Bilgiye Neden İhtiyaç Duyarız?

İnsanlar bilgiye ihtiyaç duyma hususunda diğer varlıklardan bariz bir şekilde farklıdır. Diğer mahlûkâtın ilme ihtiyacı yoktur. Kedilerin yahut kuşların bizim anladığımız mânâda ilme, talime, öğrenmeye ihtiyacı olmaz. Peki bizler bilgiye neden ihtiyaç duyarız?

İnsanlar bilgiye ihtiyaç duyma hususunda diğer varlıklardan bariz bir şekilde farklıdır. Diğer mahlûkâtın ilme ihtiyacı yoktur. Kedilerin yahut kuşların bizim anladığımız mânâda ilme, talime, öğrenmeye ihtiyacı olmaz. Çünkü onlar hayatlarını, Cenâb-ı Hakk’ın doğuştan kendilerine lûtfettiği sevk-i tabiîler (içgüdüler) ile sürdürmektedir.

İnsan ise, son nefesine kadar ilme, öğrenmeye ve unutmamak için tekrarlamaya muhtaç yaratılmıştır. Çünkü;

Dünyaya geliş bir imtihandır ve bu imtihanın neticesinde ise ya Cennet ya da Cehennem bulunmaktadır.

Dolayısıyla ömür boyu zararlı olanı terk etmek, faydalı olanı da tercih edebilmek ve yaşayabilmek için insanın ilme ihtiyacı vardır. Cehennem’den kurtaracak, Cennet’e vardıracak yolları öğrenmeye ihtiyacı vardır.

TANIYABİLMEK YAKLAŞABİLMEK

Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, yaratılışın gâyesi, kulluktur. (لِيَعْبُدُون) Hayatın hedefi, Hakk’ı tanıyabilmek, kalben Allâh’a yaklaşabilmektir. (لِيَعْرِفُون)

Mesela bir kimse, doktor olmak istediğinde Tıp Fakültesini, mühendis olmak istediğinde ise Mühendislik Fakültesini okumaya yönelir. O ilmin inceliklerini öğrenmek gâyesiyle, o hususta bilgi sahibi olan kimselerin peşinde koşar, gayret sarf eder.

Lâkin Rabbimiz, kullarına olan engin sevgisi, ihsan ve ikrâmı dolayısıyla, kulluk tahsilini yaptırmak ve mârifetullahtan nasîb alabilmesini sağlamak için insanoğluna kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Ayrıca bu peygamberler, ümmetleri için en güzel bir numûne olmuş, herhangi bir ücret talep etmeden bütün gayretlerini insanoğlunu irşâd için sarf etmişlerdir.

İşte bu nebevî terbiyeden uzak kalarak kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellîlerine âmâ kesilen, “dünyaya gelenin, nereden ve niçin geldiğini; dünyadan gidenin de neden ve nereye gittiğini” bilmeyen, beşikten teneşire, nihâyet kabir âlemindeki meçhullere, bir hazan yaprağı misâli şuursuzca savrulan bir insanın durumu ne hazindir!..

Yaratıcısı ve Rabbi olan Allâh’ın huzurunda hiçliğini idrâk edemeyen ve şükür hissiyatıyla secdelere kapanmayan bir kalbin, kıymeti ve insanlık haysiyeti ne olabilir?!.

Yûnus Emre ne güzel buyurmuştur:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,

Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?

İnsan aklı, fennî ilimler denilen, yani laboratuvar müşahedeleriyle ispatlanabilen fizik, kimya, tıp, biyoloji vs. gibi ilimleri öğrenebilir. Lâkin bu bilgiler iki uçlu bir bıçak gibidir. Faraza hukuk tahsili gören bir kimse, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellat; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. Yine bir inşaat mühendisi, insanlara ev inşâ edeceği yerde, malzemeyi eksik kullanması sebebiyle onlara küçük bir depremde yerle bir olan mezar odaları yapabilir. Dolayısıyla aklın hakka ve hayra yönlendirilmesi, ancak vahyin muhtevâsında nebevî bir terbiyeden geçmesiyle mümkündür.

Unutmamalı ki fânî günlerin hayat notları, ebediyet mahkemesinin adlî dosyalarıdır. Meçhullerle çevrilmiş hayat yolcusunun huzur ve saâdet kapısı, ancak nebevî terbiyeden nasîb alabilmekle açılabilir.

ÖĞRETME KİME AİT?

İnsan, gıda ve terbiye ihtiyacını giderme hususunda nasıl başta anne-babası olmak üzere diğer insanlardan istifade ediyorsa, hakikî ilmi tahsilde de vazife anne-babaya, hocalara, âlimlere ve topluma düşer. Fakat bilhassa fitne ve fesadın çoğaldığı günümüzde takvâ ehli sâlih âlimlerden istifâde etmeye gayret etmek büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın şahsında kıyamete kadar gelecek bütün ümmetine, bu hususta hassasiyet göstermelerinin lüzumunu, şu şekilde emir buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, istikâmetten sapanlardan alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)

Dolayısıyla, nesli yetiştirme mes’ûliyeti ihmal edilirse, âkıbet hazin olur. Evlâtlarımız dinlerine, medeniyetlerine yabancılaşır; mânen, yabancı yerlerin evlâdı ve nesli olurlar. Geriye kalan biyolojik yapı da hiçbir şey ifade etmez hâle gelir. Kıyamet günü ise uhrevî tahsilleri ihmal edilmiş evlâtlar ana-babalarından dâvâcı olacaktır.

KIYAMET GÜNÜ FERYATLAR FAYDA VERMEZ!

Evlâtlar ne yapsa ana-babalarının haklarını ödeyemezler; ama ana-babalar o ciğerparelerini Cenâb-ı Hakk’ın yoluna değil de başka taraflara sevk etmişlerse, istikbâli/geleceği fânîlerin vereceği kâğıt parçalarında aramışlarsa, Allâh’ın vaad ettiği istikbâli de ikinci plâna atmışlarsa, âkıbet hüsrandır. Çünkü bu durumda evlâtlar, mahşer meydanında ana-babalarının yakasına yapışacak, öz ebeveynlerinden dâvâcı olacaklardır.

Bu gerçeğin muhasebesini bugün yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü;

Kıyâmet günü feryatlar fayda vermez.

Dolayısıyla bugün en büyük hedefimiz, kâmil insan yetiştirebilmek ve arkamızdan karakter ve şahsiyet mirası bırakabilmek olmalıdır.

Bu vesilelerle;

Kazancımızın helâliyetine ihtimam göstermeliyiz.

Kendimizi ve evlâtlarımızı kimin ve kimlerin terbiye ettiğine dikkat etmeliyiz.

Hakikî ilme ve tahsile talip olmalıyız.

Hâsılı;

Ebedî gerçeği şimdiden görmeli, bugün evlâtlarımızı eğitmek için gece-gündüz ter dökmeliyiz. Bilhassa Kur’ân tahsiline, çocuklarımızın Allah kelâmının ve sünnet-i seniyyenin ulvî dokusundan hisseler alabilmesine gayret etmeliyiz. Evlâtlarımızın güzel bir istikbâle sahip olmalarını istiyorsak, onları sâlih ve sâliha kimseler olarak yetiştirmeliyiz. Bunun için ilk şartın, evvelâ kendi karakter ve şahsiyetimizi Kur’ân ve Sünnet istikametinde inşa etmek olduğunu da aslâ unutmamalıyız. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bizlere iki emânet bırakmıştır: “Kur’ân ve Sünnet.” Bunlara olan rağbetimiz de bizim Efendimiz’e olan yakınlığımızın en bâriz bir göstergesidir.

Cenâb-ı Hak, şahsiyetimizi Kur’ân ve Hazret-i Peygamber ahlâkıyla inşâ etmeye cümlemizi muvaffak kılsın. Fayda veren ilimlerle bizleri şuurlandırsın. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Şubat Sayı: 156

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • ödevimde çok yardımcı oldunuz teşekkürler

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.