Bir Altın Yüz Bin Altından Daha Makbul
Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, fakirleri de fukarâ-i sâbirîn idi.
Tebük Gazvesi için infak seferberliği başladığında, herhangi bir imkânı bulunmayan sahâbîler bile, mal ve candan fedâkârlık yapabilme heyecânıyla dolmuşlardı. Bunlardan biri olan Ebû Akîl (r.a.), bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de Tebük Seferi’ne iştirâk eden askerlere infâk etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): “Allah senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmayı, toplanan yardımlar içine döktürdü. (Taberî, Tefsîr, X, 251)
Birgün Rasûlullah (s.a.v.): “Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi. “Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok varlıklı olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49) Yâni birincisi, kendisinin de muhtaç olduğu bütün imkânlarının yarısını verdi; ikincisi ise, birincisinin infâk ettiğinden çok daha fazla olmasına rağmen, malının ancak küçük bir kısmını verdi. Demek oluyor ki infâkın makbûliyeti, onun maddî miktârının çokluğundan ziyâde, gönüldeki fedâkârlık duygusunun seviyesine bağlıdır.
Yine bu hakîkati te’yîd eden şu misâl de pek ibretlidir: Bir zât, Hazret-i Osman’ın (r.a.) yanına gelerek şöyle dedi: “Ey mâl sâhibi zenginler! Bütün hayrı alıp götürdünüz; malınızdan tasadduk ediyorsunuz, köle âzâd ediyorsunuz, hacca gidiyorsunuz ve infakta bulunuyorsunuz…” Hazret-i Osman (r.a.): “Siz gerçekten bize gıpta ediyor musunuz?” diye sordu. O zât: “Evet, vallâhi size gıpta ediyoruz!” dedi. Bu sefer Hazret-i Osman (r.a.) şu cevâbı verdi: “Allâh’a yemin ederim ki bir kimsenin zorluk çekerek infâk ettiği bir dirhem, çok malın bir kısmından infâk edilen on bin dirhemden daha hayırlıdır.” (Ali el-Müttakî, VI, 612/17098)
Şeyh Sâdî de bu hakîkati şöyle dile getirir: “Hak Teâlâ, kimseye iyilik kapısını kapamamıştır. Şunu da bil ki, herkesin iyiliği kendi kudretine göredir. Bir zenginin hazînesinden bir kantar altın vermesi, bir fakirin el emeğinden bir kırat vermesi kadar olamaz. Çekirge ayağı, karıncaya ağır yüktür.” Yâni yapılan hayrın büyüklüğü veya küçüklüğü, gösterilen fedâkârlığın seviyesi nisbetindedir. Meselâ Yermuk Harbi’nde üç şehîdin üçü de susuzluktan kıvranırken bir bardak suyu birbirine ikrâm etmeleri, gönüllerindeki infak duygusunun seviyesini göstermesi bakımından kâbına varılmaz bir numûne teşkil etmiştir.
İşte sahâbe neslinin ideali, Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak idi. Bu yüzden onlarda merhamet ve zühd zirveleşti. Zîrâ o toplum, riyâzât hâlinde yaşıyordu. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, fakirleri de fukarâ-i sâbirîn idi. Peygamber Efendimiz’in de, ganimetlerin geldiği vakitlerdeki hâli, ağniyâ-i şâkirîne; günlerce evinde sıcak yemeğin pişmediği ve açlıktan karnına taş bağladığı zamanlardaki hâli de, fukarâ-i sâbirîne en güzel bir örnek idi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Öyle Bir Rahmet Ki, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul
YORUMLAR