Bir Hanımın Dillere Destan Hizmeti

Kendini yardıma muhtaç ve fakirlere hizmete adayan Hatice Okur Hanımefendinin dilinden yaptığı hizmetler ve karşılaştığı zorluklar...

Bursa Dilruba Evleri kurucusu Hatice Okur Hanımefendiyle yapılan röportajı siz kıymetli okuyucularımıza takdim ederiz:

Sizin Suriye’den gelenlere yardım etmek için Urfa’ya gittiğinizi öğrendik. Bu hizmet nasıl başladı?

Biz Özlüce’ye, yeni binamıza yerleştik, her şey tıkırında işliyor. İstediğimiz her şey oldu. Bir gün:

“-Yâ Rabbi, Sen beni ne kadar rahatlattın. Artık beni hizmette yormayacak mısın? Ben ne güzel koşup yoruluyordum. Bu kadar rahatlık geldiyse, acaba beni hizmet etmekten mi alıyorsun?” dedim.

O sırada Suriye savaşı sebebi ile mültecîler Türkiye’ye sığınmaya başladı. Bir gece saat 23:00-24:00 civarında, minibüsümüzle elemanları evlerine bıraktım. Eve dönüyorum. Lâkin çok şiddetli yağmur yağıyor. Otobanda yolun kenarında iki kişi büzülmüş yürüyor. Durdum, baktım: Genç hâmile bir hanımla yanında kocası ıslanmışlar, titreyerek yürüyorlar.

“-Bu saatte otobanda ne yapıyorsunuz?” dedim.

Çat pat Türkçeleri ile hastaneye gittiklerini söylediler. Zübeyde Hanım Doğumevi’ne gidiyorlarmış. Bulundukları yer ile hastane arası, en az 20 km...

“-Binin, ben sizi götüreyim. Bu havada yürüyerek oraya varılmaz!” dedim.

Bindiler. Paraları olmadığı için taksi tutamamışlar. O saatte otobüs seferleri bitmiş. Onları hastaneye götürdüm, işlemleri yapıldı:

“-Doğum zamanı değilmiş. Evinize dönebilirsiniz.” dediler.

O saatte onları orada bırakamazdım. Kestel’den daha öte bir yerde oturuyorlarmış. Evlerine bıraktım. Eve girişim, gece 03:00’ü buldu. Bu hâdise üzerine Suriyelilere yardım etmeye karar verdim. Bunların geldiği yeri ve nasıl geldiklerini çok merak ettim. Arabamla ilk defa doğuya gittim. Halep, Kilis, Reyhanlı… Oraları gezdim, gördüm.

Haftada iki defa git-gel yaparak orada hizmete başladım. Bu gidip gelmeler, tabiî yorucu olmaya başladı. Osman Hocamız:

“-Kızım, buna bünye dayanmaz. Uçakla git gel!” diyordu.

Benim için araba daha rahattı. İçine ihtiyaç olan eşyaları doldurup gidiyordum. Arabamızı da yine Avni Çelik Bey almıştı. Allah râzı olsun, o araba kaç defa bu hizmette de koştu, elhamdülillah! Küçük oğlumla gittim. Beraber kaldık. Ama bir müddet sonra oğlumun psikolojisi orada gördüklerine dayanamadı. Çünkü çok kötü manzaralarla karşılaşıyorduk gerçekten… Bir gün ilçelerde dolaşırken:

“-Burada dolaşarak vakit kaybetme!.. Akçakale ana-baba günü gibi… Yeni gelenler çok mağdur!” dediler.

Ben Akçakale neresidir, bilmiyorum. İlk defa duydum.

“-Urfa’da…” dediler.

Navigasyonla gittik. O günkü manzara dehşetti. Ben o gün insanların yüzünde kıyameti gördüm. Sanki her insanın ayrı ayrı kıyameti kopmuş gibi bir manzaraydı. Yüzbinlerce insan, Haziran ayında, Urfa’nın sıcağında… Ramazan’a bir hafta kalmıştı. Sınırdaki tel örgüyü anne-baba geçmiş, lâkin evlât orada kalmış ya da adam geçmiş, karısı kalmış veya tam tersi…

PYD bölgeyi alınca, can havliyle terliksiz, ayakkabısız koşarak kaçmışlar. Tabiî kaçabilenler… Bazen diyoruz ya, “Gelmeselerdi, kalsalardı, savaşsalardı.”

Düşünsenize, âniden köyünüze saldırmışlar; ırzınız, nâmusunuz, canınız tehlikede… Elinizde hiçbir silah ve malzeme yok! Şu an, şu odada yangın olsa, herkes arkasına bakmadan kaçar. Orada da âdeta bir cehennem var.

MÜLTECİ OLSAYDIN NE İSTERDİN?

Bir sürü dernek yardım etmeye çalışıyor, ama hepsi aynı şeyi yapıyor. Hepsi de durmadan somun ekmek, su dağıtıyor. Ve her yer ekmek kırığı, yığınlarca çöp pislik... Dedim ki kendi kendime:

“-Burada mültecî olarak bulunanlardan birisi sen olsaydın, ne isterdin?”

Tabiî ki önce etraftaki pisliklerin olmamasını isterdim. Bir tane tercüman buldum, ona söylettim:

“-Kim benimle temizlik yaparsa, akşama yemek sofrasında ikramlandıracağım ya da para yardımı yapacağım!”

Ama sıcakta mecalleri kesilmiş, ayaklarını kaldırmaktan âcizler… Bir de her şeylerini kaybetmişler. O psikoloji ile yatıyor çöpün içinde… Kendisini çöp kadar değerli görmüyor.

Biz oğlumla süpürmeye başladık. Bizi gören Suriyeliler de kalktı, yardım etmeye başladılar. Çöp poşetleri aldık; fırçalar, süpürgeler… Sonra belediyeyi çağırdık, çöpleri toplattık. İtfaiye geldi, her yeri yıkadı. Yabancı gazeteciler bile şaşırdı:

“-Bu kadın ne yapıyor?” diye bizi çekmeye başladılar.

Bursa’dan getirdiğim kumaşlardan herkese dağıttım; kimisi altına serdi, kimisi gölgelik yaptı. Kadınlar için örtülerden özel bölge yaptım. Başını açıp oturacağı, uzanıp uyuyabileceği bir yer…

EN BÜYÜK İHTİYAÇ

Sonra en büyük ihtiyaç, banyo… Bu insanlar, günlerdir güneşin altında bekliyorlar. Ben Allah’tan hayâ ettim, otele gidemedim. Herkes sokakta, yerde yatıyor. Biz oğlumla arabada yatıp kalkıyoruz. Temizlik yaptığım gün tepeme kadar çamur olmuşum. Bir genç yanıma yaklaştı:

“-Abla, paran yoksa da önemli değil; gel, bizim otelde bedava kal!..” dedi.

Meğer dibimizde otel varmış. Biz otelin varlığını bile fark etmemişiz. Otele geçtik, temizlendik. Ertesi gün hanımları gruplar hâlinde otel odasına taşıyorum, yıkanıyorlar. Otel sahibi:

“-Abla, bu otel odasında böyle baş olmaz. Sen bu kadar hayır sahibi isen belediyenin hamamı var, orayı kirala!” dedi.

Belediye başkanına çıktım, ama benimle görüşmedi. Yardımcısına ulaştım:

“-Bu hamamı ne yapacaksınız?” dedim.

“-İhaleye vereceğiz.” dedi.

“-Ne kadara çıkaracaksınız?”

“-Yıllık sekiz bin.” dedi.

“-Tamam. Verin hesap numaranızı, bu hamamı bize verin!” dedim.

Durumu anlattım. Parayı ödedik, hamamı kiraladık. Yirmi dört saat açık tuttuk. Sabahtan gençler, öğlen hanımlar, akşam çocuklar, gece erkekler... Türkmen bir genç kız buldum, yanıma eleman olarak aldım. Annesi ile parkta kalıyorlardı.

Eşe-dosta mesaj attım. “Bana giyilmiş-giyilmemiş fark etmez, temiz kıyafet gönderin!” dedim.

Çünkü banyo yapsalar, giyecek yedek kıyafetleri yok. Üstlerindekiler de kirden, tozdan, sıcaktan neredeyse parçalanacak durumda… Bir bebeğin üzerindeki elbiseyi gördüm; anne, kendi elbisesinin yenini kesip bebeğine giysi dikmiş. İpliği de çuvaldız iplerinden...

Ufacık çocukların yürümekten ayakları patlamış. Kadınların çocuklarını emzireceği kapalı bir yer yok. Tuvalet yok!.. Düşünün, Akçakale’nin yarısı bunların akrabası… Ama hangi birisini evlerinde yatırsınlar? O kadar çok ki… Tuvalet için kaç kapı çalıyor hanımlar; açan açıyor, açmayan açmıyor. Ya da açmaktan bıkmışlar artık... Düşünün kapıyı kapatmasa, evinin tuvaleti hiç boş kalmayacak. Siz olsanız ne kadar dayanırsınız?!

İnsanların kalacağı, gölgeleneceği yer ihtiyacına sıra gelmişti. Bursa’da döşemelik kumaş işi ile uğraşan ahbapları aradım.

“-Defolu veya başka türlü bize ne kadar kumaş gönderebilirseniz gönderin!” dedim.

EN ACİL İHTİYAÇ

Akçakale’de bir marangozla anlaştım; çadır direkleri yapacak! Hesap ettik, bir çadır dokuz direkle oluyor. Belediyeye ait bir tır garajını bize verdiler. Osman Efendi Üstâdımızı aradım:

“-En âcil ihtiyaç tuvalet!” dedim.

Hocamız da Melih Gökçek Bey’i aramış; ihtiyacı anlatmış. Onlar da oraya tuvalet yaptırdı. Kumaşlardan oğlumla ve oradan yardım edenlerle çadırlar yaptık. Bu arada Ramazan geldi. Tabiî çadırlarda iftarlar vermeye başladık; kadınlar kendi ekmeklerini yapmaya başladı. Çünkü ihtiyaçları olan saç, un… vs. onlara temin etmiştik.

“-Devlet nerede, ne yapıyor?” diye soracak olursanız, devletin çadır kentleri ağzına kadar dolu… İkişer âile, bir çadırda kalmaya başlamış. Biz tam 350 çadır dikmişiz; ama ben bir ayda dört kilo vermişim. Sıcakta sabahtan akşama hiç durmadan dikiyordum.

Sabrınızın bittiğini hiç hissettiniz mi?

Bitmedi. Neden biliyor musunuz? Vatansızlığın, kimsesizliğin, yolda çaresiz kalmanın ne demek olduğunu gördüm. Bursa’da da hizmet ediyorduk, ama her şeyimiz vardı. Aç değil, açıkta değildik. Varlık içinde hizmet yapıyorduk. Orada yokluğun ne demek olduğunu gördüm. Mekân yabancı, kimseyi tanımıyorum. Tabiî, sonra çok dostlar edindik; çok destek çıkan oldu, Allah râzı olsun.

Sonra bütün dernekler ve yardım eden vakıflar toplandık. Herkes konuşuyor, ama hiçbiri ne olduğunu bilerek konuşmuyor. Tamamen âfâkî… Onlara:

“-Böyle somun ekmek-su dağıtmakla iş olmuyor!” dedim. “İnsanların asıl ihtiyaçlarına odaklanalım. Ya bütçeleri birleştirelim bir şey yapalım ya da hasar tespiti yapıp hangi hizmetin ihtiyaç olduğunu belirleyelim. Hizmeti aramızda bölelim, hepimiz bir ihtiyacı görelim!

Fakat kimse yanaşmadı. Çünkü herkes kendi derneğinin reklamını yapma derdinde… Birisi odun dağıtıyor, hurrâ hepsi odun dağıtıyor. Ya birbirimizden haberdar olsak; birisi yiyecek verse, birisi giyecek… Birisi çadır verse, diğeri eğitim… Bir diğeri temizlik malzemesi verse, birisi ısınacak yakıt verse, birisi, mama bez vs. verse… Böyle daha güzel olmaz mı?

Biz evlerimizde sadece su ve somun ekmekle mi yetiniyoruz? Tek ihtiyacımız bu mu? Tek orada değil; her şehirde yardım yapılırken aynı hata yapılıyor. Kiminin evi erzak deposu, kimisi aç!.. Böyle olmaz. Ben kimlere yardım götürüyorsam; bu adres ve kişi bilgileri listesi, ortak havuzda olsa… Bana müracaat eden kişi, başka vakıflardan erzak veya nakdî yardım alıyorsa ortaya çıksa, güzel olmaz mı? Hem kötü niyetli insanlar engellenmiş olur. Hem de hayırlar gerçek sahibini bulur. Türkiyemizdeki vakıf ve derneklerin âcilen bu sisteme geçmesi lâzım.

Herkes Kızılay’ın kamplarına götürmüş. Neden? Dağıtması kolay, düzen var. O kadar erzak gitmiş ki, adam mecbûren o erzakları satmaya başlamış. Ne yapsın, kurtlansın mı? Diğer taraftaki insanlar da aç-açıkta yardım bekliyor. Kim hangi kampa ne getirdi, ne kadar getirdi, habersiz. Böyle olunca herkese ulaşılamıyor.

MUHTAÇLARA SICAK YUVA

Meselâ bir çadırda iki-üç erkek varsa, gider yardım alır. Diğer çadırda sadece kadınlar varsa, belki o da bu kalabalığın içine girmeye hayâ eder, alamaz.

Evet, aynen öyle oluyor. Kadınlar daha çok mağdur oluyor, böyle zamanlarda... Bizim diktiğimiz çadırlar, kışa yaklaşırken yeterli gelmemeye başladı. Melih Gökçek Bey, kışlık çadır gönderdi. Ama bu defa da alt yapı sorunu başladı. Kampı su bastı. Anladık ki, kışın âcilen binaya ihtiyaç var. En azından yaşlı kadın ve çocukların kalabileceği…

Bursa’dayken Mehmet Müezzinoğlu, bizim yaşlılarımızı ziyarete gelmişti:

“-Kızım bir şeye ihtiyaç olursa, beni ara!” demiş, özel telefonunu vermişti.

O sırada Akçakale’de bir devlet hastanesinin boşaltıldığını, yeni binaya geçtiğini öğrendim. Hemen Mehmet Müezzinoğlu’nu aradım. Sağlık bakanıydı o zaman… Kendisini aradım, durumu anlattım.

“-Yetim, yaşlı ve hanımları bu binaya alsak… Bize bu binayı tahsis eder misiniz?” dedim.

“-Tamam kızım, vali beyi arıyorum. Gidip kendisi ile konuş!” dedi.

Şimdi Bursa valisi olan İzzettin Küçük Bey ile o zaman orada ilk defa tanıştık; gerçekten tevâzû sahibi ve hizmet ehli, nâdir insanlardan biri...

“-Kızım, hemen ayarlayalım. O yetim ve kadınlar mağdur olmasın!” dedi.

Ama beni durdurmaya çalışan, o zamanın Urfa Sağlık Müdürü oldu. Çok uğraştı. Sebebi de ben onların cemaatinden değilmişim. Ya kardeşim bu hizmet işinin tarikati-cemaati olur mu? Biz aynı dinden değil miyiz? Vali Bey’in yardımıyla aştık bu problemleri… Ben kampımıza gittim. Biz buradaki yaşlı, dul ve yetimleri bir binaya taşıyacağız, ama binanın tamire ihtiyacı var. Elektrikçi, tesisatçı vs. lâzım… Çünkü bina, harabe gibi. Birçok gönüllü Suriyeli usta çıktı, elhamdülillah! Bunlarla bir ekip kurduk. Bursa’dan da ağabeyler geldi, plan-proje yaptık. Allah râzı olsun, onlar da destek oldu. Sağdan soldan para gönderenler de oldu, onlarla malzeme aldık ve tamirata başladık. On beş gün içinde tamamladık.

Osman Hocamız da halılar, yatak ve yorganlar gönderdi. Bir gecede yerleştirdik. Ertesi gün kampta yetim, dul, hasta, yaşlı ve sakatları seçtik. Bir ara burada baktığımız mağdur sayımız, 350 kişiye kadar çıktı, elhamdülillah!..

Üç sene kadar o binada hizmet verdik. Üç yıl sonunda Suriye’ye geri gidenler oldu. Yetimler başka yerlere yerleştirildi. Hastalardan ölenler oldu. Bazılarına ev düzeni kurup evlere taşıdık. Şimdi desteğimiz devam ediyor, artık birçoğu kendi düzenini kurdu. Bu bina da şimdilerde Suriyeliler için hastane olarak hizmet vermeye başladı. Şu an Akçakale’de durum bu…

Ben bu üç yıl içinde şunu öğrendim: Dünyanın her yerinde hizmete ihtiyaç var ve sen istedikten sonra her yerde, her hizmeti yapabilirsin. İnsanlığın tek bir âileden geldiğini hissettim. Meselâ Suriye’den gelmiş, dilini bilmiyorum. Ama anlaşmak zor olmadı, çünkü bütün insanların ihtiyacı aynı… Tabiî, bizim Bursa’daki tecrübelerimizle Urfa hizmeti daha kolay geldi, elhamdülillah!

Bursa’da madde bağımlıları ile de ilgilenmeye başlamışsınız. Bu hizmet hangi vesîle ile başladı?

Bir gün Bursa’da bir trafik ışığında bekliyorum. Çok yağmurlu bir hava, bir adamcağız büzülmüş, ağacın altında, yağmurda oturuyor. Arabamın dörtlülerini yakıp indim. Yanına gittim.

“-Amca sen kimsin? Yağmurda burada niye oturuyorsun?” diye sordum. Amca:

“-Çok hastayım, yürüyecek mecâlim yok!” dedi.

“-Hadi seni bizim yaşlı evimize götüreyim!” dedim, gelmek istemedi. O zaman kartımı verdim:

“-Sen ihtiyacın olursa beni ara. O zaman ben seni gelip alırım!” dedim. Adam akşam polislere kartımı göstermiş:

“-Kim bu? Bilemediğim için gitmedim!” demiş. Polisler de beni araştırmışlar, telefon ettiler.

“-Recep Amca kolonya bağımlısıdır, yine de getirelim mi?” dediler. Ben de:

“-Kalacak yeri yoksa getirin.” dedim.

Adam önce alkol, sonra onu alacak para bulamayınca kolonya bağımlısı olmuş. Evini, âilesini, her şeyini kaybetmiş, sokaklara düşmüş. Sonra bizde kalmaya başlayınca kendiliğinden bırakmaya başladı o alışkanlıklarını…

Yurt dışından Mehmet isimli eroin bağımlısı bir genç geldi. Şükran diye bir bağımlımız vardı, alkolik… O da aramıza katılınca sigara bile içmedi.

Bu kadar Amatem’lerde bıraktıramıyorlar, sizde nasıl bu kadar kolay bırakıyorlar?

Bence insan kendini güvende hissedince, böyle şeylere meyli yavaş yavaş bitiyor. Bir de bize gelenler, sokaklarda yıllarca sürünmüşler, her şeyi yaşamışlar. Artık yaşadıkları hayattan kendileri de tiksinmiş, kendilerini kurtaracak bir el beklerlerken Rabbim bizleri vesîle kılmış. Bizim yaptığımız tek şey, onları dışlamadan sevmek ve rehabilitasyondu.

Bu arada Urfa valisi İzzettin Küçük Beyefendi Bursa’ya vali olarak tayin oldu. Çok sevindik, orada çok yardımlarını görmüştük. Bursa’ya gelince bizi ziyarete geldi, hizmet mekânımızı gezdi. Yeni binamızın açılışını yaptı. Gezerken madde bağımlıları ilgisini çekti.

“-Biz bu madde bağımlıları ile ilgili bir proje yapsak?” dedi. Ben de:

“-Yapalım, fakat bizim onlara ayıracağımız özel bir bütçemiz yok!” dedim.

“-Ben size yardım edecek finansörler bulurum.” dedi.

Ne yapalım, nasıl yapalım derken ben de:

“-Köy kuralım.” dedim.

Yıllardır hayalimdi. “İnsanlık Köyü” adı altında bir köy kurup her türlü insanın rehabilite olacağı, kazanılıp topluma karıştırılacağı bir köy… Eğitimimiz; muhtacı, bağımlıyı ötekileştirmeden kazanıp ideal insan sınıfına sokmaktı. Vali Bey, bize:

“-Bir yeriniz var mı?” dedi. Ben de:

“-Orhaneli’de var.” dedim.

O arsayı alışımızın hikayesi de ilginçtir. Eski valilerimizden biri, Fatma Nine’yi ziyarete gelince:

“-Bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sormuştu.

O sırada da nakde bir hayli sıkışmıştık:

“-Paraya ihtiyacımız var. Bu yüzden kermes yapmak istiyoruz, ama yerimiz yok!” dedim. Vali bey de:

“-Tamam, yarın Mahfel’de yapın.” dedi.

Mahfel, Bursa’nın merkezinde bir yer… Akşam olmuş, yarın kermes yapılacak… Elimizde bir tane kurabiye bile yok! Ekibimi toplayıp bütün gece börek, kurabiye, elimizden ne geldiyse yaptık. Benim de kermeslerde vazifem gözlemedir. Sabah hamurumuzu yoğurduk, malzemelerimizi aldık. Vali beyin bize tahsis ettiği Mahfel’i açtık. Üç gün orada kermes yaptık. Bursa gözlemesiz kalmış gibi, sabah sekizden gece bire kadar satıyoruz, insanlar kuyrukta bekliyor. Tezgahtar hanımlar da benim hizmetime yardım eden, çoğu ihvan bile olmayan, zengin iş adamlarının hanımları... Eşleri de öğlen gözleme yemeye geliyor, bir gözleme alıp 50 dolar bırakıyorlardı. Bunların çoğu cemaatten olmayan insanlar olduğu hâlde hizmete katkıda bulunmak için gelirlerdi. Allah hepsinden râzı olsun. 25 bin lira para kazandık, elhamdülillah!

“-Vali Bey, bize üç gün yetti.” dedik. O:

“-Kızım, bir hafta yapsaydınız.” dedi. Biz:

“-Yaşlılarımızı, yetimlerimizi kermesle uğraşırken ihmal ediyoruz.” dedik.

“-Peki, parayı ne yapacaksınız?” deyince:

“-Bu para çok bereketli oldu, verenler fazlasıyla ve gönülden verdi. Biz bununla arsa alalım. Sadaka tam yerini bulsun!” dedik.

“-Nereden istiyorsunuz?” dedi.

Düşündüm.

“-Bursa’nın en fakir bölgesi Keles-Orhaneli… O civardan alsak iyi olur. O bölgede bakıma muhtaç çok yaşlı var; oraya bir tane yaşlı bakımevi yaparsak o bölgenin mağdurlarına da ulaşmış oluruz!” dedim. Vali Bey:

“-Git araştır kızım, biz de yardımcı olalım!” dedi.

Yola yakın, küçük bir arsa bulduk. Tam 25 bin liraya aldık orayı, elhamdülillah! Üç-dört yıl arsamız boş bekledi. Çünkü düzenli yardım alan bir kurum değiliz. Ancak elimizdeki muhtaçların ihtiyacını karşılayabiliyoruz. Yazları yaşlılarımı götürecek, hava aldıracak yerimiz yoktu. Bazen zenginler evine alıyordu, ama kimi altını ıslattı, kimi kustu. Bu yüzden bizi tekrar davet eden olmadı. Bir yaz Ramazan’da bu arsamıza çadırlar kurduk. İkinci el eşyalar bulduk, yerleştirdik. Biz piknik-gezi ihtiyacımızı burada gidermeye başladık. Havası çok güzel bir yerdi. Benim oraya çadır kurduğumu gören gönüllülerin yardımıyla prefabrik üç ev kurduk. İlk başlarda elektrik-su yoktu. Ama vazgeçmedik. İmkânlarımız yok; su yok, elektrik yok deyip bıraksaydık yapamazdık. Hâlâ doğalgazımız olmadığı için odun ocağında yemek yapıyoruz. Zor oluyor mu, evet, zor oluyor. Üstümüz başımız sürekli is kokuyor.

İşte hizmetin kilit noktası burası; vazgeçmemek! Biz ilk başladığımızda damacanalarla taşıdığımız suyla başladık inşaata. Daha sonra bir dostumuz jeneratör gönderdi. Vali Bey’in desteği de gelince, işler hızlandı. Ahşaptan şirin evler yaptık. Şu an sekiz evimiz oldu. Her evde üç kişinin kalabileceği şekilde dizayn edildi. Ortak kullanım alanları, atölyeler ve bir ahır yaptık, hayvanlarımız oldu.

Valiliğin yönlendirmesi ile madde bağımlısı gençler gelmeye başladı. Bunların arasında kurtulanlar da oldu, kurtulmayanlar da oldu. Biz burada doğru yolu gösteriyoruz, anlatıyoruz, örnek olmaya çalışıyoruz. Değişmek, kurtulmak isteyen, bu yola giriyor. Çünkü insan yetkinin kendisinde olduğunu hissederse, başkasını suçlayamaz. Hani bir söz vardır:

“-Sen seni var edersen, kimse seni yok edemez. Sen seni yok edersen, kimse seni var edemez!..”

Tabiî, biz birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmekle mes’ulüz. İşte biz burada bunu yapma gayretindeyiz. Burası bu mânâda “modern bir tekke” gibi… Bizim insanlık köyümüz, kendilerini tefekküre çekebilecekleri bir mağara gibi.. Meselâ meâl dersi yapan bir gencimiz var; eskiden bağımlı imiş, aldığı meâl dersinden sonra bağımlılıktan kurtulmuş. Kendisi Kur’ân’la kurtulduğu için o her hafta gelip bağımlılarımıza Kur’ân meâl dersi yapıyor. Çok tesirli oluyor. Kendini kurtarmış, iş kurmuş, şimdi de böyle dersler vermesi diğerlerine umut oluyor. Hocamızın tefekkür kitaplarından okuyor.

DİNDAR KESİM “BİZİM BAŞIMIZA GELMEZ!” DİYE DÜŞÜNÜYOR

Bu köye yardım edenler var mı?

Maalesef bizim câmiamızdan burası için yardım alamıyoruz. Onlara göre madde bağımlıları pis, serseri, deli… Kurtulması mümkün olmayan günahkârlar… Onlara böyle bakıyorlar. Bence nefes aldığı müddetçe herkesin kurtulması mümkündür. Allah ona mühlet veriyorsa, hâlâ ümit var demektir.

İnsanlar, özellikle dindar kesim, “Bizim başımıza gelmez!” diye düşünüyor. Ama bir yerde yangın varsa, her yere sıçrayabilir. Ki bunu yaşıyoruz. Bizi gizlice arayıp:

“-Aman kimse duymasın, bize yardım et!” diyen çok kardeşimiz var.

Bir ablamız vardı; bir sohbetten sonra:

“-Sen de iti-kopuğu toplamaya başlamışsın. Kendi kendine din icat etme başımıza! Defet onları başından!..” dedi. Ben de:

“-Biz hiçbir zararlarını görmedik; değişiyorlar, düzeliyorlar!” dedim.

Gerçekten gelenlere:

“-Bugüne kadar yaşadıklarınızı dışarıda bırakın. Bu köye temiz girin. Yeni bir hayata adım atmaya niyet edin!” diyoruz.

Girerken kimsenin üstlerini aramayız; iki-üç gün sonra bize getirip yasak olan ne varsa kendileri teslim ediyorlar:

“-İhtiyacımız olmadı, alın, yok edin!” diyorlar. Bırakamayana da:

“-Burada durmayın; gidin dışarıda devam edin!” diyoruz.

Kendisi iyileşmeyi istemiyorsa, yapacak bir şey yok. Az önce anlattığım sohbette beni azarlayan hanımın torunu bağımlı olmuş. Altı aydır bağımlıymış, yeni öğrenmişler. Beni aradı:

“-Allah beni affetsin! O gün sana söylediklerim yüzünden geldi başımıza bunlar!..” dedi.

Biz de beraber çalıştığımız, bu işin uzmanı psikoloğumuza yönlendirdik. Yapacak bir şey yok, insanın başına her şey gelebilir.

Benim ileriki projem, erkek yaşlıları, insanlık köyüne taşımak!.. Rehabilite olan gençler bunlara hizmet edecek; onlar da kendileriyle konuşacak, kendilerini dinleyecek insan arıyorlar. Onlar da gençlere nasihat edecek, ağabeylik, babalık yapacaklar. Burası bir maya olsun, başka şehirlerimizde de «insanlık köyü» kurulsun istiyorum. Ama önce buraları döndürecek ekip kurmamız lâzım. Özlüce’de ekibimizi kurduk, elhamdülillah, her şey tıkırında gidiyor. Urfa’da da kurduk, orası da devam ediyor. İnsanlık Köyü’nde de kurduktan sonra, yeni bir hizmete yöneliriz, inşâallah…

O zaman sizin gibi Haticeler yetiştirmeniz gerekecek.

Kimseyi yetiştiremiyorsun. Kendisi isterse, talep ederse belki onları yetiştirebiliriz. Gelenler de zorluğu görünce, vazgeçiyor zaten... Hizmete gelelim diyorlar.

“-Tamam, mutfakta ihtiyaç var, buyurun!” diyorum.

“-Orası bana göre değil!” diyorlar.

“-Yaşlı bakımı yapamam!” diyor. Ne versek bir şey söylüyorlar; sonra bana kızıyorlar. Orada-burada hakkımda konuşuyorlar, yani sevmeyenim çoğalıyor.

Son olarak sizin ilave etmek istediğiniz bir şey var mı?

Benim hakkımda “deli” dediler, “hırsız” dediler, “meczup” dediler, “Gösteriş yapıyor!” dediler. Ben bu işten bir kuruş para kazanmadım. Bir ev, bir dikili ağaç edinmedim. Hâlim ortada… Ben hepsini Rabbime havale ettim ve onlara hiç cevap vermedim. Hizmetim onlara cevap olsun, anlayana tabiî… Allah Rasûlü de hizmetteyken taşlandı, iftira atıldı, O İki Cihan Seyyidi’ne de “deli” dediler. Peygamberimiz onlar için bedduâ etmedi, sadece:

“-Bilselerdi yapmazlardı!” buyurdu ya, bu söz benim için hayat ölçüsü oldu.

Ben de, “Onlar benim aldığım hizmet lezzetini bilselerdi, konuşmazlardı!” diyorum.

Geçenlerde bir yerde Vâlidemiz sohbette:

“-Hatice Hanım hakkında bize gelip «meczup» dediler! (Edebinden diğer söylenenleri söylemiyor, tabiî…) Bir meczup bu kadar hizmeti, sistemli bir şekilde ve sabırla yürütemez! Büyükler, hizmetteki kaliteyi iyi bilirler. Aynı altının değerini kuyumcunun bilmesi gibi… Büyüklerimiz Hatice’yi ve yaptığı hizmetleri hep destekliyor. Yaptığı her projeyi, gelip hocanıza danışmadan yapmaz!..” dedi.

“...ALLAH’IN EMRİ ŞUDUR!”

Gerçekten Osman Hocamız’a sormadan, ondan olur almadan bir adım atmıyoruz. Osman Hocamız’a danıştığımda ise, en sevdiğim yönü şudur: “Kızım bir rüyaya yatalım!” veya “Bir keşfe dalalım!” yahut “İçimize şöyle murâd olundu!” gibi cevaplar vermez.

“-Kızım bu hususta Allâh’ın emri şudur!” der ve âyet-i kerîmeyi söyler.

“-Sünnette delîli şudur!” diyerek hadîs-i şerîfi bildirir. Sonra da:

“-Şimdi sen bulunduğun muhiti de oranın şartlarını da benden daha iyi biliyorsun. Bu sınırları aşmadan, ona göre bir hizmet ortaya koy!” der.

Yetkiyi sana verir, ama ölçü de şeriattir. Her zaman da:

“-Yavrum şeriate uymayan işler yapmayın!” diyerek uyarır.

Bazen hocamıza bağımlılıktan kurtulan gençleri, yetimleri ziyarete götürüyorum. Hocamız onlara nasıl ikram ediyor?! Her ne zaman gitsek:

“-Görüşmek için müsait mi?” desek:

“-Hatice’nin işi çok! O bizden değil, bizim ondan randevu almamız lâzım!” diyerek bizi hemen kabul etti, hiç geri çevirmedi. Osman Hocamız Hatice’yi değil, yapılan hizmeti seviyor. Garip-gurabâyı sevindirmeyi seviyor. Biz bu hizmetin içinde olmasak, Hocamız bizi unutur gider. Ama biz de hizmetimizi Hocamız için değil, sırf Allah için yapıyoruz. Hocamız da bize burada en büyük destekçi ve yardımcı…

“-Kızım, sen bizim uzanmadığımız yerlere uzanıp yükümüzü hafifletiyorsun. Gece rahat yatıyorsak, sen sokaktakilere el uzattığın için… Sen onlara yardım ediyorsun, biz de ancak sana yardım ediyoruz.” diyor.

Etrafındakilere de:

“-Hatice bizim yükümüzü hafifletip vebalden kurtarıyor. Ona destek olun!” diyor.

Nasibi olan, destek oluyor. Bursa’dan üç esnaf, bizim bütün masrafımızı karşılıyor. Öyle büyük fabrikatör de değiller! Bu iş, gönül işi, nasip işi. Bizim bu projemize katkıda bulunmak isteyenler, birer oda veya bir ağaç ev yaptırabilir veya küçük de olsa isteyen herkes destek verebilir. Gönüllülerimizi ve nasiplileri bekliyoruz, kısacası…

Rabbimiz, hayırlı hizmetlerinizi dâim kılsın. Geride sadaka-i câriye olacak sâlih amel defteri bulunan, hayırda öncü kulları arasına cümlemizi dâhil eylesin.

Âmin. Rabbimiz, bize böyle bir imkân vermiş ve böyle bir kader takdir buyurmuş. Râzı olacağı işlere bizleri muvaffak kılsın. Ümmetin derdi çok; o dertlerden bir tanesine merhem olabilirsek ne mutlu bize… Rabbimiz, yaptığımız hizmetlerden râzı olsun; bizi Habibi’ne cennet komşusu eylesin, yeter. Bir insan, Allah’tan başka ne isteyebilir ki…

Röportaj: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 168

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.