Bin Yıllık Hikmet Bu Kitapta
Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib tarafından 11. yüzyılda yazılmış, Türk dilinin, edebiyatının ve kültür tarihinin mühim kaynaklarından biridir. Karahanlılar’ın Hâkânı Uluğ Buğra Han’a sunulmuştur. Türklerin İslâm’ı kabûlünden sonraki ilk yazılı edebî eserlerdendir.
Kutadgu Bilig, huzur ve saâdet bilgisi demek olup her iki dünyada saâdete ermek için takip edilmesi gereken yolu insan nesline göstermek gayesiyle kaleme alınmıştır. Bu eserde fert, cemiyet ve devlet hayatının ideal bir şekilde düzenlenmesinde zarûrî olan zihniyet, bilgi ve fazîletlerin neler olduğu, bunların nasıl elde edileceği ve nasıl kullanılacağı, sanatkârâne bir üslupla anlatılmıştır.
İSLAMİ BİLGİLERLE TÜRK DEVLET GELENEĞİNİN HARMANLANMIŞ HALİ; KUTADGU BİLİG
Eser bir bakıma İslâmî bilgilerle, eski Türk devlet geleneğini mezcetmiş gibidir. Muhtevâsında din, âile düzeni ve ahlâk anlayışı, devlet, ordu, gelenek ve görenekler hattâ bâzı meslek ve sanatlara dâir dikkat çekici bilgi ve öğütler yer almaktadır. Bunlardan birkaçını nasihat bâbında zikredelim:
“Akıllı insanın sözü, akılsız için gözdür.”
İnsanların doğruyu eğriden ayırma husûsunda akıl ve fikirleri farklı seviyelerdedir. Bu yüzden her insanın, kendisinden daha akıllı ve hikmet sahibi kimselerin söz ve nasihatlerine ihtiyacı vardır. Zira kendi nâkıs akıllarıyla birçok bâdirelere sürüklenebilecek olan nice insanlar, olgun kimselerin tecrübelerine göre hareket ettiklerinde, pek çok tehlikeden kendilerini korurlar. Bu bakımdan sâlih, âlim ve ârif kişilerin hikmetli söz ve nasihatleri, avâm için büyük bir nîmettir.
“Yola çıkan insan yol üzerinde ev yapmaz; göç eden kimse de eşyasını evde bırakmaz. Sen misafirsin, bu dünya sana bir misafirhanedir; misafirhanede çok fazla şey aranmaz.”
EY YOLCU! YOLCULUKTA EV İNŞA EDİLMEZ
Bu cihandaki umûmî manzara, fânîliktir. Fânîye aldanmayan kimse, gerçek saâdeti bulur. Bizler, dünyaya imtihan için gelen, âhiret yolcularıyız. İmam Şâfî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı değildir!”
Yâni fânîliğinin idrâki içerisinde bulunan insan, dünya servetinin kendisini ebedî kılacağını zannetme gafletinden gönlünü her dâim muhâfaza ederek, asıl gayret ve himmetini ebedî âlem olan âhirete yöneltir. Bunun için de dünya nîmetlerine gönül kaptırmaz, bilakis onları âhiret saâdetine sermâye kılabilme firâsetiyle yaşar.
“Ey âlim kişi; nefsinin esiri olma! Nefsin seni esir ederse, fidye olarak, dinini ister.”
Nefsinin hoyratlığına râm olanın mânevî dünyası zâfiyete uğrar. Nitekim nefsinin her istediğini pervâsızca yerine getiren Firavun, Kârun ve emsallerinin gönül âlemleri mezbeleye dönmüştür. Nefislerinin hevâ ve heveslerini putlaştıran her insan da bu inançsızlık girdabında helâk olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
FAZİLET SAHİBİ BİR İNSAN OLMAK İÇİN NE YAPMALI?
Diğer taraftan nefsini terbiye ederek Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kulluk hayatı yaşayabilen bahtiyarlar, Hakk’ın dostluğuna nâil olmuş ve böylece mü’minlerin gönüllerinde taht kurmuşlardır.
“İnsan, gönlünü çıkarıp avucuna koyarak, başkaları önünde, mahcûb olmadan dolaşabilmelidir.”
İnsanın fazîleti, onun el-Emîn ve es-Sâdık olmasındadır. Yani herkes ona îtimâd edebilmeli, onun doğruluğundan şüphe duymamalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’ı tebliğe başlayacağı zaman, evvelâ kendi şahsiyetini tescil ettirmek için Ebû Kubeys Dağı’nı gösterip;
“–Size; «Şu dağın arkasında düşman var; buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kastedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?” dediğinde Mekkeliler:
“–İnanırız. O dağın arkasını görmesek de, Sen Muhammedü’l-Emîn olduğun için verdiğin haberin doğruluğundan aslâ şüphe etmeyiz! İçimizde en doğru insan Sen’sin. Sen’in her dediğin doğrudur.” dediler.
ONLARA "ÖF" BİLE DEME
Peygamber Efendimiz onlardan bu tasdîki aldıktan sonra İslâm dînini tebliğ vazifesine başlamıştır. Kâmil bir mü’min de temiz bir vicdâna sahip olduğuna dair mü’minlerden âdeta hüsn-i hâl kağıdı alabilecek bir gönül kıvâmına sahip olmalıdır. Herkes o yüreğin temiz ve pâk olduğuna inanıp bu hususta şâhitlik edebilmelidir.
“Büyüklere saygı göster, hürmette kusur etme; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti sana da akseder.”
Nezâket, zarâfet ve hürmet, insana ait keyfiyetlerdir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Rabb'in, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (el-İsrâ, 23) buyurarak büyüklere ihtiyarlık hâlinde ve aklî melekeleri zayıfladığında dahî nezâket ve hürmet gösterilmesini emretmiştir.
BUNLARI YAPMAYAN BİZDEN DEĞİLDİR
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:
“Kim küçüğümüze merhamet etmez ve büyüğümüze hürmet göstermezse, bizden değildir.” (Heysemî, VIII, 15)
“İnsan nâdir değil, insanlık nâdirdir; insan az değil, doğruluk azdır.”
Yaratılmışların en şereflisi kılınmış olan insan, insanlık şeref ve haysiyetinin gerektirdiği mânevî fazîlet ve meziyetlere sahip çıkabildiği ölçüde insandır. Aksi hâlde diğer mahlûkattan bir farkı kalmaz. Hattâ onlardan daha da aşağı bir duruma düşebilir.
MÜSLÜMANIN ASLA YAPMAYACAĞI DAVRANIŞ
İnsanlık şeref ve haysiyetinin en mühim düsturlarından biri de “doğruluk”tur. Nitekim bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Mü’min korkak olabilir mi?” diye soruldu.
“–Evet, olabilir!” buyurdu.
“–Mü’min cimri olabilir mi?” diye soruldu.
“–Evet, olabilir!” buyurdu.
“–Peki mü’min yalancı olabilir mi?” diye soruldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sefer:
“–Hayır, aslâ!” buyurdu. (Muvatta’, Kelam, 19; Beyhakî, Şuab, IV, 207)
İşte insanı insan yapan, doğruluk, samîmiyet, güvenilirlik ve emsâli meziyetlere sahip bir şahsiyet ve karakter sergileyebilmektir. Elinden, dilinden, hâlinden ve güzel ahlâkından insanların istifâde edeceği bir mü’min olabilmektir.
SÖZ OLA KESE SAVAŞI, SÖZ OLA KESTİRE BAŞI
“(Kötü) söz, her şeyi alt-üst eden bir rüzgârdır, kalbi sızlatır. Kalbi sızlayan kimse ise seni mahvedebilir. Onun için sözünü yerli yerince kullan!”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Özür dilemeni gerektirecek bir sözü söyleme!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)
Nitekim söz vardır, keskin kılıç gibidir; kalpte tedavisi imkânsız yaralar açar. Hazan mevsimi gibi gönül bahçesinin yeşilliklerini öldürür, muhabbet goncalarını soldurur.
Bir söz de vardır ki bahar yağmurları gibidir. Gönle huzur ve rûhâniyet verir. Her tarafta güzelliklerin neşvü nemâ bulmasına vesîle olur. Onun için denilmiştir ki:
“Bin düşün, bir söyle!”
KİMLERLE İSTİŞARE ETMELİYİZ?
“Ey arkadaş, istişâre ederken, kendi menfaatini düşünmeyen kimse ile istişâre et.”
Menfaatperest bir kimse, her işinde evvelâ kendi çıkarını düşünerek hareket eder. Bu sebeple, verdiği hükümler de doğru ve hayırlı olanın değil, kendi arzu ve temâyüllerinin bir ifâdesidir. Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhâ-’ın şöyle bir nasihati vardır:
“Sâdık kardeş bul ve onlar arasında yaşa. Dürüst ve samîmî arkadaşlar, genişlikte süs ve ziynet; darlıkta yedek sermâyedirler. İşlerini, Allah’tan korkanlara danış ve onlarla istişâre et.”
HİÇ BİR ZAMAN KAŞLARINI ÇATMA!
“Uçan kuş bile eşini bilir ve sürüsünü bulur; sen insansın, içine karışacağın adamları iyi seç. Eğer sen menfaatsiz ve ilâhî bir sevgi ile arkadaş edinmek istersen, onun yükünü yüklen, hiç bir vakit yüzünü ekşitme ve kaşlarını çatma. Bunun faydasını burada arama, sabırlı ol; bunun ecrini yarın âhirette Allah Teâlâ verecektir.”
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119)
“O gün, zâlim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der:
Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (el-Furkân, 27-28)
KİMLERLE OTURDUĞUNA DİKKAT ET
En büyük beşerî felâket “Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En’âm, 68) emrine ters hareket ederek nefsânî arzularının sultası altında yaşayan kimselerle beraber olmaktır. Böylelerine muhabbet, her türlü menfîliğin kalpten kalbe in’ikâsıyla müthiş bir hüsran sebebi olur.
İnsan dâimâ müsbet ve menfî enerjinin tesiri altındadır. Bu sebeple sâlihlerle beraber olan, sâlihleşir; zâlimlerle beraber olan da zâlimleşerek onların zulüm ve cürüm ortağı olur.
Sâlih mü’minlerle gerçek bir dostluk ve kardeşliğin de bâzı şartları vardır. Bunların başlıcaları ise dâimâ, önce din kardeşinin iyiliğini düşünmek, ona hiçbir zaman yük olmayıp bilâkis her zaman onun yükünü çekmek, hata ve kusurlarını affedip tahammül göstermek, ondan dünyevî bir menfaat beklememek, yani onu ivazsız garezsiz sırf Allah için sevmektir. Böylece din kardeşliği vesîlesiyle Hakk’ın rızâsının arayışı içinde olabilmektir. Cenâb-ı Hak, hayatlarını âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şeriflerin şerhi hâlinde yaşamış bulunan Hak dostlarının rûhânî tavsiyelerinden nasip alabilmeyi cümlemize ihsân eylesin…
Âmîn…
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul
YORUMLAR