Bilmemenin Özrü Var mı?

EZCÜMLE

Kur’an-ı Kerim insan tavrındaki zulmü ve cehli şiddetle reddediyor; insanı her şeyi bileceğini iş’ar eden bir üslupla ilzam ediyor ve hep, bilmenin gerektirdiği iman ve salâh sorumluluğuna atıf yapıyor. Sorumluluğu şartlara bağlama konusunda insanların aralarında sözünü ettikleri mülahazaların; beşeri izah ve gerekçelerin uhrevi planda da geçerli olacağını sanmak büyük bir yanılgıdır. Bu yolda kimse, ne kendini ve ne de hemcinsini ikna gayretine girişerek neticede kandırmaya kalkışmamalıdır.

Cenabı Hakk, insanoğlunu değişik zaman ve devirlerde; farklı coğrafyalarda; ayrı dini ve milli mensubiyetler içinde; medeniyet ve kültür bağlamında birbirinden az-çok değişik ortamlarda teknolojik gelişmişliğin ve ekonominin belli bir merhalesinde hayat sahasına çıkarır. Onun dünyevi hüviyeti ve toplumsal kimliği bu değişkenlere göre şekillenerek oluşur. Bunda tıpkı; cildinin rengi, ırki özellikleri ve boyu-posu gibi ebeveyninden intikal eden irsi vasıfları kabilinden ilahi bir takdir; mukadder bir nasip söz konusudur. Her insan hem ekolojik-fiziki ve biyolojik şartları itibariyle ve hem de tarihi-sosyal anlamda ilahi takdirin kendisine çizdiği böyle belli bir yapı ve ortam içinde varolur ve hayat çizgisini buradan idrak ederek yaşamaya başlar. Ancak o asla bir robot değildir. Her şeyi izleyip yorumlayan, değerlendiren, sorgulayan; şuur, akıl ve vicdan sahibi bir “kul” olarak yaratılmıştır. Her şeyin ötesinde Halıkını, Rabbini bilme ve O’na iman etme yeteneği ile donatılmıştır ve bu vasfı ile temayüz eden “mükerrem” bir mahluk olmuştur. Teklife muhatap ve “emanet”i yüklenmiş müstesna ve seçkin bir varlıktır.

Bütün insanlarda doğuştan varolan, fıtrattan kaynaklanan bu vasıflar, onu her şeyin ötesinde Rabbi ile münasebetini tefekküre sevk eder; mebde ve meadı düşündürür ve bu yolda evrensel bir insani tavır olarak belirir. Bu manevi yapısı itibariyle insan, içinde yaratıldığı şartların mahkumu olmaz; onları evrensel geçerliliği olan yüksek bir şuurla anlamlandırıp layık olduğu yere oturtma ve o şartları aşma şansını her zaman haizdir. Önemli olan da onun bu vechesidir. Beşeri ve sosyal kimliğinin ötesinde insan, bu yönü ile, Rabbi ile münasebeti ön planda bulunan seçkin bir mahluk hüviyetiyle, her şeyi sil-baştan yeniden değerlendirip düzelten, düzenleyen ve yöneten ve bu anlamda inisiyatif kullanan soylu bir hayat sahibidir. Gerçek üretkenlik bu inisiyatifin kullanılmasıyla mümkündür; ıslah ancak böylece kabil olabilir ve geçerli çözümlerin yolu da sadece buradan geçer. Gene bilgi ve bilgeliğe ulaşılması da ancak bu yüksek insani inisiyatifin harekete geçirilmesiyle imkan dahiline girer.

Bu yetenekle donatıldığı ve bilgi ve bilgeliği alıp-özümseme kapasitesi ile fıtraten mücehhez kılındığı için insan; bu inisiyatifini değerlendirmekten ve onu saptırmadan, yerinde ve doğru olarak kullanmaktan da sorumludur. O, her şeyi bilmek, anlamak ve neticede imana kavuşmakla yükümlüdür. Fıtri hüviyetinde saklı potansiyel onu bu neticeye vardırmakla belirir ve anlam kazanır. Bu bakımdan insan için küfrün mazereti yoktur. Hiçbir sebep ve bahane küfrü “anlaşılabilir” ya da “kabul edilebilir” kılamaz.

HAKK İLE TANIŞ OLANLAR

Peygamberimiz risaletini tebliğe başladığında muhataplarının bir kısmı (muttakiler) bildirilenlerin sahih ve gerçek olduğunu hemen anladılar. Onlar esasen “Hakk ile tanış olan”lardı (Maide, 88) Onlar için getirilenin mahiyeti ve getiren elçinin hüviyeti tanınıyor ve zaten yabancısı olmadıkları, yanılmaları mümkün olmayan kendi konularına, öz meselelerine davet olunuyorlardı. İkna olmaları için uzun boylu gayrete ihtiyaç yoktu; derhal kabul ettiler. Bir kısım muhataplar ya da elçiyi yeni tanıyanlar ise, ikna edici ayrıntılı açıklamalara da ihtiyaç duymuş ve ondan sonra itminan bularak kabul etmiş olabilirler. Ancak bir kısmı vardı ki, onlar anlamamakta ve hiçbir şeyi kabul etmemekte alabildiğine direndiler; küfürde ısrarlı oldular.

Risalet karşısında değişik tepkiler gösteren bütün bu insanlar hep aynı toplumun mensuplarıydı. Aynı dili konuşuyor, aynı medeniyet ve kültür dairesinde yaşıyor ve aşağı yukarı benzer eğitim formasyonundan geçmiş bulunuyordu. Geleneklerinin farklı olmadığı muhakkaktı. Ama olaya farklı baktılar ve zıt tavırların sahipleri olarak karşı karşıya geldiler. İnisiyatiflerini yerinde kullanıp seçimini doğru yapan ve hidayet bulanlar ile suiistimale meylederek sapan ve sapkın kalanlar... Burada söz konusu olan temel insani seçim; şartlara atıfta bulunarak, sebebi sırf vakıalara irca ederek izah edilemez. İşin elbette sosyal bir boyutu, bu anlamda karmaşık bir altyapısı vardır ama tercih ve inisiyatif doğrudan insandan, kişiden, bireyden kaynaklanmıştır.

Tebliğ edilen risaletin bağlayıcılığı (muhataplarının kabulden sorumlu oluşları) mahiyetinden kaynaklanıyordu. İnsanlar hiçbir zaman yabancısı olmadıkları; fıtraten eğilimli ve aşinası oldukları hakikate; bilgi ve hikmete uygun, objektif (afaki) ve deruni (içsel) delilleri olan gerçeğe çağrılıyor; geçerli olana uyum ve teslimiyet göstermeye davet ediliyordu. Bütün iyilik ve güzelliklerin, edebin, sevginin, barış ve güvenliğin yoluydu söz konusu olan. Bunu “anlamamak”, bunu “bilmemek” olmazdı. Eğer olsaydı, muhataplar sorumlu da tutulamazdı. Oysa risalet ve tebliğin vukuu dahi onların mesul olduğunu ortaya koymuştu.

İNSANIN GÜNDEMİNDE OLAN HAKİKATLER

Yaratılıştan insanın gündeminde olan hakikatleri anlayamamak, düşünememek ve nihayet bilememek; belki -bir zaman için- dünya hayatında, belli bir olgunlaşma süreci içinde, (göreceli olarak) bir mana ifade edebilir. Ancak nihai anlamda ve uhrevi planda cehlin yeri yoktur. Kitabı mübinin beyanları ahirette herkesin (mümin olsun, kafir olsun) her şeyi bilmiş ve anlamış olacağını ortaya koyuyor. Cenabı Hakk, insanları cahil ve kafir olsunlar; cehl ve küfr içinde kalsınlar diye yaratmış değildir. Matlub olan imana kavuşmak ve hidayet bulmaktır. Bu ise cehilden, düşüncesizlikten ve anlayışsız kalmaktan kurtulmak demektir.

Zaten insanoğlunun dini algılayamamak, bilmemek ve anlayamamak gibi bir hakkı yoktur. Bu yolda özür bulunmamak gerekir. “Dinü’l kayyim”a, Allah’ın kanununa ilgisiz, kayıtsız ve uzak kalmak, kendi öz menfaatimize ve maslahatımıza yabancı düşmek olur ki, bu da hamakatten başka bir şey değildir. Pozitif hukuk sahasında, yürürlükte bulunan mevzuat konusunda bile insanlar için “bilmemek” geçerli olmuyor; yasal düzenin objektif mahiyeti buna müsaade etmiyor iken; kainatın ve bütün mükevvenatın Fâtır’ına; O’nun koyduğu geçerli, doğal düzene ve O’nun yüce hoşnutluğuna birtakım bahanelere sığınarak sırt çevirmek cevaz bulabilir mi?

Kur’an-ı Kerim insan tavrındaki zulmü ve cehli şiddetle reddediyor; insanı her şeyi bileceğini iş’ar eden bir üslupla ilzam ediyor ve hep, bilmenin gerektirdiği iman ve salâh sorumluluğuna atıf yapıyor. Sorumluluğu şartlara bağlama konusunda insanların aralarında sözünü ettikleri mülahazaların; beşeri izah ve gerekçelerin uhrevi planda da geçerli olacağını sanmak büyük bir yanılgıdır. Bu yolda kimse, ne kendini ve ne de hemcinsini ikna gayretine girişerek neticede kandırmaya kalkışmamalıdır.

Şurası anlaşılıyor ki; insanın bilgi yoksunu kalması ile küfre sürüklenişi arasında çok yakın alaka vardır. Gerçeği örtmek ya da o anlama gelecek şekilde gerçeği, tam bir saygı ile asli hüviyeti ve bütünlüğü içinde kabul yerine tahrif etmek; ona karşı nankörlüğe sürüklenmek ve neticede inkarcı olup çıkmak; temelde hep cehlin marifetleridir. İnsana hiç yakışmayan bu hal; çok kerîm ve erhamü’r râhîmîn olan o Yüce Halıkımıza karşı hiçbir özre sığmaz.

Kaynak: Mahmud Rıfat Kademoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 140