Berzah Hayatı Nedir?

VİDEOLAR

Berzah alemi ne demek? Berzah aleminde hayat nasıl olacak?

Berzah Hayatı Nedir?

Kabir hayatı, insanın ölümüyle başlayıp mahşerdeki dirilişine kadar devam edecek olan “Berzah Hayatı”nı ifâde etmektedir. Bu hakîkat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmektedir:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında; «–Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der. Hayır! Bu, onun ağzından çıkan (boş) bir lâftan ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, bu dünyaya dönmelerine mânî olan) bir berzah (perde) vardır.” (el-Mü’minûn, 99-100)

İNSANIN EN SON GİYSİSİ: KEFEN

İnsan, bu fânî dünyada nasıl ve ne kadar yaşarsa yaşasın, sayılı nefeslerini tükettikten sonra, mutlakâ diğer bir âlem olan kabrin yolcusu olacaktır. Bu yolculukta da yanında götürebildiği tek dünyâlık, sadece birkaç metre kefen bezidir.

Dolayısıyla fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere ve aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracaktır!.. Neticede insanın bedeni, kendisinden yaratıldığı toprağa geri dönecektir.

İnsanın bedeni, rûhuna bir kılıf mâhiyetindedir. Yeniden dirilişin gerçekleşeceği kıyâmet gününde, bu rûha yeni bir beden giydirilecektir. Bu bedenin keyfiyeti de, dünyada iken rûhun kazandığı mânevî seviyeye göre tezâhür edecektir.

Mevlânâ Hazretleri bu hakîkate işaretle şöyle der:

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini aşırı besleyen kimse, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere/ukbâ âlemine güçlü-kuvvetli gitsin!”

Son nefeste, nasıl ki ebedî hayatın saâdet mi, felâket mi olacağına dâir ilk emâreler görülmeye başlarsa, âhiret menzillerinin ilki olan kabir hayatı da bu hususta en mühim ikinci merhaleyi teşkil eder.

AHİRETİN İLK DURAĞI: KABİR

Nitekim Hazret-i Osman’ın âzatlı kölesi Hânî şöyle nakleder:

Hazret-i Osman, bir kabrin yanında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bir defasında kendisine:

“–Cennet ve Cehennem hatırlatılınca ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca niçin ağlıyorsun?” diye sordular. Hazret-i Osman şu mukâbelede bulundu:

“–Çünkü Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim:

«Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri, kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!»” (Tirmizî, Zühd, 5/2308; Ahmed, I, 63- 64)

KABİR ZİYARETİNDE NELER YAPILIR?

Kabirdeki meyyit, bir nevî denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Anasından, babasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için, dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevindirici olur.

Bu sebeple bir müʼmin kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli, mümkün olduğunca Kur’ân-ı Kerîm okumalı ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir. Nitekim Hak dostlarından Hâtem-i Esam Hazretleri:

“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni tefekkür etmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır.” buyurmuştur.[1]

Büyük İslâm âlimi Süfyan bin Uyeyne  Hazretleri de şöyle nakletmiştir:

“Ölülerin duâya olan ihtiyacı, dirilerin yiyeceğe ve içeceğe olan ihtiyacından daha fazladır.”[2]

ÖLÜYE HANGİ HAYIRLAR YAPILMALI?

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka verip infakta bulunmaktır.

ÖLÜLER İŞİTİR Mİ?

Nitekim Ehl-i Sünnet inancına göre, ölen bir kimse, işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifâde eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet görür ve üzülür. Yani insan, bedeniyle ölür, rûhuyla değil.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bazı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Yine Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde bizlere şöyle seslenmektedir:

“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!”[3]

Yani ümmeti olarak bizlerin yaptığı her amel, Peygamber Efendimiz’e arz edilmektedir. Gönderdiğimiz her selâm, kendilerine ulaştırılmaktadır.[4]

ÖLÜLERİN DUASI

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, yaptığımız amellerin âhirete irtihâl etmiş olan hidâyet ehli yakınlarımıza da arz edileceği şöyle haber verilmektedir:

“Sizin amelleriniz, akrabalarınızdan ve kabilenizden vefât edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 129/3887)

Velhâsıl kabir, fânî ömrünü nefsânî arzularının peşinde ziyan edenlerin büyük mahrûmiyet ve meşakkatlerinin başladığı ilk noktadır. Buna mukâbil, ömürlerini Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde geçirenlerin de sonsuz bahtiyarlığının başladığı ilk merhaledir.

RAHATA ERMİŞ YA DA KENDİSİNDEN KURTULUNMUŞ KİMSE

Bir gün Efendimiz’in önünden bir cenâze geçmişti. Efendimiz, etrafındaki ashâbına -cenâzeyi kastederek-:

“–Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş!” buyurdular. Bunu anlamayan bazı kimseler:

“–Ey Allâh’ın Elçisi, «rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş» ifâdesinden kastınız nedir?” diye sordular. Allah Resûlü

“–Mü’min bir kul, (vefâtıyla) dünyanın meşakkatinden ve sıkıntılarından (kurtulup) Allâh’ın rahmetine kavuşarak rahatlar. Fâcir (yani günahkâr ve fitneci) bir kul(un ölümü sebebiyle de) insanlar, beldeler, bitkiler ve hayvanlar (onun şerrinden kurtularak) rahata ererler.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 42)

KABİR SORUSU

Bu cihan dershânesinde kulluk imtihanına tâbî tutulan her insan, sayılı nefeslerini tamamladıktan sonra gireceği kabrinde, muhakkak sorguya çekilecektir. Kabre girmeyip ateşte yanmış, suda boğulmuş veya sahrâda kurt-kuş yemiş kişiler dahî, berzah âlemine ulaşıp sorgu-suâlden geçecektir.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’min, kabrinde (hesâba çekilmek üzere) oturtulduğunda, ona melekler gelir. Sonra o mü’min, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder. İşte bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın şu kavl-i şerîfinde bahsedilen durumdur:

«Allah Teâlâ sağlam sözle îmân edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah Teâlâ saptırır. Allah dilediğini yapar!» (İbrahim, 27) (Buhârî, Cenâiz 87, Tefsîr 14/2)

Hazret-i Osman’ın rivâyetine göre, Resûlullah Efendimiz bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durmuş ve şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinizin bağışlanmasını isteyiniz ve Allah’tan ona muvaffakıyet dileyiniz. Çünkü o, şu anda sorgulanmaktadır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 69)

İnsan, kendisi için meçhul olan konularda dâimâ büyük bir tedirginlik ve endişe içindedir. Bu endişelerin gönüllerde nüksettiği hususlardan biri de, hiç şüphesiz ki kabir hayatıdır. Zira insan, toprak altı mâcerâsına vâkıf değildir. Ancak Peygamber Efendimiz; “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur.”[5] olacağını ifâde buyurduğu kabir hakkında, tafsîlatlı bilgiler de vermiştir. Nitekim Hazret-i Esma şöyle der:

“Resûlullah bir defasında hutbe îrâdına başlamış ve kişinin kabirde görüp geçireceği sorgu ve sualleri anlatmıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz kabir ahvâlini böyle tafsîlâtıyla anlatınca Müslümanlardan müthiş bir feryat yükseldi ve hep birden yüksek sesle ağlamaya başladılar.” (Buhârî, Cenâiz, 87)

Şu nebevî ifâdeler de, Peygamber Efendimiz’in kabir ahvâline dâir tafsîlat verdiği hadîs-i şerîfler cümlesindendir:

Hazret-i Enes’in naklettiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kul kabrine konulup, yakınları da arkalarını dönüp gidince (ki bu esnâda kabirdeki cenâze, dönüp giden insanların ayak seslerini işitir) yanına iki melek gelir. Onu oturtup:

«–Muhammed diye bilinen O zât hakkında ne diyordun?» diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya:

«–Şehâdet ederim ki O, Allâh’ın kulu ve Resûl’üdür!» diye cevap verir. Ona:

«–Cehennem’deki yerine bak! Allah orayı senin için Cennet’teki bir mekân ile değiştirdi.» denilir. (Adam bakar ve) her ikisini de görür. Hazret-i Katâde der ki:

“Bize nakledildiğine göre; ona kabri yetmiş zirâ‘[6] genişletilir ve ter ü tâze nîmetlerle doldurulur. Yeniden dirilinceye kadar, böyle lûtuf ve ihsanlar içinde bulunur.”[7]]

Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin suâline):

«–Bilmiyorum. İnsanlar ne diyorsa ben de onlar gibi söylüyordum!» diyerek cevap verir. Kendisine:

«–Öğrenmedin, anlamadın, bir bilenin peşinden de gitmedin!» denilir.

Sonra kulaklarının arasına demirden bir çekiç ile vurulur. Bu darbenin acısıyla öyle bir çığlık atar ki, sesini (insan ve cinlerden ibâret olan) iki âlem hâricinde, etrafındaki her şey işitir.” (Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 78/3231; Nesâi, Cenâiz, 110; Tirmizî, Cenâiz, 70/1071)

Diğer bir rivâyette, gelen bu iki meleğin renklerinin simsiyah, gözlerinin gök mavisi, isimlerinin de Münker ve Nekîr olduğu ifâde buyrulmuştur.

KABİRDE SORULACAK SORULAR

Yine bir başka hadîs-i şerîfte de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Meyyit mezara konulur. Sâlih bir zât ise kabrinde endişesiz ve korkusuz bir şekilde oturtulur ve:

«–Sen hangi dinde idin?» diye sorulur. O:

«–Ben İslâm dîninde idim.» diye cevap verir. Sonra:

«‒Şu zât kimdir?» diye (Resûlullah hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O da:

«–Muhammed, Allâh’ın Resûlü’dür. O, bize Allah katından apaçık deliller getirdi. Biz de O’nu tasdik ettik.» diye cevap verir. Daha sonra:

«–Sen Allah Teâlâ’yı gördün mü?» diye sorulur. O da:

«–Hiç kimse Allah Teâlâ’yı (dünyada) göremez!» diye cevap verir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Ölü ona bakarak Cehennem alevlerinin (şiddetli hararet ve sıkışıklık sebebiyle) birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–Allah Teâlâ’nın seni koruduğu ateşe bak!» denilir.

Sonra onun için Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetleri­ne bakmaya başlar. Kendisine:

«–İşte bu güzel yer, senin makâmındır.» denildikten sonra:

«–Sen (dünyada) yakînî îmân üzere idin, bu sağlam îmân üzere öldün ve (kıyâmet günü) inşâallah bu îmân üzere diriltileceksin.» denilir.[8]

Kötü kişi de dehşet ve korku içinde mezarında oturtulur ve ken­disine:

«–Sen hangi dinde idin?» diye sorulur.

«–Bilmiyorum.» diye cevap verir. Sonra:

«–Şu zât kimdir?» diye (Resûlullah hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O da:

«–İnsanlar O’nun hakkında bir şeyler söylüyorlardı, ben de onu söyledim.» der. (Yani dînî konularla pek alâkası olmadığını, kalabalığa uyup insanları körü körüne taklit ettiğini dile getirir.)

Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetlerine bakmaya başlar. Kendisine:

«–(Îmân etmediğin için) Allâh’ın senden uzaklaştırdığı Cennet’e bak!» denilir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Oraya bakar, alevlerin birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–İşte bu, senin yerindir. (İslâm hakkında) şüphe üzere yaşadın, şüphe üzere öldün ve inşâallâh, (kıyâmet gününde) şüphe üzere diriltileceksin!» denilir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 32. Ayrıca bkz. Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70)

ÖLEN KİŞİ GİDECEĞİ YERİ GÖRÜR MÜ?

Diğer bir hadîs-i şerîfte de, vefât eden kimseye, şayet Cennet ehlinden ise Cennet ehlinin makamlarından bir makam, Cehennem ehlinden ise Cehennem’in hücrelerinden birinin gösterileceği ve kendisine şöyle denileceği haber verilmiştir:

“Burası senin (müstakbel ve ebedî) durağındır. Kıyâmet günü Allah seni buraya gönderecektir.” (Buhârî, Cenâiz 90)

“…Yeniden diriltilip oraya varıncaya kadar bu şekilde makâmı kendisine gösterilir.” (Buhârî, Rikāk, 42)

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanların kabirlerinde îman imtihanına tâbî tutulacağını ve kendilerine bazı sualler sorulacağını haber vermiş ve;

“Bana, sizin kabirde Deccâl fitnesi gibi (veya) ona yakın büyüklükte bir imtihana tâbî tutulacağınız vahyedildi.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Vudû’, 37)

Bu hadîs-i şerîfiyle Efendimiz, kabir suallerinin şiddet ve dehşetine dikkat çekmişlerdir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CENAZE DUASI

Vâsile ibnü’l-Eskda şöyle nakletmektedir:

Resûlullah, bize Müslümanlardan birinin cenâze namazını kıldırmıştı. Sonrasında Efendimiz’in şöyle duâ ettiğini duydum:

“Allâh’ım! Falan oğlu falan Sana emanettir ve Sen’in himayen altındadır. Artık onu kabir fitnesinden ve Cehennem azâbından koru. Sen sözünde duran ve hamde lâyık olansın.

Allâh’ım! Onu bağışla ve ona rahmet et. Şüphesiz bağışlayan ve merhamet eden Sen’sin...” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 56; İbn-i Mâce, Cenâiz, 23)

İBADET NEDEN EDİLİR?

Bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine nâil olması ne büyük bir saâdettir. Nitekim dostlarından biri Mâruf-i Kerhî Hazretlerine:

“–Ey Mâruf! Seni bu derece ibadete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût etti. Arkadaşı ısrar ederek:

“–Ölümü hatırlamak mı?” dedi.

Mâruf-i Kerhî:

“–Ölüm dediğin nedir ki?” sözleriyle cevap verdi.

“–Kabir ve âlem-i berzahı düşünmek mi?”

“–Kabir dediğin nedir ki?”

Arkadaşı yine ısrar ederek:

“–Cehennem korkusu veya Cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mâruf-i Kerhî Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bunlar da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sahip olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allah ile aranda bir mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden seni kurtarır!”[9]

KABİR AZABI

Duyu organları ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen, ancak vahiy yoluyla sâbit olan gaybî mevzulardan biri de “kabir azâbı”dır. Kabir azâbı; Allâh’ın emirlerine uymayan insanın ölümünden kıyâmete kadar geçecek olan bekleme safhasında göreceği azaptır. Bazı hadîs-i şerîflerde bu azaptan, “kabir fitnesi” tâbiriyle de bahsolunmaktadır.

Nitekim Sa‘d ibn-i Ebî Vakkas’ın rivâyetine göre Resûlullah Efendimiz namazlardan sonra şu duâyı okuyarak Allâh’a sığınmışlardır:

“Allâh’ım! Korkaklıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Erzel-i ömürden (ihtiyarlık bunamasından) Sana sığınırım. Dünya fitnesinden Sana sığınırım. Kabir fitnesinden Sana sığınırım.” (Buhârî, Cihâd 25, Deavât 37, 41, 44)

Kabir azâbıyla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…O zâlimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara; «Haydi canlarınızı kurtarın! Allâh’a karşı doğru olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirmenizden ötürü, bugün aşağılayıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız!» derken onların hâlini bir görsen!” (el-Enʻâm, 93)

“O zâlimlere, âhiret azâbından evvel başka bir azap daha vardır; lâkin pek çoğu bilmez.” (et-Tûr, 47)

“Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medîne halkından birtakım münâfıklar vardır ki, münâfıklıkta mahâret kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, Biz biliriz onları. Onlara iki kez azâb edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azâba itileceklerdir.” (et-Tevbe, 101)

Ehl-i sünnet âlimlerine göre; Firavun ve taraftarlarının sabah-akşam ateşe arz edileceğini, kıyâmet gününde de en şiddetli azâba mâruz bırakılacaklarını[10] ve Nuh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını[11] bildiren âyet-i kerîmeler, kabir azâbına âit delillerdendir.

Hadîs-i şerîflerde de; gıybet ve dedikodu yapmanın,[12] ölüye ağıtlar yakarak ağlamanın,[13] borçlu olarak ölmenin,[14] yalan söylemek, zinâ etmek, fâiz yemek ve içki içmek[15] gibi haram fiillerin, kabir azâbına sebep olduğu bildirilmektedir.

Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyurmuştur:

Resûlullah Efendimiz’in, namaz kılıp da kabir azâbından Allâh’a sığınmadığını hiç görmedim.” (Buhârî, Cenâiz, 87)

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Cuhayfe, Berâ bin Âzib ve Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle buyurmuşlardır:

“Bir gün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Güneş battıktan sonra (Medîne hâricine) çıkmıştı. Bir ses işitti ve:

«‒Yahudîler, kabirlerinde azap görüyorlar.»” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Cennet, 69)

Burada şöyle bir sual akla gelebilir:

“Biz kabrinde azap gören bir ölüde hiçbir iz ve emâre görmüyoruz! Meselâ o kabrinde nasıl oturtuluyor, kendisine nasıl suâl soruluyor ve bazılarına demirden bir çekiçle nasıl azap ediliyor?”

Buna cevâben denilebilir ki:

“Bu aslâ imkânsız değildir. Zira dünyada da bunun bir benzeri vardır. Nitekim uyuyan kişi, rüyasında gördüğü şeylere göre lezzet veya elem duyar ama yanındaki kimse onun yaşadığı bu elem ve lezzetten hiçbir şey hissetmez. Aynı şekilde uyanık olan bir kişi, işittiği bir söz veya içinden geçen bir düşünce sebebiyle heyecan yahut üzüntü duyar ama yanındaki arkadaşı bunu müşâhede edemez.”[16]

ALLAH’A SIĞININ

Zeyd bin Sâbit anlatıyor:

Resûlullah Efendimiz Neccâroğulları’na ait bir bahçede bulunuyordu. Katırının üzerindeydi. Biz de yanındaydık. Katır âniden ürktü, neredeyse Efendimiz’i sırtından yere atacaktı. Bir de baktık ki önümüzde altı, beş veya dört tane kabir var.

Allah Resûlü:

«‒Bu kabirlerin sahiplerini kim biliyor?» diye sordular. Orada bulunan sahâbîlerden biri:

«‒Ben biliyorum!» deyince, Efendimiz:

«‒Ne zaman öldü onlar?» diye suâl ettiler. Sahâbî:

«‒Şirk devrinde öldüler.» dedi. Efendimiz:

«‒Bu ümmet, kabirlerinde iptilâya mâruz kalacak (hesap ve azap görecek)! Birbirinizi defnetmeyeceğinizden korkmasaydım, işitmekte olduğum kabir azâbını size de duyurması için Allâh’a duâ ederdim!» buyurdular. Sonra mübârek yüzüyle bize dönüp:

«‒Cehennem azâbından Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Cehennem azâbından Allâh’a sığınırız!” dediler. Allah Resûlü:

«‒Kabir azâbından Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Kabir azâbından Allâh’a sığınırız!» dediler. Allah Resûlü:

«‒Fitnelerin açığından ve gizlisinden Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Fitnelerin açığından ve gizlisinden Allâh’a sığınırız!» dediler. Allah Resûlü:

«‒Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«‒Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığınırız!» dediler.” (Müslim, Cennet, 67)

KABİR AZABINA NEDEN OLAN İKİ GÜNAH

İbn-i Abbâs şöyle anlatır:

Resûlullah Efendimiz Medîne-i Münevvere’nin bahçelerinden birinden çıktığı esnâda, kabirlerinde azap gören iki kişinin sesini işitti. Bunun üzerine:

«Bu ikisi, kendilerince büyük olmayan birer günah sebebiyle azap görüyorlar. Aslında günahları gerçekten büyük idi. Biri idrarından sakınmaz, diğeri de söz taşır, dedikodu yapardı.» buyurdular.

Sonra yaş bir hurma dalı istediler. Onu iki parçaya ayırıp, birini bir kabrin, diğerini de öbür kabrin başına diktiler ve:

«Kurumadıkları müddetçe azaplarının hafifletilmesi umulur.» buyurdular.” (Buhârî, Edeb 49, Vudû 55-56, Cenâiz 82)[17]

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ’nın buyurduğu gibi:

“Ey kabir! Dışın ne kadar sessiz, fakat için ne dehşet verici korkularla dolu!..”

KABİR ÖLÜYÜ NEDEN SIKAR?

Câbir bin Abdullah anlatıyor:

Saʻd bin Muâz vefât ettiğinde Resûlullah ile beraber gittik. Peygamber Efendimiz cenâze namazını kıldırdıktan sonra Saʻd kabrine kondu ve üzeri toprakla örtülüp düzeltildi. Bundan sonra Resûlullah tesbihatta bulundu. Biz de O’nunla birlikte uzun müddet tesbihatta bulunduk. Sonra tekbir getirdi. Biz de tekbir getirdik. Daha sonra:

«‒Yâ Resûlâllah! Niçin tesbih ettiniz ve tekbir getirdiniz?» diye sorulunca:

«‒Allah ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı!» cevâbını verdiler.” (Ahmed, III, 360, 377)

İbn-i Abbas da şöyle nakleder:

Saʻd bin Muâz defnedildiği gün Peygamber Efendimiz onun kabri başında otururken şöyle buyurdular:

«Kabrin fitnesinden veya suâlinden kurtulacak biri olsaydı, Saʻd bin Muâz kurtulurdu. Ancak kabir onu önce sıktı, sonra da Allah Teâlâ ona genişlik lûtfeyledi».” (Taberânî, el-Muʻcemu’l-Kebîr, X, 334; Heysemî, III, 46)

KABİR AZABINA NEDEN OLAN GÜNAHLAR

Hangi günahın, kabirde kişiyi nasıl bir azâba dûçâr edeceğini beyân eden bir hadîs-i şerîfi, Semüre bin Cündeb şöyle rivâyet etmektedir:

Resûlullah Efendimiz ashâbına:

“Rüyâ göreniniz var mı?” diye sorup, “gördüm” diyenin rüyâsını, Allâh’ın dilediği şekilde tâbir ederlerdi. Bir sabah bize şöyle buyurdular:

“Bu gece rüyamda iki kişi (Cebrâîl ile Mîkâîl) gelerek beni kaldırdılar ve; «Haydi gidiyoruz.» dediler. Ben de onlarla beraber gittim. Yanı üzerine yatmış bir adamın yanına vardık. Başka biri de elinde kocaman bir kaya ile onun başında duruyordu. Kayayı, yatan adamın kafasına vurup eziyor, taş bir tarafa yuvarlanınca arkasından gidiyor ve taşı alıp getiriyordu. O gelinceye kadar diğerinin kafası da iyileşerek eski hâline geliyordu. Adam, önce yaptığını aynen tekrarlayarak yerde yatanın başını her defasında ezip duruyordu. Meleklere:

«–Sübhânallâh! Bunların hâli nedir?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Derken sırt üstü yatmış bir adamın yanına vardık. Başucunda da, elinde demir çengel bulunan bir başkası duruyordu. Bu adam, yatan kişinin bir tarafına geçip elindeki çengelle avurdunu, burnunu ve gözünü tâ ensesine kadar yarıyor, sonra öbür tarafına geçip orasını da aynı şekilde parçalıyordu. Bir tarafını parçalarken diğer tarafı eski hâline geliyor, adam da sürekli aynı şekilde parçalamaya devam ediyordu. Ben:

«–Sübhânallah! Bu hâl nedir?» dedim.

«–Hiç sorma, devam et!» dediler. Yürüdük. Fırın gibi bir yapıya vardık. Orada ne söylenildiği anlaşılamayan çığlıklar, feryatlar birbirine karışıyordu. O yapının içinde çıplak bir sürü erkek ve kadınların bulunduğunu anladık. Altlarından alevler yükseldikçe, onlar çığlık atıyor, feryat koparıyorlardı.

Ben:

«–Bunlara ne oluyor?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Nihayet kandan bir nehre vardık. Nehrin içinde yüzen bir adam, kıyısında da yanına birçok taş yığmış başka bir adam vardı. Nehirdeki adam çıkmak isteyince, kıyıdaki onun ağzına bir taş atıyor ve onu yerine geri çeviriyordu. Çıkmak için kenara her gelişinde aynı şeyi yapıyor, ağzına taş atıyor, o da geri dönüyordu. Ben, yanımdaki iki kişiye:

«–Bu ikisinin hâli nedir?» dedim.

«–Hiç sorma, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Çirkin bir adamın -gördüğünüz insanların en çirkini de diyebilirsiniz- yanına vardık. Adam, sürekli ateş yakıyor ve ateşin etrafında dolanıp duruyordu. Ben:

«–Bu adam kim?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. İçinde baharın bütün çiçeklerinin bulunduğu geniş ve yemyeşil bir bahçeye vardık. Bahçenin ortasında gayet uzun boylu bir adam vardı. O kadar ki, göğe uzanan başını neredeyse göremeyecektim. Adamın etrafında, hayatımda hiç görmediğim kadar çok çocuk bulunuyordu. Ben:

«–Bu adam ve bu çocuklar kimlerdir?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Gide gide büyük bir ağaçlığa vardık ki, ben onun gibi güzel ve geniş bir ağaçlık görmüş değilim. Beni götürenler; «Gir oraya!» dediler. Birlikte girdik ve bir tuğlası altın, bir tuğlası gümüşten örülmüş bir şehirle karşılaştık. Şehrin kapısına varıp açılmasını istedik. Kapı açıldı, içeri girdik. Bizi, vücutlarının yarısı bugüne kadar gördüklerinizin en güzeli, diğer tarafı da bugüne kadar gördüklerinizin en çirkini birtakım adamlar karşıladı. Yanımdaki iki kişi onlara:

«–Gidip şu nehre girin!» dediler. Bir de ne göreyim; suyu süt gibi bembeyaz, enine doğru akan bir nehir. Adamlar gidip nehre girdiler sonra çıkıp yanımıza geldiler. Çirkinlikleri tamamen gitmiş, hepsi de son derece güzelleşmişti.

Beni götüren iki kişi:

«–Burası Adn Cenneti’dir, şurası da Sen’in konağındır.» dediler. Başımı kaldırıp baktım, bir de ne göreyim; beyaz buluta benzeyen bir köşk.

«–İşte burası Sen’indir.» dediler. Ben onlara:

«–Allah size büyük hayırlar ihsân eylesin, bırakınız da oraya gireyim.» dedim.

«–Hayır, şimdi değil! Sen oraya daha sonra gireceksin.» dediler. Bunun üzerine ben:

«–Bu gece boyunca hayret verici şeyler gördüm. Gördüklerimin mânâsı nedir?» dedim. Onlar da:

«–Anlatalım.» dediler:

«–İlk önce yanına vardığın, kafası taşla ezilen adam var ya; o, Kur’ân’ı öğrendiği hâlde terk eden ve uyuyarak farz namazın (bilhassa sabah namazının) vaktini geçiren kimsedir.

Avurdu, burnu ve gözleri demir çengelle yarılan adam, evinden çıkıp etrafa yalanlar yayan kişidir.

(Diğer rivâyette şöyle buyrulur:

«O bir yalancı idi, dünyada devamlı yalan söylerdi. Onun yaydığı yalanlar âfâkı sarardı. İşte bu yalancı, kıyâmet gününe kadar bu şekilde azap görecektir.»)

Fırın içindeki çıplak erkek ve kadınlar, zinâ eden erkek ve kadınlardır.

Nehirde yüzüp yüzüp de taş yutan adam, fâiz yiyen kişidir.

Yanındaki ateşi sürekli yakarak etrafında dolaşıp duran çirkin görünüşlü kişi, Cehennem bekçisi Mâlik’tir.

Bahçedeki uzun boylu adam, Hazret-i İbrahim’dir. Etrafındaki çocuklar da İslâm fıtratı üzere ölen küçük yavrulardır.»”

Müslümanlardan biri:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, müşrik çocukları da bunlara dâhil mi?” diye sordu. Resûlullah:

“–Müşriklerin çocukları da dâhildir.” buyurdu ve devam etti:

“–Vücutlarının yarısı güzel, yarısı çirkin olan adamlara gelince; bunlar, sâlih amellerin yanında kötü işler de yapan kimselerdir. (Ancak) Allah onları affetmiştir.” (Buhârî, Ta‘bîr 48, Cenâiz 93, Teheccüd 12, Büyû‘ 2, Cihâd 4, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 8, Tefsir 9/15, Edeb 69; Tirmizî, Rü’yâ, 10/2295)

Yani Allah Teâlâ, günahkâr kullarından dilediklerini affederek onlara azâb etmez veya bir müddet sonra azaplarını sona erdirebilir. Ancak Müslüman, hiçbir zaman affedileceğinden emîn olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberler dışında kimseye garanti vermemiştir. Bu sebeple kul, dâimâ tevbe ve istiğfar hâlinde bulunup günahlardan uzaklaşmaya ve sâlih amellerle hayır işlerine koşmaya gayret etmelidir.

ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ HAZRETLERİNİ HÜZÜNLENDİREN DÜŞÜNCE

Meymûn bin Mihran anlatıyor:

Ömer bin Abdülazîz Hazretleri ile bir mezarlığa doğru gittik. Mezarları görünce hüzünlendi. Sonra bana dönerek:

“–Ey Meymûn! Bunlar atalarımın mezarlarıdır. Sanki dünyaya hiç karışmamışlar gibidir. Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi.” dedi.

Ardından da nemli gözlerle bir mezara bakarak:

“–Vallâhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha büyük bir nîmete kavuşmuş bir kimse düşünemiyorum.” dedi. (İhyâ, IV, 868)

KABİR AZABINDAN KURTULMAK İÇİN NE YAPMALI?

Resûlullah Efendimiz, duâlarında:

“Yâ Rabbi! Kabir azâbından, Cehennem azâbından, hayatın ve ölümün iptilâlarından ve kör Deccâl’in fitnesine uğramaktan Sana sığınırım!”[18] buyurmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş ve ümmeti olarak bizlere de bu dört husustan Allâh’a sığınmamızı tavsiye buyurmuşlardır.

Zira kabir âleminde herkes, yanında sadece bu dünyada yapmış olduğu amelleri bulacaktır. Bu sebeple kötü ameller, kişi için büyük bir zillet; sâlih ameller ise sahibi için güzel bir dost ve muhâfızdır.

Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İnsan kabre girdiğinde -mü’min ise- namaz, oruç gibi amelleri etrafını sarar. Melek, namazın olduğu taraftan gelmek istediğinde namaz onu geri çevirir; orucun tarafından geldiğinde oruç onu geri çevirir. Melek uzaktan seslenerek; «Kalk!» der. O da yattığı yerden kalkıp oturur…

Kabirdeki, fâcir veya kâfir biri ise melek yanına gelir. Ölü ile (azap) meleği arasında, (azap) meleğini engelleyecek (ibadet ve sâlih amellerden herhangi) bir şey yoktur…” (Ahmed, VI, 352. Krş. Heysemî, III, 51-52)

“Kişi kabre konulduğunda (azap meleği) gelir. Baş tarafından gelirse, onu Kur’ân tilâveti uzaklaştırır. Elleri tarafından gelirse, zekât ve sadakası uzaklaştırır. Ayak tarafından gelirse, câmilere yürümesi onu uzaklaştırır. Sabır da kenarda büyük bir kalkandır. Melek; «Eğer bir boşluk bulsaydım, ölünün yanına varırdım!» der.” (Heysemî, III, 52)

KABİR AZABINDAN KORUYAN SURE

Yine “Mülk Sûresi”ni çokça okuyanların da kabir azâbından kurtulacakları beyan edilmiştir. Zira Efendimiz:

“O Mânia’dır.” buyurmuş, yani kabir azâbını men edeceğini, kişiyi kabir azâbından koruyacağını haber vermiştir.[19]

Hazret-i Câbir şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz;

«الۤمۤ . تَنْز۪يلُ» (Secde) ve «تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُ» sûrelerini okumadan uyumazlardı.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân [Sevâbu’l-Kur’ân], 9/2892)

Tâbiîn nesli ulemâsından Tâvûs bin Keysan Hazretleri şöyle der:

“Bu iki sûre, Kur’ân’ın diğer sûrelerinin her birinden 70 hasene daha üstündür.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân [Sevâbu’l-Kur’ân], 9/2892)

Bununla birlikte ölüm hastalığında çokça İhlâs Sûresi’ni okumanın, kişiyi kabir azâbından kurtaracağı da nakledilmektedir.[20]

KABİR NİMETLERİ

Fânî dünya hayatını, Allâh’ın emirleri istikâmetinde yaşayarak ebedî saâdet sermayesi hâline getirebilen sâlih mü’minler, kabirde Allah Teâlâ’nın bildiği ve dilediği şekilde nîmetler içinde bulunacaklardır.

Nitekim Atâ el-Horasânî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın kuluna en fazla merhamet ettiği vakit, kabre konup yakınlarının kendisinden ayrıldığı andır.” (Kurtubî, Tezkire, s. 345)

Mü’minin kabrinde nâil olacağı nîmetler hususunda şunları zikretmek mümkündür:

Mü’minin kabri genişletilir, nîmetlerle doldurulur ve orası Cennet bahçelerinden bir bahçe hâline getirilir. Mü’mine Cennet’teki makâmı gösterilir. Peygamberler ve şehitler ise hemen Cennet rızıklarıyla merzuk olmaya başlarlar.

Allah Resûlü, peygamberlerin kabirlerinde canlı olup orada namaz kıldıklarını haber vermişlerdir.[21] İsrâ ve Mîrac esnâsında Hazret-i Mûsâ (a.s.), Hazret-i Îsâ  (a.s.) ve Hazret-i İbrahim’i (a.s.) namaz kılarken gördüğünü, namaz vakti gelince peygamberlere imam olup cemaatle namaz kıldırdığını beyan buyurmuşlardır. (Bkz. Müslim, Îmân, 278)

Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Nebîler, kabirlerinde canlıdırlar, orada namaz kılmaktadırlar.” (Heysemî, VIII, 211)

“İsrâ gecesi kızıl kum tepesinin yanında bulunan Hazret-i Mûsâ’ya uğradım. O, kabrinde kalkmış namaz kılıyordu.” (Müslim, Fedâil, 164)

Mü’minlerden de bu lûtfa mazhar olan kişiler vardır. Nitekim Şeyban bin Cisr, babasından şöyle nakleder:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederek söyleyeyim ki; (Hazret-i Enes’e 40 sene talebelik yapmış olan) Sâbit el-Bünânî’yi kabrine ben koymuştum. Yanımda Humeyd et-Tavîl veya başka biri de vardı. Kabrin üstünü tuğlayla örmüştük. O esnada bir tuğla düşüverdi. Bir de ne göreyim; Sâbit, kabrinde namaz kılıyordu. Yanımdakine:

«‒Baksana!» dedim. O da:

«‒Sus!» dedi.

Kabrini düzeltip işimizi bitirince Sâbit’in kızına gittik:

«‒Baban hayatta en çok hangi ameli işlerdi?» diye sorduk:

«‒Ne gördünüz?» dedi. Gördüklerimizi anlattık. Bunun üzerine Sâbit’in kızı şunları söyledi:

«‒Babam elli senedir gece kalkıp teheccüd namazı kılar. Seher vakti olunca duâ eder, bu esnâda da şunları söylerdi:

Allâh’ım! Kullarından birine kabirde namaz kılma imkânı bahşettiysen, bunu bana da ihsân eyle!..»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 319; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, III, 263)

Vefât eden bir kimsenin artık herhangi bir mükellefiyeti kalmadığı hâlde, peygamberlerin ve bazı sâlih kulların kıldıkları bu namaz, Allâh’a ibadet aşkından kaynaklanan ve mânevî bir zevkle edâ edilen bir namazdır.

Yine muhtelif hadislerde bildirildiğine göre Allah Resûlü bazı peygamberlerin telbiye getirerek hacca geldiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştür.[22]

Kabir nîmetlerinin bir diğeri de, hayatta iken Kur’ân ile meşgûliyetin bir neticesi olarak tecellî edecektir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî şöyle buyurur:

“Kim Kur’ân’ı okur da (samimiyetle istediği hâlde) ezberleyemeden vefât ederse, ona bir melek gelerek kabrinde öğretir ve o kul, Allâh’ın huzûruna Kur’ân’ı ezberlemiş olarak çıkar.”[23]

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle der:

“Bana ulaşan habere göre, bir mü’min (çok arzu ettiği hâlde) Kur’ân’ı ezberleyemeden vefât ederse, hafaza meleklerine emredilir de Kur’ân’ı ona kabrinde öğretirler. Böylece kıyâmet günü Allah Teâlâ onu Kur’ân ehli ile birlikte haşreder.”[24]

Rivâyet edildiğine göre, seher vakti Sâbit el-Bünânî’nin kabrinin yanından geçenler, oradan Kur’ân kıraati işitmişlerdir.[25]

KABİR AZABI NASIL YAŞANACAK?

Burada şunu da ifâde etmeliyiz ki; kabir hayatında yaşanacak azâbı veya tadılacak nîmetleri, insanın bedeniyle mi yoksa rûhuyla mı hissedeceği hususunda ihtilâf edilmiştir.

Selefiyye âlimleri, kabir hayatının mâhiyet ve keyfiyetini tam olarak tavsif etmenin mümkün olmadığını söylerken, bunlardan bazıları kabir hayatının sadece bedenle, bazıları da sadece ruhla yaşanacağını ifâde etmişlerdir.

İbn-i Hazm ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye, kabir âleminde azap veya nîmeti idrâk edecek olanın, yalnız ruh olduğunu savunmuştur.

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre, kabirdeki suâl, azap ve nîmet, hem rûha hem de bedene yöneliktir. Zira bazı hadîs-i şerîflerde, suâl esnâsında rûhun bedene iâde edileceği bildirilmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23)

Eş‘arî ve Mâtürîdî âlimlerinin çoğunluğu; ölünün cesedinde, azâbın acısını veya nîmetin lezzetini hissedecek kadar bir hayatın yaratılacağını söyleyerek rûhun cesede aynen iâde edileceğini ifâde etmekten çekinmiş ve kabirdeki ölünün hayatına dâir kat’î bir şey bilinemeyeceğini kaydetmişlerdir. Ceset üzerinde azap veya nîmetin tezâhürlerini göremeyişin sebebi ise, maddî duyulara kabir âlemini idrâk etme kâbiliyetinin verilmemiş olmasıdır.

Yani kabir hayatının mâhiyeti, ancak yaşandığı zaman hakka’l-yakîn mertebesinde, yani tam ve kâmil mânâsıyla idrâk edilebilir. Kur’ân ve Sünnet’teki ona dâir beyanlar, dünyevî intibâlarla düşünebilen beşer idrâkinin kavrayışına göre bir mâlûmat vermektedir. Onun aslî hakîkatini kavramak, beşerin mahdut akıl ve idrâkinin ötesindedir. Zâten mü’minin vazifesi, kabir hayatının keyfiyetini araştırmak değil, ona hazırlıkla meşgul olmaktır. Tıpkı;

“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye soran bir sahâbîye Resûlullah Efendimiz’in;

“–Sen kıyâmet için ne hazırladın?” suâliyle karşılık vermesi gibi.[26]

Demek ki mü’minin vazifesi de; kabir ve âhiret hayatının mes’ûl olmadığı tarafıyla oyalanmak yerine, asıl kendisini alâkadar eden hazırlıklarıyla meşgul olmaktır.

Nasıl ki insan, dünyaya gelene kadar hayat şartları birbirinden farklı âlemlerden geçmişse, vefâtıyla birlikte yine bambaşka şartları hâiz bir âleme doğacaktır. Âhiret de kabre göre belki çok farklı şartlara sahip bir âlem olacaktır. Yahut Rabbimiz bize, geçtiğimiz her âlemde farklı farklı hâssalar, yani his ve idrak kâbiliyetleri verecektir.

Velhâsıl beşerî ilim ve idrâkin hudutlarını aşan bu gibi meselelerde;

“لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ : Gaybı ancak Allah bilir” ve,

“اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ : Doğrusunu en iyi Allah bilir.” diyerek, sözü sükûtun sonsuzluğuna havâle etmek, en münâsip yoldur.

KABİRDE CESEDİ ÇÜRÜMEYENLER

Cenâb-ı Hak, insanı topraktan yaratmış[27] ve onu ömrü boyunca topraktan çıkan gıdâlarla besleyip büyütmüştür. Vefât edince de insan yine toprağa dönecektir:

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. (Tâhâ, 55)

Bu hakîkat göstermektedir ki, insanın bedeni, dünyada yaşadığı safhalarla ve kendi zâtî durumuyla fânîliğe mahkûmdur. Maddî yapısının aslı toprak olduğu için de, insanın bedeni kabirde tekrar toprağa dönüşecek, yani aslına rücû edecektir.

Lâkin Cenâb-ı Hak, müstesnâ bir ikram olarak berzah hayatı boyunca bazı kullarının cesetlerini çürütmeyecek, ter ü tâze muhâfaza edecektir. Bunların başında da peygamberler gelmektedir.

Nitekim Evs bin Evs’ten rivâyet edildiğine göre Resûlullah Efendimiz:

“–Günlerinizin en fazîletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz. Zira sizin salât ü selâmlarınız bana arz edilir.” buyurunca, ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlâllah! Vefât ettiğin ve Sen’den hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız Sana nasıl arz edilir?” diye hayretle sordular.

Bunun üzerine Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine olan husûsî ikramını şöyle ifâde buyurdular:

“–Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047, Vitir 26; Bkz. Nesâî, Cuma, 5)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır:

“‒Evet, vefâtımdan sonra da salât ü selâmlarınız bana ulaştırılır! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)

Peygamberlerin bedenlerinin bozulmadan muhâfaza edildiğine dâir birtakım canlı müşâhedeler de olmuştur. Nitekim yakın tarihimizde Diyarbakır Ovası’nın mühim bir kısmını sulayan Dicle Barajı inşâ edilirken, türbeleri su altında kalacağı için Hazret-i Elyesa (a.s.) ile onun halefi ve amcazâdesi olan Hazret-i  Zülkifl’in (a.s.) kabirleri nakledilmiştir. Nakil esnâsında bu iki peygamberin -rivâyete göre 3.200 yıllık- kabirleri açılmış, naaşları alınıp yakınlarda bulunan bir tepede yaptırılan yeni mezarlarına taşınmıştır. Nakl-i kubûr hâdisesini gerçekleştirenlerin canlı şâhitlikleriyle de sâbit olduğu üzere, her iki peygamberin cesetlerinin de diriymiş gibi durmakta olduğu görülmüştür.[28]

KİMLERİN BEDENİ ÇÜRÜMEZ?

Toprağın bedenlerini çürütmediği diğer bir grup da Allah için şehît olan kimselerdir. Nitekim bugün dahî muhtelif yerlerde kabrinde sapasağlam duran şehit bedenlerine rastlanmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Allah yolunda öldürülen (şehid)leri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lûtuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan (şehit kardeşlerine) de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 169-170)

Hiç şüphesiz ki peygamberlerin diriliği, şehitlerdeki diriliğe kıyasla çok daha üstündür.

Peygamberler ve şehitlerin dışında, gönlü Allah ve Resûlü’nün aşk ve muhabbetiyle dolu, ömrü boyunca haram ve şüpheli şeylerden kaçınarak dâimâ helâl lokmayla beslenen ve takvâ üzere Allâh’a güzel bir kulluk sergileyen sâlihlerin cesetlerinin de toprakta çürümediği, hem naklî delillerle, hem de canlı şahitliklerle sabittir. Bunun asr-ı saâdette yaşanmış birkaç misâli şöyledir:

Hazret-i Âişe’nin odasının duvarı, Velid bin Abdülmelik zamanında Efendimiz ve arkadaşlarının kabirleri üzerine yıkılmıştı. Duvarı tekrar inşâ etmeye başladılar. O esnâda bir ayak ortaya çıktı. Herkes dehşete düştü ve korktu. Onu Resûlullah Efendimiz’in mübarek ayağı zannettiler. Bunu bilen birini de bulamadılar.

Urve bin Zübeyr oraya gelip:

“–Hayır, vallâhi bu Resûlullah’ın mübarek ayağı değildir, bu ancak Hazret-i Ömer’in ayağıdır.” dedi. (Buhârî, Cenâiz, 96)

UHUD SAVAŞININ İLK ŞEHİDİ

Câbir bin Abdullah şöyle nakleder:

“Uhud Harbi’nden önceki gece, babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî’nin sahâbîlerinden ilk şehît edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Resûlullah hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde! Kardeşlerine dâimâ iyi davran!» dedi.

Sabahleyin babam ilk şehît düşen kişi oldu. Bir başka şehît ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim.

Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, bütün vücudu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

İşte sâlih bir îmân ehlinin müstesnâ hâli!..

BEDENİ ÇÜRÜMEYEN UHUD ŞEHİTLERİ

Yine Uhud şehitlerinden Amr bin Cemûh ile Ab­dullah bin Amr aynı kabre konulmuşlardı. Lâkin kabirlerinin bulunduğu yer tam da sel sularının geçtiği noktaya gelmekteydi. Bu sebeple kabir yerlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Kabirleri açıldı. Sanki daha dün vefât etmişler gibi cesetlerinin hiç değişmemiş olduğu görüldü!

Hattâ birisi şehit olmadan evvel yaralanınca, elini yarasının üzerine koy­muş ve öylece defnedilmişti. Elini yarasından alıp yanına uzattılar, ama eli yine aynı yerine geldi. Uhud Harbi ile kabirlerinin açılışı arasında tam kırk al­tı sene vardı. (Muvatta’, Cihâd, 49)

Şehidlerin cesetleri yumuşacıktı ve kaldırıldıklarında, canlı insan gibi bedenleri eğilip bükülüyordu, yani kaskatı kesilmemişti. Bu esnâda bir şehidin ayağına yanlışlıkla bir kürek dokunmuştu da, hemen oradan kan akmaya başlamıştı. (Abdü’r-Razzâk, Musannef, III, 547)

SALİH KULLARIN CESETLERİ ÇÜRÜR MÜ?

Hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu istikâmette yaşamış bulunan sâlih kulların cesetlerinin kabirlerinde çürümediğine dâir yakın tarihimizden bir misal de Adanalı, istikâmet ehli, hâfız bir müezzin efendidir. Allah dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu g Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarureti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede eden biri olarak nakletmişlerdir.

Bu hâdise ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olan hakikî hâfızların dünya ve âhirette pek çok ilâhî lûtuf ve ikramlara nâil olacağının da bir işaretidir.

İBRET VE HİKMET DOLU HADİSE

Yine Emin Saraç Hocaefendi, Medîne-i Münevvere eşrâfından olan Abdülkâdir Bekli’den, oranın Mahkeme-i Şer’iyye Sicilleri’ne de geçen, ibret ve hikmet dolu bir hâdiseyi şöyle nakleder:

Bir hac mevsimidir. Medîne’de gâyet güzel bir hat ile yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm, müzâyedeye çıkarılır. Muhtelif memleketlerden gelen hacılar, onun nefis hattını hayranlıkla seyredip tekliflerini bildirirler. O esnâda merakla Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşan bir Türk hacı, mushafın hattını görünce, hayretler içerisinde haykırır:

“–Bu, merhum babamın yazdığı Kur’ân-ı Kerîm!..”

Ardından:

“–Fakat biz, onu vasiyeti îcâbı olarak kabrine koymuştuk!” der.

Sonra da bu muammâyı çözmeye çalışır. Meselenin ilgili kimselere intikâli neticesinde şu mâlûmat ortaya çıkar:

Medîne-i Münevvere’deki Cennetü’l-Bakî Kabristanı’nda yer olmaması münâsebetiyle bazı kabirlere aradan belli bir müddet geçtikten sonra yeni cenâzeler defnedilmektedir. Yine böyle bir vesîleyle eski kabirlerden biri açıldığında, orada taptaze bir cesede ve üzerinde de bu Kur’ân-ı Kerîm’e rastlanır. Herkes hayrette kalır. Vazifeliler de bu pek mükemmel bir sûrette yazılmış olan Kur’ân-ı Kerîm nüshasını kabirden alırlar. Yaptıkları istişâre neticesinde de onu müzâyedeye çıkarıp elde edilecek meblağı ümmet-i Muhammed’in istifâdesi için beytülmâle koymaya karar verirler.

Öğrendikleri karşısında gözleri yaşaran Türk hacı, bu ibretli hâdisenin evveliyâtını da kendisi tamamlar:

“Babam bir Osmanlı hattatıydı. Her sene bir Kur’ân-ı Kerîm nüshası yazar ve geçimini öyle tedârik ederdi. Fakat bunun yanında, ayrıyeten büyük bir îtinâ ile yazmakta olduğu bir mushaf vardı. O kadar güzeldi ki, bakmaya doyulmazdı. Babam onu hiç acele etmeden, âdeta bütün mahâretini ortaya koyarak, târifsiz bir zevk ve iştiyâk içinde yazardı. Sabırla geçen uzun bir zamanın ardından, nihâyet ortaya müthiş bir şâheser çıktı. Buna muvaffak olan babam, büyük bir şükür ve sürur hissiyâtı içinde bizleri topladı ve:

«–Evlâtlarım! Ben bu Kur’ân-ı Kerîm’i âhirette bana şefaatçi olsun diye yazdım. Size vasiyetim şudur ki; ben öldükten sonra onu güzel bir şekilde sararak göğsümün üzerine koyasınız!» dedi.

Bizler de vefât ettiği zaman onun bu vasiyetini yerine getirdik.

İşte beni şaşırttığı nisbette sevindiren asıl muammâ, babamın bu Mushaf-ı Şerîf ile İstanbul’da defnedilmiş olmasına rağmen, yıllar sonra kendisine mübârek topraklarda ve mübârek bir kabristanda rastlanmış olmasıdır!”

ÖLÜNÜN ARDINDAN YAPILACAK AMELLER

Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, mü’minler kardeştir.[29] Bu kardeşliğin, mü’minlere yüklediği mühim vecîbelerden biri de, vefât eden din kardeşlerine karşı son vazifelerini îfâ etmektir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ahsen-i takvîm üzere yaratıp tekrîm ettiği, mahlûkâtın en şereflisi kıldığı insanı, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde, edep ve îtinâ ile yıkayıp kefenleyerek en güzel bir şekilde defnini gerçekleştirmektir.

  • Müslümanın Müslüman Üzerindeki Hakkı

Nitekim Resûlullah Efendimiz hadîs-i şerîflerinde, Müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarına şöyle dikkat çekmişlerdir:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

Selâm almak, hasta ziyaret etmek, cenâzenin arkasından yürüyüp (namazını kılmak ve defniyle meşgul olmak), davete icâbet etmek ve aksırana «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ : Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4)

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır:

Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırdığında Allâh’a hamd ederse, «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ» de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenâzesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5)

1- Techîz, Tekfîn ve Teşyî[30]

Vefât eden din kardeşimizin cenâze namazını kılmak ve onu kabre defnetmek farz-ı kifâye,[31] diğer hizmetler ise sünnet ve müstehab[32] kılınmıştır. Şayet bu vazifeler ihmâl edilirse, bütün bölge halkı farzı terk etmiş sayılarak günahkâr olur.

Resûlullah Efendimiz, cenâzenin techîzine dâimâ ihtimam göstermişler, bu vazifeyi yapan kimselerden de ölüyü güzelce yıkayıp kokulayarak kefenlemelerini istemişlerdir. Bu vazifenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış Cennet elbiseleri giydirir. Kabir kazıp ölüyü defnedene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştirmiş gibi ecir verir.” (Hâkim, I, 506/1307)

Bir kimsenin tekfîni esnâsında dikkat edilmesi gereken bir husus da, insanın hayatta iken rahatsızlık duyacağı şeyleri vefât etmiş kişiye de edeben yapmamaktır. Meselâ meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır.

Bunun yanında cenâzenin techîz ve tekfîni, israf ve cimriliğe kaçmadan, vasat bir şekilde yapılmalıdır.

Hazret-i Câbir şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resûlullah Efendimiz bir hutbe îrâd ettiler. Hutbede, ashâbından vefât etmiş ve kifâyetsiz bir kefene sarılıp geceleyin defnedilmiş bir zâttan bahsettiler. Sonra üzerine namaz kılınabilmesi için, mecbur kalınmadıkça cenâzenin geceleyin gömülmesini yasakladılar. Daha sonra da şöyle buyurdular:

«Biriniz kardeşini kefenlediği zaman, kefenini güzel yapsın!» (Müslim, Cenâiz, 49; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 29-30/3148; Nesâî, Cenâiz, 37)

Yine Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Beyaz renk elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, temiz ve daha hoş görünümlüdür. Ölülerinizi de beyaz kefene sarınız!” (Tirmizî, Edeb, 46/2810)

Ayrıca Peygamber Efendimiz, cenâzenin fazla bekletilmeyip bir an evvel defnedilmesi hususunda şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Cenâzeyi süratli taşıyın. Eğer o iyi biriyse, bu onun için bir hayırdır; onu bir an evvel kabirdeki hayır ve sevâbına kavuşturmuş olursunuz. İyi biri değilse, bu da bir şerdir; onu çabucak omuzlarınızdan atmış olursunuz.” (Buhârî, Cenâiz, 51; Müslim, Cenâiz, 50, 51)

Resûlullah Efendimiz’in bu husustaki tâlimâtına rağmen, bazı yerlerde cenâze namazına yetişebilmek adına mevtânın bekletildiği görülmektedir. Hâlbuki aslolan, mevtâyı kesinlikle bekletmeyip hemen defnetmektir. Zira cenâze namazı, daha evvel ifâde ettiğimiz gibi, farz-ı kifâyedir. Hazır bulunan cemaat namazı kılar, yetişemeyenler de geldiklerinde, isterlerse kendileri yeniden kılabilirler.[33] Ayrıca gelemeyenlerin, bulundukları yerde gıyâbî cenâze namazı kılmaları da mümkündür.

Ancak cenâzenin otopsi vb. zaruret sebebiyle bekletilmesi gerekiyorsa, o zaman morga konulabilir. Lâkin zaruret olmadan morga veya soğuk depolara koymak, cenâzeye eziyet hükmüne girer.

  • Kabrin Başına Taş Koymak Caiz Midir?

Kabrin başına taş koymak, yerini belli etmek câizdir. Muttalib bin Ebî Vedâa şöyle anlatır:

Osman bin Maz’ûn vefât ettiği zaman, cenâzesi Medîne’den dışarı çıkarıldı ve gömüldü. Osman, muhâcirlerden ilk vefât eden kimse idi. Resûlullah Efendimiz, bir adama Osman için bir kaya (getirerek mezar yerini belli etmesini) emrettiler. Adam (bir taş aldı, fakat) taşımaya güç yetiremedi. Resûlullah bizzat gidip kollarını sıvadılar (taşı kendileri aldılar).”

Râvî der ki:

“Sanki ben, kollarını sıvadığı sırada Resûlullâh’ın o mübârek kollarının beyazlığını görür gibiyim.

Sonra kayayı getirip Osman’ın baş tarafına koydular ve:

«–Bununla, kardeşimin kabrini tanır ve bulurum. Ailemden ölenleri de bunun yanına gömerim.» buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 57-59/3206. Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 42)

  • Kabir Ziyaretinde Ağlamak Doğru Mu?

Peygamber Efendimiz Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken Ebvâ’ya uğramışlardı:

“‒Şüphesiz Allah Teâlâ Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etmesi için izin verdi!” buyurdular.

Sonra yanına varıp kabri güzelce düzelttiler ve yanında ağladılar. Resûlullah ağladığı için Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığı sorulduğunda ise şöyle buyurdular:

“‒Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” (İbn-i Sa‘d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108)

  • Kabir Nasıl Olmalı?

Kabri düzgün yapmak; İslâm’ın emrettiği, işini sağlam ve nezâketle yapma esâsının bir gereğidir.

Nitekim oğlu İbrahim’in kabri örtüldüğü zaman Resûlullah kabrin yanında bir taş kadar yerin düzgün olmadığını gördüler. Bir taraftan orayı mübârek elleriyle düzeltirken bir yandan da şöyle buyuruyorlardı:

“Sizden biriniz, bir iş yaptığı zaman, onu sağlam yapsın! Çünkü böyle yapmak, acıya uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141-142)

Diğer rivâyete göre Resûlullah Efendimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin kenarındaydılar. Lâhitte bir açıklık gördüler. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdiler ve şöyle buyurdular:

“‒Bunun ölüye ne zararı ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrur ve memnun eder!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 142, 143; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 451)

Toprağı sağlamlaştırmak için kabrin üzerine su serpmekte bir beis yoktur. Oğlu İbrahim gömüldüğü zaman, Resûlullah Efendimiz:

“‒Bir kırba su getirecek kimse var mı?” diye sordular.

Ensârdan bir zât hemen bir kırba su getirdi. Resûlullah o zâta:

“‒Onu İbrahim’in kabrinin üzerine serp!” buyurdular. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141)

Resûlullah, bir taş getirilmesini emrettiler. Taş, Hazret-i İbrahim’in kabrinin başına dikildi.[34] Kabrinin üzerine ilk defa su serpilen de, o oldu.[35]

  • Mezarlığa Ağaç Dikmek Veya Çiçek Ekmek Günah Mı?

Kabrin uygun bir yerine ağaç dikmek ve etrafını yeşillendirmek de güzel görülmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Resûl-i Ek­rem Efen­di­miz, iki kab­rin ya­nın­dan ge­çer­ken o kabirlerde bulunanların azap gördüğünü haber vermişlerdi. Sonra da yaş bir hur­ma da­lı is­temiş, o dalı iki­ye ayır­ıp bun­la­rı ka­bir­le­rin ba­şı­na bi­rer bi­rer dik­mişler ve:

“Ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe on­la­rın azâ­bı­nı ha­fif­let­me­le­ri umu­lur.” buyurmuşlardı. (Müs­lim, Ta­hâ­ret, 111)[36]

Mü­fes­sir, muhaddis ve fıkıh âlimi olan İmâm Kur­tu­bî, bu ha­dîs-i şe­rî­fin îzâhında şöyle demektedir:

“Hadîste geçen, «ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe» ifâdesi, o dal­la­rın yaş kal­dık­la­rı müd­det­çe tes­bih et­tik­le­ri­ne işa­ret et­mek­te­dir. Ni­te­kim âlim­le­ri­miz şöy­le de­miş­ler­dir:

«Ka­bir­le­re ağaç dik­mek­ten ve ora­da Kur’ân-ı Ke­rîm oku­mak­tan ora­da­ki mevtâ isti­fâ­de eder. Bir ağaç dik­mek bi­le ölü­le­rin azâ­bı­nı ha­fif­le­tir­se, bir mü’mi­nin Kur’ân oku­ma­sın­dan kim bi­lir ne ka­dar is­ti­fâ­de eder­ler? Ölü­ye he­di­ye edi­len şe­yin se­vâ­bı da ken­di­si­ne ula­şır.»” (Kur­tu­bî, X, 267)

  • Kabir Üzerine Basmak Ve Oturmak Günah Mıdır?

Kabirlerin üzerine basmak ve oturmak mekruhtur. Bu hususta Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Birinizin kor üzerine oturup elbisesini yakması, oradan da ateşin bedenine ulaşması, kendisi için bir kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” (Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Nesâî, Cenâiz, 105)

Yine bu mevzuyla ilgili olarak Hazret-i Câbir de, Resûlullah Efendimiz’in kabirlerin kireçlenmesini, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladığını nakletmiştir.[37]

Ayrıca ölüyü kabre defnettikten sonra “telkin”de bulunma hususunda ihtilâf edilmiş, bunu yapmanın güzel olacağını söyleyenler olmuştur. Nitekim “Ölülerinize Yâsîn okuyunuz.”[38] hadîs-i şerîfi de hem ölümden önce hem de ölümden sonra Yâsîn Sûresi’ni sık sık okuma tavsiyesi olarak anlaşılmaktadır.

2- Borçlarını Ödemek

Müslüman, dâimâ ihsan şuuruyla, yani ilâhî kameraların altında bulunduğunun idrâki içinde yaşayan ve Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna borçlu olarak çıkmaya korkan insandır.

Şayet bir kimse, borcunu ödeyemeden ölmüşse, akrabaları o kimsenin vasiyetini yerine getirmeden ve mîrâsını taksim etmeden önce, evvelâ onun bütün borçlarını ödemeye çalışmalıdır. Zira hadîs-i şerîflerde borcu ödenmediği müddetçe şehîdin bile Cennet’e giremeyeceği bildirilmektedir.[39]

Yine bir hadîs-i şerîflerinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’minin rûhu, ödeninceye kadar borcuna bağlı kalır.” (Tirmizî, Cenâiz, 74. Bkz. İbn-i Mâce, Sadakât, 12)

Yani bir nevî mahpustur, değerli makamına gidemez. Ayrıca kurtulacak mı yoksa helâk mı olacak, bu hususta hüküm verilmez. Bu sebeple endişe içinde bekleyişi devam eder.

  • Ölen Kişinin Borcu Ne Olur?

Ebû Hüreyre şöyle nakleder:

Resûlullah Efendimiz’e, üzerinde borç bulunan bir cenâze getirildiği zaman:

«–Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?» diye sorarlardı.

Eğer borcunu ödemek için yeterli mal bıraktığı söylenir (veya Müslümanlardan biri borcu tamamen ödeyeceğine dâir kuvvetlice söz verirse[40]) namazını kılarlardı. Aksi takdirde Müslümanlara:

«–Arkadaşınızın namazını siz kılın!»” buyururlardı.

Ancak zamanla Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’in maddî imkânlarını genişletince, borcunu ödeyecek malı olmayan mü’minlerin de (borçlarını ödeyerek) namazını kıldılar.[41] Bundan sonra artık şöyle buyuruyorlardı:

“Ben her mü’mine, mutlakâ, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun:

«O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır/yakındır...»[42]

Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin; ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).”[43] (Buhârî, Tefsîr 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)

  • Ölen Kimsenin Borcunu Ödeyin!

Sa‘d bin Atval anlatıyor:

“Kardeşim vefât etmiş ve üç yüz dirhem mal ile bakıma muhtaç çoluk-çocuk bırakmıştı. Bıraktığı parayı ailesine harcamak istiyordum. Resûlullah:

«–Kardeşin borcu sebebiyle hapsedilmiş durumda, borcunu ödeyiver!» buyurdular. Ben:

«–Yâ Resûlâllah! Ben onun borçlarını ödedim. Sadece bir kadının iddia edip delil getiremediği iki dinar kaldı.» dedim.

Resûl-i Ekrem Efendimiz:

«–O kadına iddia ettiği iki dinarı ver. Çünkü kadın hakîkati söylemektedir.» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Sadakāt, 20)

Yine Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde kıyâmet gününe borçlu bir hâlde çıkılmaması hususunda mü’minleri şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa, kendisine zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48)

3- Vasiyetlerini Yerine Getirmek

Techîz, tekfîn ve borçların ödenmesinden sonra, kalan malın “üçte biri” ile ölen kimsenin vasiyetleri yerine getirilir; geri kalanı ise vârislerine taksim edilir.

Nitekim Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olan Sa‘d bin Ebî Vakkâs şöyle nakletmiştir:

“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık esnâsında Resûlullah ziyaretime geldi. O’na:

«–Yâ Resûlâllah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mîrasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?» diye sordum.

Hazret-i Peygamber:

«–Hayır!» dedi.

«–Yarısını dağıtayım mı?» dedim. Yine:

«–Hayır!» dedi.

«–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlâllah?» diye sordum.

«–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok. Mîrasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.» buyurdu.

Sa‘d bin Ebî Vakkâs sözüne devamla dedi ki:

«–Yâ Resûlâllah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)» diye sordum.

«–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.

Allâh’ım! Ashâbımın (Mekke’den Medîne’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan Sa‘d ibn-i Havle’dir!» buyurdu.

Bu sözleriyle Resûlullah, Sa‘d bin Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüklerini ifâde ettiler.” (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekāt 1, Merdâ 16, Deavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet, 5)

4- Duâ ve İstiğfar

Vefât eden bir Müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Hangi Müslümanın cenâzesinde Allâh’a şirk koşmamış kırk kişi hazır bulunup namazını kılarsa, Allah, onların vefât eden kimse hakkındaki şefaatini mutlakâ kabul eder.” müjdesini vermişlerdir. (Müslim, Cenâiz, 59)

Burada zikredilen “kırk” rakamı, kalabalık insan topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır. Zira bir başka hadîs-i şerîfte bu sayı için “yüz” rakamı zikredilirken,[44] diğer bir rivâyette de üç saflık bir cemaatin bulunması yeterli görülmektedir.[45] Hattâ bu son rivâyeti nakleden Mâlik bin Hübeyre, bir Müslümanın cenâzesine katılanları az gördüğünde, duyduğu hadîse uygun olarak hemen onları üç saf hâline getirirdi.

  • Ölünün Arkasından Konuşmak

Bunun yanında, Müslümanların hüsn-i şehâdetine nâil olabilmek de vefât eden kimse için büyük bir mazhariyettir. Zira Hazret-i Enes şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:

«–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.

Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Yâ Resûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu. Peygamber Efendimiz:

“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)

  • Cenaze Namazını Kılmanın Sevabı

Din kardeşinin cenâzesine katılarak onun namazını kılmak ve onunla beraber kabre kadar gitmek, mü’mine büyük sevap kazandırır.

Nitekim Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim, sevâbına inanarak ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bir Müslümanın cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse, her biri Uhud Dağı kadar olan iki kırat[46] sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnedilmeden önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” (Buhârî, Îman, 35)

Bir gün Abdullah bin Ömer, Sa‘d bin Ebî Vakkâs ile otururken yanlarına Habbâb bin Eret gelir ve:

“–Abdullah! Baksana Ebû Hüreyre ne diyor!” diye bu hadîsi nakleder.

Bunun üzerine Hazret-i Abdullah, Habbâb’ı, bu hadîsi araştırmak için Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e göndererek; “Bunu ondan sorup gel!” der.

Habbâb gidince Abdullah yerden bir avuç çakıl taşı alır; sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başlar. Bir müddet sonra Habbâb, Hazret-i Âişe’nin;

“Ebû Hüreyre doğru söylüyor; ben de Resûlullâh’ın öyle buyurduğunu işittim.” dediğini haber verir.

Bu sefer, vaktinde değerlendiremediği sevap fırsatlarına hayıflanan Abdullah bin Ömer, elindeki taşları yere fırlatır ve:

“–Desene biz çok kırat kaçırdık!” diye teessürünü ifâde eder. (Müslim, Cenâiz, 56)

Burada vaad edilen sevâbın miktar ve ölçüsü, -Allâhu a‘lem- kesin bir sınır tâyin etmekten ziyâde, cenâze teşyîinin fazîletini beyân etmek için olmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak, yapılan amellere, kalplerdeki niyet ve samimiyetin seviyesine göre ecir lûtfeder.

  • Cenaze Namazında Nasıl Dua Edilir?

“Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!”[47] buyuran Allah Resûlü Efendimiz, bu hususta da ümmetine en güzel bir örnek teşkil etmiştir. O’nun cenâzelerde yaptığı duâlara dâir birkaç misal zikredecek olursak:

Ebû Abdurrahman Avf bin Mâlik naklediyor:

Resûlullah bir cenâze namazı kıldı. O’nun şöyle duâ ettiğini duydum ve ezberledim:

«Allâh’ım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan koru, kusurlarını affet! Cennet’ten nasîbini ihsân et! Gireceği yeri (kabrini) genişlet!

Onu suyla, karla ve buzla yıka! Beyaz giysileri kirden (ve pisten) temizler gibi onu günahlarından arındır!..

Onu Cennet’e koy, kabir ve Cehennem azâbından koru!»” (Müslim, Cenâiz, 85)

  • Cenaze Duaları

Ebû Hüreyre, Resûlullah Efendimiz’in cenâze namazlarında şöyle duâ ettiğini nakletmiştir:

“Allâh’ım! Dirilerimizi ve ölülerimizi, küçüklerimizi ve büyüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı, burada bulunanlarımızı ve bulunmayanlarımızı bağışla!

Allâh’ım! Bizden hayatta bırakacaklarını İslâm üzere yaşat. Öldüreceklerini îmân ile öldür.

Bizi bu cenâzede bulunmanın sevâbından mahrum etme ve ondan sonra bizi fitneye düşürme!” (Tirmizî, Cenâiz, 38)

“Allâh’ım! Bu cenâzenin Rabbi Sen’sin, onu Sen yarattın, İslâm’a Sen hidâyet ettin. Şimdi onun rûhunu da Sen aldın. Onun gizlisini-açığını en iyi Sen bilirsin. Biz Sen’in huzûruna, ona şefaatçi olarak geldik; onu bağışla!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 56)

İbn-i Abbâs anlatıyor:

Resûlullah Efendimiz, geceleyin bir kabre girdiler. Kendisine bir kandil yakılmıştı. Uzanmış vaziyetteki cenâzeyi kıble cihetinden aldılar ve ona:

«Muhakkak ki sen çok duâ eden ve çok Kur’ân okuyan bir kimseydin. Allah sana rahmetini bol kılsın!» diye duâ ettiler. Sonra da üzerine dört tekbir getirdiler.” (Tirmizî, Cenâiz, 62/1057)

  • Ölmüşlerimiz İçin Dua

Cenâb-ı Hak da mü’minlerin, geçmişleri için şöyle duâ ettiklerini haber vermektedir:

“…Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeş­lerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırak­ma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)

Vefât eden kimselerin geride kalanlardan bekledikleri en mühim şeylerden biri de kendileri için “istiğfar” edilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, bir cenâze defnedildiğinde, kabirdeki sorgu-suâlinin kolay olması arzusuyla meyyit için istiğfar edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.[48]

Yine Allah Resûlü Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederlerdi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifâdesine göre; Efendimiz kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[49]

Hattâ bir gece Hazret-i Cebrâil, Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve;

“Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz de hemen bu emre uyarak Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

  • Sevabı Kesilmeyen Ameller

Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“İn­san öl­dü­ğü za­man bü­tün amel­le­ri ke­si­lir. An­cak şu üç şey bun­dan müstesnâdır: Sa­da­ka-i câ­ri­ye, is­ti­fâ­de edi­len ilim ve ken­di­si­ne duâ eden ha­yır­lı ev­lât.” (Müs­lim, Va­sıy­yet, 14)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise Allah Resûlü Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

«−Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar.

Cenâb-ı Hak da ona:

«−(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)

Dünyada, evlâtlar büyürken anne-babalarına muhtaçtır. Fakat hayatlarının son kısımlarında anne-babalar, evlâtlarına muhtaçtır. Vefatlarından sonra da anne-babalar, yine evlâtlarının hayır-duâlarına, kendileri için birer sadaka-i câriye olmalarına muhtaçtır.

Hadîs-i şerîfte de ifâde buyrulduğu üzere sâlih evlâtlar, vefât eden anne-babaları ve geçmişleri için bir sadaka-i câriye ve rahmet vesîlesi olurlar. Fakat bunun aksine, dînî terbiyeleri ihmâl edilen evlâtlar ise anne-babaları için -Allah korusun- bir seyyie-i câriye (yani devam edip giden bir günah) sebebi hâline gelirler. Böyle anne-babalar, -çok muhtaç oldukları hâlde- kabirlerinde ziyaretçisiz ve yapayalnız kalırlar.

Üstelik bir de;

“‒Aman canım ne olacak, o daha küçük, zamanla düzelir…” denilerek kendi hâline bırakılan, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yetiştirilmeyen o evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacak ve:

“‒Annem-babam beni ihmâl etti, iyi bir Müslüman evlâdı olarak yetiştirmedi…” diye şikâyet edeceklerdir.

Unutmayalım ki çocuklar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar kendilerine ilâhî bir emânet olan çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere uçururlar! Dolayısıyla, Kur’ân ve Sünnet’in engin mânâ kevserinden tatmadıkları için evlâtlarına da tattıramayan anne-babalar, büyük bir âhiret vebâliyle karşı karşıyadırlar.

Bu dünyada anne-baba, evlâtlar, eş-dost, akraba, herkes bir arada yaşıyor. Fakat âhirette bir “yevmüʼl-fasl” yani bir “ayrılık günü” olacak. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde o büyük yol ayrımını haber veriyor. Cennet ehline;

“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyuruyor. Râzı olduğu kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennetʼine dâvet edeceğini bildiriyor. Fakat aynı sülâleden de gelse, aynı toplumdan da olsa mücrimlere ise Cenâb-ı Hak;

“Ey mücrimler! Ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59) buyuracak. Dünyadaki beraberlik, orada son bulacak. Mücrimlere Cehennem istikâmeti gösterilecek.

Orada belki nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba, farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada bir arada yaşayan, fakat gönül ibreleri farklı kıblelere bakan hısım-akrabanın, konu-komşunun bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı diğer bir tarafa savrulacak. Dehşetli bir ayrılık günü vukū bulacak!..

İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızı Allâhʼın birer emâneti bilip küçük yaşlarından itibaren mânevî terbiyeleriyle güzelce alâkadar olmalıyız.

En merhametli anne-baba; evlâdını Kur’ân ve Sünnet terbiyesiyle, asıl istikbâl olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına bırakabileceği en kıymetli mîras, güzel bir İslâm şahsiyet ve karakteridir.

Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi görerek onların karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların evvelâ ruhlarını doyurmaktır. Böylece ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmaktır.

Bu itibarla, Allâhʼa ve âhirete îmân eden merhametli bir anne-baba, evlâtlarının dünya ile âhiret saâdeti karşı karşıya geldiğinde, hiç tereddüt etmeden dünyayı elinin tersiyle iter ve âhireti tercih eder. Deryayı bırakıp damlanın tâlibi olma ahmaklığına düşmez.

“–Evlâtlarım bu dünyada tıka basa doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin!” diyemez.

“–Bugün dünyevî istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü karalardan olsun!” diyemez...

Günümüzde ise evlâtların iyi bir istikbâli olsun diye dünyevî tahsillerine büyük bir ehemmiyet verilip bu yolda gereken “vakit, nakit ve emek” fazlasıyla sarf edilirken, onların ebedî saâdetini temine medâr olacak dînî tahsillerine ise -maalesef- lüzûmu kadar ehemmiyet verilmiyor. Dünyevî diplomalar yanında, uhrevî diplomalara dikkat edilmiyor. Çocukları yaz tatilinde bir-iki aylığına kalabalık bir câmiye göndermek, kâfî zannediliyor. Hâlbuki dînî tahsili bu kadar basit görmek, kalpteki îman zaafının acı bir göstergesidir.

O hâlde bugün bilhassa mütedeyyin anne-babalar, başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmelidir:

  • İstikbâli veren kim? Gerçek istikbâl dünyada mı, âhirette mi?..
  • Acaba evlâtlarımızın güzel bir eğitim alıp şu fânî hayat çarşısında iyi bir noktaya gelmesini arzu ettiğimiz kadar, ebediyet yurdu âhirette de güzel bir makâma ermelerini arzu ediyor muyuz?
  • Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız olarak mı yetişiyor? Onların şahsiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımız mı televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonlarını kullanıyor; yoksa bu cihazlar mı evlâtlarımıza kumanda ediyor?!.
  • Elbette her anne-baba, yavrusunu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir ebeveyn, evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, yoksa Cehennemʼin yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle daha fazla meşgul olur. Bu yüzden yavrularına tesettür hassâsiyeti kazandırabilmek için, daha küçük yaşlarından itibâren onları Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı ölçüler içinde giyinmeye alıştırır. Peki bizler, yavrularımızın toplum içine çıkarken, fânîler tarafından garipsenmemesi için giyim-kuşamlarına gösterdiğimiz îtinâ ve dikkati, acaba ilâhî huzûra çıkacağı gündeki vaziyetleri için de sergileyebiliyor muyuz?
  • Evlâtlarımızın zâhirî görünüşünü güzelleştirmek için gösterdiğimiz gayretler mi, yoksa gönül dünyalarının Kur’ân ve Sünnet ikliminde yeşermesi için sergilediğimiz gayret ve fedakârlıklar mı daha ön plânda?

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın kullarında değer verdiği asıl husûsiyet, âyet-i kerîmede şöyle bildiriliyor:

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)

Yani ebediyet yolculuğumuzda bize ve evlâtlarımıza fayda sağlayacak olan, ne bedenî güç-kuvvettir ne de zâhirî güzelliktir; ancak îman, takvâ ve sâlih amellerdir...

Velhâsıl, yarın ıssız bir kabirde ağır bir nedâmetle yapayalnız kalmamak ve evlâtlarımızın duâ ve istiğfârına nâil olabilmek için, bugün fırsat elde iken yavrularımızı Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Evlâtlarımızın terbiyesiyle yakından alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğu gerçeğinden hareketle, yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için, onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile, hadis ezberlemek, bende bir lezzet hâline geldi.”

Unutmayalım ki, evlâtlarımızın gönül toprağına hangi tohumları ekersek, onların mahsulünü biçeriz. Yani ne verebilirsek, onu bekleyebiliriz…

5- Sadaka ve İnfak

Duâ ve istiğfardan sonra ölüye en çok fayda sağlayan şey, onun adına tasadduk ve infakta bulunmaktır.

Abdurrahman bin Ebî Amra’nın anlattığına göre annesi, bir köle âzâd etmek istemişti. Ancak bunu sabaha tehir etmiş ve sabaha çıkamadan da vefât etmişti. Abdurrahman, Kâsım bin Muhammed’e:

“–Ben annemin yerine bir köle âzâd etsem, anneme faydası olur mu (sevâbı ulaşır mı)?” diye sorunca, o da şu cevâbı vermiştir:

“–Sa‘d bin Ubâde, Resûlullah’a gelip:

«–Annem vefât etti, ben onun adına bir köle âzâd etsem ona faydası olur mu?» diye sormuştu. Allah Resûlü de; «–Evet!» buyurmuşlardı.” (Muvatta, Itk, 13; Bkz. Bu­hâ­rî, Ve­sâ­yâ, 15)

Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Abdurrahman, uyku esnâsında âniden vefât etmişti. Hazret-i Âişe Vâlidemiz, bu kardeşinin hayrına pek çok köle âzâd etti. (Muvatta, Itk, 14)

Bütün bu ha­dîs-i şe­rîf­ler, vefât et­miş mü’min­le­rin, ha­yat­ta olan ya­kın­la­rı­nın ve mü’min kar­deş­le­ri­nin duâ, sadaka ve in­fak­la­rın­dan is­ti­fâ­de edecek­le­ri­ni bildirerek on­la­rı bu ha­yır­la­ra teş­vik et­mek­te­dir.

  • Ölen Kişinin Oruç Borcu Nasıl Ödenir?

İbn-i Abbâs anlatıyor:

“Bir kimse Resûlullah’a gelerek:

«–Yâ Resûlâllah! Annem vefât etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu ödeyeyim mi?» dedi. Resûlullah:

«–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödemez miydin?» diye sordular.

«–Evet, öderdim!» deyince de, Efendimiz:

«–Allâh’a olan borç, ödenmeye daha lâyıktır!» buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 155)

Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlıların tutamadıkları farz oruçları için sağlıklarında fidye ödemeleri veya fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri şarttır. Böyle bir vasiyetin mevcûdiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması hâlinde mîrasçıların bu fidyeyi ödemeleri, dînî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri vasiyet için yeterli değilse, mîrasçıların teberrû kabîlinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Yolculuk, hastalık, gebelik, süt emzirme, ileri derecede açlık ve meşakkat gibi mazeretler de oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan bu oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Mazeret hâli ortadan kalkınca bunların kazâ edilmesi gerekir. Bu kimseler şayet kazâ edemeden ölmüşse, mîrasçıların aynı şekilde bu oruçlar için fidye vermesi, İslâm âlimlerince câiz, hattâ mendup (tavsiye edilen) bir davranış olarak görülmüştür.

Sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına dahî vefâtından sonra fidye verilebileceği, bu fidyenin, ölenin oruç borcunu iskāt[50] etmesinin muhtemel olduğu söylenmiştir. Âlimler bu hususta ihtilâf edip tartışmışlardır.

Îfâ edilemeyen ibadetler için mükellefin vefâtından sonra fidye ödenmesinin cevâzı ve borcu düşürücü olup olmadığı tartışması, bedenî ibadet olmaları sebebiyle “namaz ve oruç” üzerinde temerküz eder. Mükellefin sağlığında îfâ etmediği “kurban, adak, kefâret, zekât” gibi malî ibadetlerin, vefâtından sonra vasiyetine bağlı olarak veya mîrasçılar tarafından kendi arzularıyla mâlî ödeme şeklinde telâfi edilmesi, daha mâkul görünmektedir. Zira hem borçla îfâsı arasında cins birliği mevcuttur, hem de bu tür ibadetlere üçüncü şahısların hakları taalluk etmiştir. Mâlî ibadetlerde niyâbet, yani vekillik de kâide olarak câizdir.

Bu görüşlerin temelinde ise herhangi bir şer’î delilden ziyade; ümit, ihtiyat ve temennîye dayalı bir iyimserlik bulunmaktadır.

6- Kur’ân Okumak

Kur’ân-ı Kerîm okuyup sevâbını vefât eden kimselere bağışlamak da onlar adına yapılan iyilik ve hayır cümlesindendir.

Kur’ân tilâveti sebebiyle hâsıl olacak ilâhî rahmetten mevtânın da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okunması, herkesin bildiği ve tatbik ettiği bir usûldür. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, Müsned, V, 26)

Yine Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeyin! Onu serî bir şekilde kabrine götürün! Kabrinin baş ucunda Fâtiha Sûresi ve ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin sonu (Âmene’r-Resûlü) okunsun!” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XII, 340; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 44; Deylemî, Müsned, I, 284)

  • Vefat Eden Sahabilerin Vasiyeti

Alâ bin el-Leclâc, sahâbe-i kirâmdan olan babası Leclâc’ın, vefâtı esnâsında kendilerine şu vasiyette bulunduğunu rivâyet etmiştir:

“Beni kabre koyduğunuz zaman;

بِسْمِ اللّٰهِ وَعَلٰى سُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ : Allâh’ın adıyla ve Resûlullah’ın sünneti üzere (seni Hakk’a emanet diyoruz) deyiniz ve üzerime toprak atınız. Ba­ş ucumda Bakara Sûresi’nin evvelini ve son kısmını okuyunuz. Şüphesiz ben, Abdullah bin Ömer’in bu uygulamayı güzel gördüğüne şahit olmuştum.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 56)

Yine Alâ bin el-Lec­lâc’ın oğlu Abdurrahman da şöyle der:

“Babam bana şöyle dedi:

«–Yavrucuğum! Öldüğümde bana lâhit türü bir kabir kaz! Beni kabrime koyduğun za­man;

بِسْمِ اللّٰهِ وَعَلٰى مِلَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : Allâh’ın adıyla ve Resûlullah’ın dîni üzere (seni Hakk’a emanet diyoruz) de! Sonra üzerime kürek kürek toprak at!­ Sonra baş ucumda Bakara Sûresi’nin başını ve sonunu oku! Ben Resûlullah Efendimiz’in böyle buyurduklarını işittim.” (Heysemî, III, 44)

Sahâbe-i kirâmdan Amr bin Âs’ın vefâtı esnâsında vasiyet olarak etrafındakilere söylediği şu sözler de câlib-i dikkattir:

“Beni kabrime defnettiğiniz zaman, bir deve kesip etini parçalayacak kadar mezarımın başında bekleyin ki, sizin varlığınızla yeni hayatıma alışma imkânı bulayım ve Rabbimin elçilerine vereceğim cevapları hazırlayayım.” (Müslim, Îman, 192)

Bu rivâyeti kitabında zikreden İmâm Nevevî, İmâm Şâfiî Hazretlerinin şu sözlerini nakletmiştir:

“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatmedilmesi) ise, daha güzeldir.”[51]

Bir hadîs-i şerîfte zikredildiği üzere Resûlullah Efendimiz, Sa‘d bin Muâz vefât ettiğinde onun cenâze namazını kılıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet ashâbıyla birlikte tesbihatta bulunmuş, tekbir getirmiştir.[52]

Tâbiîn neslinin büyük hadis âlimlerinden İmâm Şa‘bî Hazretleri şöyle der:

“Yakınlarından biri vefât ettiğinde Ensâr, sık sık onun kabrini ziyaret eder, yanında Kur’ân okurlardı.”[53]

Yine İmâm Şa‘bî Hazretleri şöyle der:

“Ensâr, meyyitin yanında Bakara Sûresi’ni okurlardı.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 445/10848)

Tâbiînden Câbir bin Zeyd, meyyitin yanında Raʻd Sûresi’ni okurdu. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 445/10852)

  • Hem Diriler Hem Ölüler İçin Rahmet Vesilesi

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere kabirleri ziyaret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, hem diriler hem de ölüler için bir rahmet vesîlesidir.

Hazret-i Peygamber ve ashâb-ı kirâmın kabir ziyaretiyle ilgili sözleri ve tatbikât­ı, bu hususta ifrat ve tefrite düşmeden nasıl davranılması gerektiğini bizlere açıkça göstermektedir.

7- Tâziyede Bulunmak

Bir yakını vefât eden veya herhangi bir musîbete uğrayan kimselere tâziyede bulunmak, yani onları tesellî ederek sabır telkin etmek de mühim bir ictimâî hizmettir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir musîbeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allah Teâlâ kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder).” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56)

Âciz yaratılan insanoğlu, belâ ve musîbetler karşısında desteğe ve tesellîye muhtaçtır. Dolayısıyla cenâze teşyîi ve tâziye gibi hususlar, çok mühim birer İslâmî ve insânî vazifedir. Bunları ihmâl etmek, bir mü’min için büyük bir vebal ve noksanlık sebebidir.

Ayrıca unutmayalım ki bugün bir kardeşimize çok gördüğümüz ufak bir ziyaret ve tesellîye, yarın kendimiz muhtaç duruma düşebiliriz. Bu sebeple, ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda çevremizde tutunacak bir dal bulmak istiyorsak, bugün din kardeşlerimizin acısını paylaşmaya ve her türlü dertlerine derman olmaya gayret etmeliyiz. Zira gerçek bir din kardeşliği, kardeşinin saâdetini paylaşmak kadar, derdini paylaşmaya da gönüllü olmayı gerekli kılar.

ÖLÜNÜN ARDINDAN YAPILAN YANLIŞLAR

Mü’minlerin bu fânî dünya hayatında birbirlerine karşı vazifelerinin sonuncusu; vefât eden din kardeşlerinin cenâzesine iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, mevtâya karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir kadirşinaslıktır.

Müslümana yakışan, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da din kardeşlerinin yanında olabilmektir. İşte cenâze, bu kederli anların en acı ve ibretli olanıdır. Cenâze merasimlerinde gönüller, derin bir tefekkür, ayrılık acısı ve hüzün ikliminde rakikleşir. Vefât eden din kardeşlerinden ibret alabilenler, ömürlerinin kalan kısmını Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine daha büyük bir hassâsiyetle riâyet noktasında nefislerini muhâsebe imkânı bulurlar.

Hâl böyleyken, günümüzde cenâzenin bu ulvî muhtevâsıyla tezat teşkil eden ve İslâmî âdâba uymayan birtakım hâl ve davranışlarla karşılaşılmaktadır. Kimi cehâletten, kimi gafletten, kimi menfaatperestlikten, kimiyse bâtıl din ve kültürlerin tesirinde kalmaktan kaynaklanan bu bid’at ve yanlışlıkların başlıcalarını maddeler hâlinde sıralayacak olursak:

  • Cenâzeye çelenk göndermek.
  • Cenâzenin katafalka konularak saygı duruşunda bulunulması.
  • Cenâzenin hayattayken vazife yaptığı yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi.
  • Bando vb. çalgılar eşliğinde teşyî edilmesi.
  • Cenâzenin -zarûret olmadığı hâlde- morgda veya soğuk depolarda bekletilmesi.

Zira İslâm’da cenâzeyi bekletmeyip bir an önce defnetmek esastır. Resûlullah Efendimiz’in bu hususta pek çok îkâzı bulunmaktadır. Nitekim Talha ibni’l-Berâ hastalandığında Peygamber Efendimiz onu ziyarete gitmiş, yanından çıkınca da orada bulunanlara şöyle buyurmuştur:

“Talha’ya ölümün yaklaştığını görüyorum. Ölecek olursa bana haber verin. Techîz ve tekfîn işlerinde elinizi çabuk tutun. Çünkü bir müslümanın cesedini ailesinin yanında bekletmek uygun değildir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34)

  • Üç Şeyi Geciktirmeyin

Yine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali’ye de şöyle buyurmuşlardır:

“Üç şeyi geciktirme! Vakti giren namazı, hazırlanan cenâzeyi ve (evlendirmek için) dengini bulduğun kocasız kadını.” (Tirmizî, Salât, 13/171)

  • Cenâzeyi kaynar veya soğuk su ile yıkamak da yanlıştır. Zira diriye gösterilen şefkat ve hassâsiyetin cenâzeye de gösterilip ılık suyla yıkanması îcâb eder.

Ümmü Kays bint-i Mihsan anlatıyor:

“Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye teessürle:

«–Oğlumu soğuk su ile yıkama, onu öldüreceksin!» dedim.

Ukkâşe hemen Resûlullah’a gidip benim söylediklerimi haber verdi. Allah Rasûlü tebessüm ettiler ve:

«–Böyle mi söylüyor! Öyleyse onun ömrü uzadı.» buyurdular.”

Hadîsin râvîsi; “Biz, bu kadın kadar uzun yaşayan başka bir kimse bilmiyoruz.” demiştir. (Nesâî, Cenâiz, 29)

  • Cenâzeyi bulunduğu yerden başka bir yere götürüp orada defnetmek de günümüzde sıkça karşılaşılan yanlışlıklardan biridir. Cenâze ancak, öldüğü beldede bir Müslüman mezarlığı yoksa başka bir yerde defnedilebilir. Bu da mühim bir hassâsiyettir. Zira hayattayken sâlihlerle beraber olmaya dikkat edildiği gibi, vefât eden mü’minleri de sâlihlerin arasına defnetmeye îtinâ gösterilmelidir.
  • Cenâze hizmetlerinin yaşayanlara yönelik gâyelerinden biri, ölümü hatırlamak, âhiret âlemini düşünmek ve ibret almaktır. Hattâ bu maksadı ihlâl edebileceği endişesiyle cenâzeyi teşyî ederken yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okumak, tekbir getirmek ve zikir çekmek bile bazı âlimler tarafından hoş karşılanmamıştır. Bundan dolayı; tevâzu, hiçlik, sâdelik ve samimiyetin hâkim olması gereken cenâze hizmetlerinde, gösteriş ve israfa sebep olan merasimlerin icrâ edilmesi doğru değildir.

Nitekim sahâbe-i kirâmdan Üseyd bin Hudayr fazîletli kişilerden biriydi. Sık sık şöyle derdi:

“Eğer şu üç hâlden biri üzere devamlı durabilseydim, hiç şüphesiz Cennetliklerden olurdum:

  • Kur’ân’ı okuduğum veya okunan Kur’ân’ı dinlediğim zamanki hâlet-i rûhiyemi koruyabilseydim,
  • Nebî Efendimiz’in sohbetlerini dinlediğimde büründüğüm ruh hâlimi sürdürebilseydim,
  • Bir cenâze teşyîinde duyduğum hisleri devam ettirebilseydim. Evet, ne zaman bir cenâzede bulunsam kendi kendime; «Acaba bu cenâzeye neler yapılacak, hâli nice olacak ve sonunda nereye gönderilecek?!» diye düşünürüm.” (Bkz. Ahmed, IV, 351; Hâkim, III, 326/5260)
  • Kadınların cenâze namazında erkeklerin arasına karışması ve mecburiyet yokken kabre gitmeleri doğru değildir.

Erkekler için büyük bir fazîlet olarak teşvik edilen cenâze namazı ve kabre defin vazifesi, kadınlar için hoş karşılanmamış, “tenzîhen mekruh”[54] kabul edilmiştir. Çünkü fıtraten şefkat ve merhamet hissiyâtı yüksek olan kadınların böylesine acı ve hüzünlü durumlarda uygun olmayan davranışlarda bulunmaları kuvvetle muhtemeldir.

Nitekim hanım sahâbîlerden Ümmü Atıyye şöyle demiştir:

“Biz hanımlar, cenâzeye iştirâk etmekten men edildik. Fakat cenâze teşyîi bize kesin olarak haram kılınmadı.” (Buhârî, Cenâiz 29, İ‘tisam 27; Müslim, Cenâiz, 34-35)

Kadınlar, erkeklerin arasına karışmasalar bile cenâze namazı için gidip saf tutmaları mekruhtur. Hattâ cemaatle namaza gitmeleri de birtakım şartlara bağlanmıştır. Bilhassa kadın-erkek ihtilâtından sakınmak, en mühim şarttır. Nitekim bu maksatla Peygamber Efendimiz Mescid-i Nebevî’nin bir kapısı hakkında:

“Bu kapıyı kadınlara ayırsak.” buyurmuş ve erkek sahâbîler bir daha orayı kullanmamışlardır. (Ebû Dâvûd, Salât, 53/571)

Namazdan sonra da erkeklerle kadınların birbirine karışmaması için Efendimiz bir miktar bekler, kadınlar evlerine dağıldıktan sonra kalkar, erkekler de O’nu takip ederlerdi. Bilhassa sabah namazı, hava tam aydınlanmadan kılınır, kadınlar selâm verir vermez hemen kalkıp elbiselerine iyice bürünerek evlerine giderler, kimse onları tanımadığı gibi, bâzen onlar da birbirlerini tanıyamazlardı.[55]

Peygamber Efendimiz bir gün câmiden çıkarken, erkeklerle kadınların birbirine karıştığını görünce, kadınlara seslenerek:

“–Çekilin! Yolun ortasından yürümeyin, yolun kenarlarından yürüyün!” buyurmuştu. Bunun üzerine kadınlar duvara yakın yürümeye başladılar. Öyle ki elbiseleri duvara takılıyordu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 167-168/5272)

Hazret-i Âişe, Emevîler döneminde kadınlarla erkeklerin birbirine karıştığını görünce şöyle demiştir:

“Resûlullah kadınların böyle yaptığını görseydi, tıpkı İsrâiloğulları kadınlarının câmiden men edildiği gibi, onları da câmiden men ederdi.” (Buhârî, Ezân, 163)

İslâm, namazı cemaatle kılmaya son derece ehemmiyet verdiği hâlde, erkek ve kadın ihtilâtını önlemek için kadınları bundan muaf tutmuş ve onlar için evde namaz kılmanın, câmide kılmaktan daha fazîletli olduğunu bildirmiştir. Nitekim Allah Resûlü Efendimiz:

“Kadınların en hayırlı mescitleri, evlerinin köşesidir.” buyurmuştur. (Ahmed, VI, 297)

Bu itibarla bilhassa fitne zamanlarında, kadınların namazlarını evlerinde kılmaları îcâb eder. Ancak herhangi bir fitnenin söz konusu olmadığı zamanlarda hanımlar namaz için mescide çıkmak isterlerse, süslenmeden ve koku sürünmeden gidebilirler.

Harameyn-i Şerîfeyn’de (Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’de) ise, mekânın fazîleti sebebiyle, zaten ibadet maksadıyla gelmiş olan hacılar veya umreciler, orada cenâze namazı dâhil, bütün namazları mescitte cemaatle kılabilirler. Fakat süslenmemek, koku sürünmemek, kadın-erkek ihtilâtından sakınmak ve herhangi bir fitneye sebebiyet vermemek şartlarına her zaman riâyet etmeleri gerekir.

  • Ölünün ardından feryâd ü figān ederek ağlamak da doğru değildir.

Hazret-i Enes’ten rivâyet edildiğine göre, Resûlullah, çocuğunun mezarı başında feryâd ederek ağlayan bir kadının yanından geçmişlerdi. Ona:

“–Allah’tan kork ve sabret!” buyurdular. Kadın:

“–Çekil git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, Sen’in başına gelmemiştir!” dedi.

Kadın, Resûlullah Efendimiz’i tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Allah Resûlü olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Nebiyy-i EkremEfendimiz’in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için, doğrudan Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıktı ve:

“–Yâ Resûlâllah! Siz’i tanıyamadım.” diyerek özür diledi.

Allah Resûlü büyük bir merhametle o kadına şu nasihatte bulundular:

“–Hakikî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” (Buhârî, Cenâiz, 32)

Yine Resûlullah Efendimiz:

“Cenâze, (mâtem) sesiyle de, ateşle de takip edilmez!” buyurmuşlardır. (Muvatta’, Cenâiz, 13; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 46/3171)

  • Mâtemi aşırıya götürmek, haftalarca, aylarca yas tutmak, hayata küsmek, Müslümanca bir davranış değildir.
  • Ölünün ardından kötü konuşmak, geçmişlere vefâsızlık etmek ve onları unutmak da doğru değildir.
  • Kabre doğru namaz kılmak veya kabir üzerine mescit inşâ etmek de yanlıştır.
  • Şatafatlı mezarlar yapmak ve mezar taşlarına aşırı iltifatlarla dolu ifâdeler yazmak, İslâm ahlâkına da kulluk âdâbına da uygun değildir. Ölen kişi ne kadar fazilet sahibi biri olursa olsun, onun Cennetlik olacağını biliyormuş gibi teminat verircesine kat’î ifâdelerde bulunmaktan sakınmak gerekir. Şu ibretli hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Zühd ve takvâsıyla bilinen Osman bin Maz’ûn, Medîne’de Ensârî kardeşinin evinde vefât etmişti. Evin hanımı Ümmü’l-Alâ:

“–Ey Osman! Şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikram etmektedir.” dedi.

Resûlullah Efendimiz müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdular. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince de Allah Resûlü şöyle buyurdular:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini tam olarak) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“‒Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sadece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Sâlih kulların yüreklerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda hesâba çekilme endişesidir. Nitekim bu endişe sebebiyle, ilim ve irfanda “Güneşler Güneşi” diye anılan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir.

  • Defin sırasında veya daha sonra, ölü için “para karşılığında” Kur’ân okutmak, hatim indirtmek, yine ölü için muhtelif gün ve yıl dönümlerinde “ücret mukâbili” mevlid okutmak, ziyafet vermek, bid’at sayılmıştır. Ölüm münâsebetiyle Kur’ân okunmasının, okuyan için sevâba vesîle olacağı gibi ölene de fayda sağlayacağı ümîd edilir. Lâkin bunun başkasına ücret mukâbili yaptırılması ve Kur’ân okuyanların Allah rızâsını değil de alacakları para veya hediyeyi gâye edinmesi, bu fiilin bütün fazîlet ve ecrinin zâyî olmasına sebebiyet verir.
  • Cenâzenin defninden sonra uygulanan “devir” âdeti de bid’at hâline getirilen işlerdendir. Mevtâyı ibadet borçlarından kurtarmak niyetiyle yapılan “iskāt”ı, bir “hîle-i şerʼiyye”ye çevirmemek îcâb eder.

İmam Muhammed’in, zarûretler sebebiyle tutulamayan ve kazâ etmeye de güç yetirilemeyen oruçların yerine fidye verilmesine kıyas ederek, kılınamamış namazların da affedilmesi ümîdiyle, “iskāt-ı salât” tâbir olunan bir ictihâdı mevcuttur. Buna göre, kılınamamış her vakit namaz için, bir fakirin bir günlük yiyecek ihtiyacının karşılanması veya buna tekâbül eden belli bir meblâğın infâk edilmesi gerekmektedir. Ancak yapılacak olan bu infak, miktar bakımından hiçbir değişikliğe uğramadan, aynen muhtaca intikâl ettirilmelidir.

İmam Muhammed Hazretlerinin bu ictihâdından üç mühim fayda mülâhaza edilmektedir:

1) İnfâka teşvik ve infâk edenin ecre nâil olması,

2) Muhtaçların sevinip mevtâ için duâ etmeleri,

3) Mevtâ için Cenâb-ı Hakk’ın af ve rahmetinin ümîd edilmesi.

Mevtânın hayrına yapılmakta olan “iskāt” muâmelesi, -maalesef- günümüzde kimileri tarafından “devir[56] yapılmak sûretiyle asıl gâyesinden uzaklaştırılarak İslâm’ın rûhuna zıt bir mâhiyete büründürülmüştür.

“Devir” adı verilen bu uygulama, bir nevî hîleye dönüştürülmüştür. Bu tür yanlış bir uygulama ile, îfâ edilmemiş bir ibadet, hakîkatte infâk edilmemiş sadaka görünümlü bir davranışla telâfî edilmeye çalışılmaktadır.

Şöyle ki; âhirete intikâl etmiş bir kimsenin, üzerinde bulunabilecek muhtemel namaz borçlarından[57] kurtulması maksadıyla, ortaya bir miktar para konulmakta ve bunun hâlis bir niyetle ihtiyaç sahiplerine intikâl ettirilmesi gerekirken, -maalesef- çoğu kere birkaç kişi arasında قَبِلْتُ aldım, kabul ettim; وَهَبْتُ hibe ettim” ifâdeleriyle elden ele devredilmekte, bununla da güyâ infâk edilen meblâğın miktarı -fiilen değilse de hükmen- çoğaltılmış olmaktadır.

Az bir parayı bir insana -niyet unsuru baştan belli olan bir hareketle- önce verip sonra geri almak, daha sonra bir başkasına verip tekrar geri almak ve bu sûretle hazır bulunanlar sayısınca bu meblâğın çoğalmış olduğuna ve hayrın arttığına inanmak, bunu yapanların ancak kendilerini kandırabildikleri çirkin bir bid’attir.

Bilhassa varlıklı kişilerin böyle bir yola tevessül etmeleri ve bundan bir netice ummaları, çok daha hayret vericidir. Üstelik bu durum, İslâm’a karşı menfî bir şartlanma ve tenkit nazarıyla bakanların, büyük bir mantıksızlık olarak telâkkî edebileceği ve -hâşâ- Allâh’ı aldatmaya çalışmak gibi görebileceği, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

  • Mal hırsına ve nefsânî arzulara kapılarak, mîras yüzünden akraba ile düşman hâline gelmek de son derece yanlış bir durumdur. Mü’minler, mîrâsı Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde taksim etmeli, akrabalık bağlarını zayıflatacak bir davranışa mahal vermemelidir.

Maalesef bugün, îman ve İslâm ile irtibatları zayıflamış bulunan niceleri, Allâh’ın takdir ve taksîmine rızâ göstermeyerek akraba arasına öfke ve dargınlık ateşi düşürmektedirler.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki emirlerine uymayanlar için, çok ağır tehditler vârid olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok mevzu ana hatlarıyla anlatılırken, mîrâsın nasıl taksim edileceği hususu, tafsilâtıyla ve en açık ifâdelerle net bir şekilde beyân edilmiş,[58] sonra da şöyle buyrulmuştur:

“İşte bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Resûl’üne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)

“Kim de Allâh’a ve Resûl’üne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

  • Ölünün ardından; yedisi, kırkı veya elli ikisi gibi belli gün ve gecelerde mevlid veya hatim gibi merasimler tertib etmek hususunda da Kur’ân-ı Kerîm’e veya hadîs-i şerîflere dayanan herhangi bir bilgi veya tavsiyeye rastlanmamıştır.

Vefât eden mü’min için her zaman istiğfâr etmek, onun adına sadakalar vermek ve Kur’ân-ı Kerîm okumak lâzımdır. Bunu yapmayı belli günlere hasretmek, vefât edenleri diğer günlerde unutmaya, dolayısıyla daha az hatırlamaya sebep olur. Diğer taraftan, bilmeyen kimseler, belli günlerde yapılan bu nevî merasimleri, İslâmî bir emir ve kâide zannetmeye başlayabilirler.

Ölünün ardından; yedisi, kırkı ve elli ikisi gibi günlerde mevlid veya hatim okuyup okutma geleneğinin ancak, bu vesîleler de olmasa ölünün büsbütün unutulması mahzurunu ortadan kaldırmak için ihdâs edilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak böyle bir gelenek zarûreti de olmasa unutulup gitmek, bir bakıma ölen kimsenin gönüllerde yeteri kadar kıymetli hâtıralar bırakamadığının da acı bir delili olur.

Bu hâle düşmemek için Hazret-i Ali şu îkazda bulunur:

“Sâlih ve sâdıklarla beraber ol. Onlarla ünsiyet kur (ki onların şahsiyet ve karakteri sana sirâyet etsin). Öyle kâmil bir hayat yaşa ki; insanlar hayattayken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”

Şâir de âdeta bu mânâyı ifâde edercesine şöyle seslenir:

Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…

Ardında hayırlı nesiller, güzel hâtıralar, faydalı eserler ve hayır duâlar bırakarak Allah yolunda dolu dolu bir “hizmet ömrü” yaşayan sâlih zâtların cisimleri toprak altına girse de, isimleri asırlar boyunca gönüllerde yaşamaya devam eder. Nitekim Mevlânâ Hazretleri bir rubâîsinde şöyle buyurur:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”

Gönüllere silinmez bir muhabbet imzası atarak gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilen sâlih kullara ne mutlu!..

ÖLÜLER İLE İLGİLİ HURAFELER

Bazı yörelerde, cenâze ve ölümle alâkalı olarak, hiçbir İslâmî temeli bulunmayan birtakım hurâfelerin ortaya çıkmış olduğu mâlûmdur. Aslâ îtibar edilmemesi gereken bu hurâfelerin bir kısmı şöyledir:

  • Gece herhangi bir evde köpek ulursa, ya o hâneden ya da yakın hânelerin birinden cenâze çıkar.
  • Gece vakti bir evden başka bir eve; kazan, tava ve tencere gibi herhangi bir kap kacak verilirse bu hareket ölümü celbeder.
  • Makasın ağzı açık kalırsa kefen biçmeye yarar.
  • Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölüm ve uğursuzluk getirir.
  • Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.
  • Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılmalıdır. Eğer boşaltılmazsa Azrâîl -aleyhisselâm- sulara dokunduğu için o evden biri daha ölebilir.
  • Evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa bu, ölüme işarettir.
  • Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o hâneden cenâze çıkar.
  • Ölünün rûhu geldiğinde odasını aydınlık bulsun diye, cenâze çıkan evde 40 gün lâmba söndürülmez.

Listesi daha da uzatılabilecek bu tür hurâfelerden hem kendimizi hem de neslimizi koruyabilmek için, dînî tahsile ehemmiyet vermeli, sahih İslâmî bilgileri öğrenip öğretmeye gayret göstermeliyiz.

KABİR VE TÜRBE ZİYARETLERİNDE YAPILAN YANLIŞLAR

  • Mezarın veya türbenin yanındaki bir şeye çaput bağlamak, taş yapıştırmak, para atmak, tuz serpmek, bahçesinde veya eşiğinde kurban kesmek, mum yakmak, mezardaki ölüden dilekte bulunmak, kabir ziyaretlerinde yapılan yanlışlardandır.
  • Mezarlara çaput bağlama hurâfesi, Şamanizm’e âit unsurlardan biridir. Şamanistlerin inancına göre; her dağın, her pınarın, göl ve ırmakların, büyük ağaç ve kayaların “İzi” denilen sahipleri vardır. Bu “İzi’ler, kişiden kurban isterler. Kurban sunmayanlara zararları dokunur. Fakat bu ruhlar çok kanaatkârdır. Bunları, bir paçavra parçası, bir tutam at kılı, hattâ kurban niyetiyle atılan bir taş parçasıyla bile tatmin etmek mümkündür.

İşte mezarlara çaput bağlama, bir şeyler atma hurâfesi bu tür bâtıl inançlardan doğmuştur. Maalesef bu bâtıl akîdelerin izleri, câhil kişiler arasında hâlen görülmektedir.

Îtikāda taalluk eden bu nevî hurâfelerden sakınma hususunda gereken hassâsiyeti göstermemek, kulu âhirette büyük felâketlere dûçâr eder. Zira tevhîd akîdesinin en ufak bir ortaklığa dahî tahammülü yoktur.

Selmân-ı Fârisî Hazretlerinin naklettiği şu ibretli hâdise, bu meselenin ciddiyetini ortaya koymaya kâfîdir:

“Bir kişi bir sinek yüzünden Cennet’e girdi. Diğeri de bir sinek yüzünden Cehennem’e atıldı. Önceki ümmetlerden iki kişi, puta tapan bir kavme uğramışlardı. Onların yanına kim gelirse mutlakâ putlarına kurban kestirirlerdi. Gelenlerden birine:

«‒Bir şey kurban et!» dediler. O:

«‒Yanımda bir şey yok.» dedi.

«‒Bir sinek bile olsa kurban et!» dediler. O da bir sinek kurban edip geçti ve Cehennem’e müstahak oldu.

Diğerine de:

«‒Bir şey kurban et!» dediler. O ise:

«‒Ben Allah’tan başka kimseye kurban kesmem!» dedi. Onu şehîd ettiler. O da Cennet’e girdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 203)

  • Mezarlarda mum yakmak da ateşe tapanlardan kalma bir âdettir.
  • Sâlihlerin kabirleri etrafında Kâbe’yi tavaf eder gibi dönmek,
  • Türbe kapılarına ev, araba, çocuk gibi dünya hayatında sahip olmak istenilen şeylerin resmini çizmek,
  • Türbelerden şifa bulmak maksadıyla toprak almak, oralara madenî paralar atmak veya para yapıştırmak,
  • Türbeleri öpmek, el sürmek, eğilerek girmek ve bu sûretle herhangi bir müşkülünün hâllolacağına veya murâdının gerçekleşeceğine inanmak da îman bakımından mahzurlu davranışlardır.

Unutulmamalıdır ki, insan âcizdir. Herkes ve her şey Allâh’a muhtaçtır. Şayet kabri ziyaret edilen bir kişinin sâlih bir Müslüman ve Allâh’ın sevdiği bir kulu olduğu düşünülüyorsa, onun hürmetine Cenâb-ı Hak’tan talepte bulunmakta bir beis yoktur. Yani o sâlih zâtı vesîle edinmek sûretiyle (tevessül yoluyla) Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilebilir, lâkin aslâ ölünün kendisinden bir şey istenemez.

YAĞMUR DUASI

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamanında kuraklık olunca, Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas’ı yanına alıp yağmur duâsına çıkmıştır. Onu vesîle edinerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarmıştır:

“Allâh’ım! Peygamberimiz ile Sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimiz’in amcası ile Sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et!”

Bunun üzerine yağmur yağmış ve insanlar suya kavuşmuştur. (Buhârî, İstiskā, 3)

Hakîkatte yardım edip talepleri yerine getiren ve niyazları işiten, yalnızca Allah Teâlâ’dır. Her şeyin asıl sahibi Cenâb-ı Hak olduğu hâlde, O’ndan niyazda bulunurken sevdiklerini vesîle edinerek duâya makbûliyet kazandırmaya çalışmanın bir mahzuru yoktur.

Lâkin bazı kimselerin, sâlihlerin gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, -Allah muhâfaza buyursun- şirke kapı aralayabilecek olan, son derece yanlış bir davranıştır.

Şüphesiz bu tür ifâdeler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne davranışlardan şiddetle sakınılmalıdır. Müşküllerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allah’tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler aslâ kullanılmamalıdır.

Gaflet veya cehâletleri sebebiyle ucu şirke varan davranışlarda bulunanları îkaz etmek de, her müʼminin vazifesidir. Fakat bu husustaki aşı­rı­lık­la­ra karşı çıkmak adına, İslâmî edebe riâyetle yapılan ka­bir zi­ya­re­tleri­ni de “şirk” sa­ya­cak ka­dar ile­ri gi­den­ler, bu hatânın bir benzerini ter­sin­den or­ta­ya koy­muş olmak­ta­dırlar.

İs­lâm, her me­se­le­de ol­du­ğu gi­bi, ka­bir zi­yâ­re­ti hu­su­sun­da da îti­dâli esas al­mıştır. Pey­gam­ber Efendimiz ve as­hâbının söz ve fiilleri, bu hu­sus­ta if­rat ve tef­ri­te kaçmadan na­sıl dav­ra­n­mak ge­rek­ti­ği­nin en güzel örneğidir. Zira sahâbe efendilerimiz, neyin “şirk” neyin “tevhid” olduğunu elbette bizden çok daha iyi bilen kimselerdi.

Şu hâdise, kabir ziyaretlerini “şirk” sayacak kadar ileri gidenlere çok mânidar bir cevap mâhiyetindedir:

Bir gün Emevî halîfelerinden Mervan bin Hakem; yüzünü Resûlullah Efendimiz’in kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutarak:

“–Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedi. O zât başını çevirince bir de baktı ki, bu kimse Ebû Eyyûb el-Ensârî imiş. O Peygamber âşığı sahâbî şöyle cevap verdi:

“–Ben ne yaptığımı biliyorum. Ben Resûlullah’a geldim, taşa gelmedim. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim:

«Dîni ehil olanlar üstlendi mi, dîn için kaygılanma; ancak ehil olmayanlar dîni tedvîre başladılar mı, dîn için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir».” (Ahmed bin Hanbel, V, 422; Hâkim, IV, 560/8571; Heysemî, V, 245)

Dolayısıyla, kabir ziyaretlerinde âdâbına riâyetle yapılan “tevessül”ü şirk saymak yersizdir. Şirk olan; tevessül eden kişinin, vesîle edindiği kimseyi, Allah Teâlâ gibi bizzat fayda veya zarar verebilecek bir mevkîde görmesidir. Bu sebeple, tevessül eden kişi, kendisiyle te­vessül edilen zâtın, sadece Allâh’ın izni ve dilemesiyle bir hayrın celbine veya bir şerrin def’ine vesîle olabileceğini bilmelidir.

Velhâsıl, kabir ve türbe ziyaretlerinde İslâmî hassâsiyetleri titizlikle gözetmeliyiz. Îmânı zedeleyen hatâların yaygınlaşmasına hizmet etmekten sakınmalıyız. Mü’minler olarak her hususta ailemize ve çevremize doğru bir İslâmî anlayışın ne olduğunu anlatmalı, Resûlullah Efendimiz’in sünnetine muvâfık bir hayat yaşamaya gayret etmeliyiz.

Dipnotlar:

[1] İhyâ, IV, 868.

[2] Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, Lübnân 1417, s. 297.

[3] Bkz. Heysemî, III, 271; Hamîdullah, el-Vesâik, s. 367.

[4] Bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 96.

[5] Tirmizî, Kıyâmet, 26/2460.

[6] Zirâ‘: Dirsekten orta parmak ucuna kadar bir uzunluk ölçüsü. Arşın, endâze. 68, 75 ve 90 cm.lik farklı türleri bulunmaktadır.

[7] Müslim, Cennet, 70.

[8] Her ne kadar, hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere mü’min bir kimse kabrinde sorgulanıp nihâî yeri kendisine gösterilecekse de, insan asıl kıyâmet koptuktan sonra hesâba çekilecektir. O zaman kişi, işlediği zerre kadar hayır ve şerrin karşılığını görecektir. Nitekim âyet-i kerîmede Cennetlik olduklarına şüphe bulunmayan peygamberlerin dahî hesâba çekileceği bildirilmektedir. (Bkz. el-A‘râf, 6)

[9] Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, İstanbul 1963, s. 66.

[10] Bkz. el-Mü’min, 46.

[11] Bkz. Nûh, 25.

[12] Bkz. Müsned, I, 225; Buhârî, Cenâiz, 88.

[13] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 16-28.

[14] Bkz. İbn-i Mâce, Sadakat, 12.

[15] Buhârî, Cenâiz 92, Tâbir 48.

[16] Bkz. Tıybî, el-Kâşif an Hakāikı’s-Sünen, Mekke-i Mükerreme, 1417, II, 590.

[17] Ayrıca bkz. Müslim, Tahâret, 111; Ebû Dâvûd, Tahâret, 11; Tirmizî, Tahâret, 53; Nesâî, Tahâret, 26; Cenâiz, 116; İbn-i Mâce, Tahâret, 26.

[18] Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134.

[19] Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9/2890; Hâkim, II, 540/3839; Heysemî, VII, 128.

[20] İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, Bedir Yay. s. 102, 130.

[21] Bkz. Müslim, Îman, 278. Krş. Ebû Nuaym, Hilye, II, 319; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, III, 263.

[22] Buhârî, Libâs, 68; Müslim, Îman, 268; Ahmed, I, 232; Hâkim, II, 638/4123.

[23] Süyûtî, Büşra’l-Keîb bi-Likāi’l-Habîb, Dımaşk 1425, s. 48.

[24] Süyûtî, Büşra’l-Keîb bi-Likāi’l-Habîb, s. 48; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [Nisâ, 100].

[25] Ebû Nuaym, Hilye, II, 322; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, III, 263.

[26] Bkz. Müslim, Birr, 163.

[27] “Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir…” (er-Rûm, 20)

[28] Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Altınoluk Dergisi, Temmuz 2014, sayı 341, sf. 48.

[29] Bkz. el-Hucurât, 10.

[30] Techîz: Vefât eden kimse için genel olarak yapılması gereken hazırlıklar.

Tekfîn: Vefât eden kimsenin kefenlenmesi.

Teşyî: Vefât etmiş kimsenin tabuta konulup musallâya, yani cenâze namazının kılınacağı yere ve namazdan sonra da kabristana taşınması.

[31] Farz-ı kifâye: Bir veya yeterli sayıda kişi tarafından yerine getirilmesi ile başkaları üzerinden sorumluluğu kalkan farz.

[32] Müstehab: Yapılması dînen emredilmediği hâlde makbul sayılan şeyler. İşleyen sevap kazanır, işlemeyen günaha girmez.

[33] Cenâze namazını ikinci defa kılmak, Hanefîlere ve Mâlikîlere göre mekruhtur. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise cenâzeye yetişemeyenin, definden sonra bile olsa, ayrıca cenâze namazı kılması câizdir; hattâ Şâfiîlere göre bu, sünnettir.

[34] İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 144; Belâzurî, Ensâb, I, 451.

[35] İbn-i Abdilberr, İstiâb, I, 59; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 51; Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledünniyye, I, 259.

[36] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 131.

[37] Bkz. Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvûd, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 58.

[38] Ebû Dâvûd, Cenâiz 19-20; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned V, 26, 27; İbn-i Hibbân, Sahih, V, 3.

[39] Bkz. Müslim, İmâre, 119, 120; Nesâî, Büyû, 98; Ahmed, V, 289.

[40] Tirmizî, Cenâiz, 69/1069; Nesâî, Cenâiz, 67.

[41] Buhârî, Nefekāt, 15; Müslim, Ferâiz, 14.

[42] el-Ahzâb, 6.

[43] Bundan dolayı, borcunu ödemek istediği hâlde mal bırakamayan kimsenin borcunu, devlet başkanının beytülmâlden/devlet hazinesinden ödemesi îcâb eder.

[44] Bkz. Müslim, Cenâiz, 58.

[45] Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 39/3166; Tirmizî, Cenâiz, 40.

[46] Kırat: Kıymetli taşların tartılmasında kullanılan iki desigramlık ölçü. Dirhemin on altıda biri.

[47] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56/3199.

[48] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 123.

[49] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102.

[50] İskāt: Namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibadet ve borçları îfâ etmeden vefât etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için fukaraya nakdî bedellerini vermeye denir. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)

[51] Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Beyrut, ts., s. 293.

[52] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 132.

[53] Ebû Bekir bin Hallâl, el-Kırâe ınde’l-Kubûr, Beyrut 1424, s. 89, no: 7.

[54] Mekruh; dînen haram olmamakla beraber, ancak zarûrî hâlde câiz olan ve normal hâllerde terk edilmesi gereken şeylerdir. Tenzîhen mekruh ise, helâle yakın mekruhtur.

[55] Bkz. Buhârî, Ezân, 162-166.

[56] Devir: Nakdî bedeli vermek yerine muayyen bir miktarı bir bez parçasının içine koyup fukaraya hibe etmek, sonra onu hibe yoluyla tekrar geri almak ve borç bitinceye kadar bu işe devam etmeye denir. Böyle bir tatbikat Resûlullah, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devirlerinde yoktur. Lâkin “iskāt”a hicrî ikinci asrın sonlarında, “devir” sûretiyle iskāta ise hicrî beşinci asırda cevaz verilmiştir. Zamanımızda âdet hâline gelmiş olan ve İslâm’ın kaynaklarına dayandığı sanılan devir âdeti, infakta cimriliğe ve ibadetlerde tembelliğe sebep teşkil eden bir bid’at mâhiyetindedir. Bu bakımdan, devir âdetinin terk edilmesi ve mevtâ nâmına doğrudan doğruya sadaka verilmesi, hayırlar yapılması, kusurlarının affı için de Allah Teâlâ’ya yalvarılması gerekir. Böylece hem sünnete uygun hareket edilmiş, hem de yapılan mâlî ibadetler, hayırlar ve sadakalar, gerçek sahiplerini, yani ona muhtaç olan şahısları bulmuş olacaktır. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)

[57] Bu namaz borçlarından kastedilen şudur: Vefât eden bir kimsenin hayattayken kılamadığı veya ihlâs ve huşû gibi bâtınî şartlarına lâyıkıyla riâyet edemeden kılmış olduğu namazlardır. Yoksa burada, böyle bir telâfi yoluna güvenerek gevşeklik ve tembellik sebebiyle edâ edilmemiş namazlar kastedilmemektedir.

[58] Bkz. en-Nisâ, 11-12.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları