalnızlık… Bütün dünyadaki ne var ne yok, varlık, akraba, dost, evlât, hepsine büyük vedâ. Başka bir âleme giriyor kabirde. Kirâmen Kâtibîn, Münker Nekir vs. birçok hâdiselerle karşılaşacak. Garip bir yolculuk.
“…Orada melekler iner:
«Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Üçüncüsü:
Mezarlardan kalkış. Büyük bir infilâk, bütün kâinâtın infilâkı. Mezardan kalkış ânı. Hattâ o zaman bedenlere tekrar girilme. Dünyadaki kalbin nasıl, yüreğin nasılsa o şekilde bir beden sana biçilecek. O şekilde bir bedene girebilme. O da çok zor bir an. Yani bir kabir dünyasından bir âhiret dünyasına geçiş.
“…Orada da melekler:
«Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Yine melekler derler ki:
“Biz dünya hayatında sizinle beraberdik…” (Bkz. Fussilet, 31) derler. Yine beraberiz bundan sonraki safhalarda derler. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini bildirirler. (Bkz. Fussilet, 32)
Ondan sonra iki tane fârik meziyet bildirir Cenâb-ı Hak:
Biri, “kimin sözü daha güzeldir”… (Bkz. Fussilet, 33) Kimin sözü daha güzeldir? Kim oluyor bu? Kimler bunlar? Amel-i sâlih sahibi olanlar. Kur’ân ile, Sünnet ile Allâh’a davet edenler kulları. Sözleri amel-i sâlih, amel-i sâlih söz kalpten gelir, zihinden gelmez. İn’ikâs eder. Kur’ân ve Sünnet’le Allâh’a davet eden, “Ondan kimin sözü daha güzeldir?” buyuruyor. (Bkz. Fussilet, 33)
Demek ki biz insanlar arasından çıkan hayırlı bir ümmetiz Kur’ânî ifâdeyle. Mârufu emreder, münkerden nehyederler buyruluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 110)
Demek ki kendimizi inşâ edeceğiz, emr-i bi'l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunacağız.
Diğer bir ahlâka âit:
“İyilikle kötülük bir olmaz (buyuruyor Cenâb-ı Hak). Sen kötülüğü en güzel şekilde önle…” (Fussilet, 34) buyruluyor.
Demek ki vazifemiz, kötülüğü önlemek… Bana bunu yaptı, şunu yaptı, unutacaksın. Allah’tan af istiyor musun kıyâmet günü? “Yâ Rabbi, beni affeyle!” diyor musun? Sen de burada affetmenin şerefini elde edeceksin.
Cenâb-ı Hak soruyor:
“Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
Dâimâ kendimizi mîzân edeceğiz.
“…O sana o zaman candan dost olur düşman.” (Fussilet, 34) buyruluyor.
Fakat bu işin, bir zor iş olduğunu bildiriyor. Takvâ, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek, Kur’ân’la beraber olabilmek, Hakk’ın davetçisi olabilmek… Zor bir iş bunlar ve sabır isteyen işlerdir buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Fussilet, 35) Fakat mükâfâtı da çok büyük. Bunlar selâmla karşılanacak.
Yine Cenâb-ı Hak… Tabi dâimâ peşimizde şeytan var, iblis var. Tâ bu iblis, son nefese kadar devam edecek. Şeytan sizi ifsâd ettiği zaman “فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ” Cenâb-ı Hakk’a sığının buyuruyor. (Bkz. Fussilet, 35) Hemen Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacağız, “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيم” diyeceğiz, Cenâb-ı Hakk’a sığınacağız.
Şeytan musallat. Ondan kurtulmanın imkânı yok. Çünkü imtihan olarak geldik dünyaya. Meleklerde böyle bir şey yok.
Ondan sonra, üçüncü; Kāf Sûresi’nden okundu:
Burada Cenâb-ı Hak “nefsin fısıldadıklarını biliriz” buyuruyor. (Kāf, 16) Bir biz biliyoruz nefsimizin söylediklerini bir de Cenâb-ı Hak biliyor, başka kimse bilmiyor. Yani sekiz buçuk milyar insanın içinden geçenleri, fısıldananları, şeytanın fısıldadıklarını, bir o biliyor, bir de Cenâb-ı Hak biliyor.
Cenâb-ı Hak:
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) buyuruyor. Şah damarından daha yakınım buyuruyor.
Demek ki içimizi nasıl, niyetlerimizi nasıl temizleyeceğiz burada? En zoru da bu. Onun için duâ edeceğiz; “Yâ Rabbi” amel-i sâlihlerde bulunacağız, duâ edeceğiz. “Yâ Rabbi, hislerimizi rızâ-yı şerîfinle te’lif eyle. Beni kurtar yâ Rabbi, hislerimizin şerrinden kurtar!” diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edeceğiz.
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) buyruluyor.
Ondan sonra gelen âyetlerde Cenâb-ı Hak, bu, Cennet’in mü’minlere yaklaştırılacağını, Cenâb-ı Hak’la beraber olanlara, Allah’tan korkanlara, kalb-i münîb. Yani kalb-i münîb, o hakka teveccüh eden bir kalp, hakka doğru. Şer ve hayır o kalpte netleşmiş, dâimâ hayra gidiyor. Ateşten kaçar gibi şerden… Gözünün şerrinden, kulağının şerrinden, dilinin şerrinden, bütün şerlerden kaçıyor.
Zaten Cenâb-ı Hak bizi üç şeyle esas olarak Cennet’e davet ediyor.
Bir; kalb-i selîm: Rafine olmuş bir kalp, tertemiz. Nasıl çocuk doğduğu zaman tertemiz doğar, mâsum. İbadetlerle, muâmelâtla, kalp o hâle gelecek.
Kalb-i münîb: O hayır ve şer o kalpte netleşmiş, dâimâ o kalp hayra doğru gidiyor, hayır arıyor. Şerden, ateşten kaçar gibi kaçıyor.
Nefs-i mutmainne: Cenâb-ı Hak’la huzur bulmuş bir nefs. Çerçöp olmuş altındaki her şey, yok olmuş, çakıl taşına dönmüş. Bütün dünyevî servetler, makam-mevkî vs… Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın lezzetine kavuşmuş.
Orada devamlı imtihan var. رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (“…Sen Rabbinden râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28]) Allah’tan râzı oluyor değişen şartlar altında. Niçin, neden, vs. bu kalkıyor.
Velhâsıl insan mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. En nihâyet, öyle bir diriliş, bir bitmeyen bir gün başlayacak, bir ebediyet günü başlayacak. Tabi bu ebediyet gününe bir hazırlık burası…
Öbür taraftan bakarken âhirette; dünya nasıldı, zaman neydi, ömür neydi? Cenâb-ı Hak buyuruyor ki oradaki hâlimize:
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46])
Sanki bir akşamın loş vakti, güneş batarken, bir de sabahın o karanlığın kalktığı vakit. O kadar, iki tane kısa vakitle Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Şu dünyada ömür istiyoruz. Aman ömrüm uzun olsun, on sene, yirmi sene, otuz sene fazla yaşayayım… Kıyâmet günü onu biz düşünmeyeceğiz; “Aman keşke otuz sene fazla yaşasaydım”ı. Amellerim nasıl? Zerreler hesâba gelecek…
Velhâsıl Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- bize yine büyük bir lûtuf, lûtufları sonsuz. Hidâyetle gelmek. En zor ama, hidâyetle ölebilmek. Bir garanti yok. Sen hidâyetle öleceksin diye bir garanti yok kimseye. Peygamberler ve peygamberlerin gösterdiği kişiler hâriç.
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Sakın ha başka türlü ölmeyin, buyuruyor.
Demek ki bütün hazırlık, son nefes hazırlığına olacak, ilâhî yolculuğa olacak…