Bir Musibet Bin Nasihatten İyidir
"Bir musibet, bin nasihatten iyidir" sözüne örnek bir hikaye...
Bir arkadaşım anlatmıştı. Akrabalarından genç bir kız evlendi. Artık yuvasından başka dala konan bir kuş gibiydi; adı Filiz… Adı gibi kendi de güzel, zarif bir genç kızdı.
O kadar isteyenleri vardı. Nihayet Kaya’yı beğendi. Âileler gereken hazırlıkları yapmışlardı. Yıllardır hayalini kurduğu yuvası olacaktı bu şehirde… Olsun; ara sıra giderdi memleketine, yeter ki mutlu olsundu.
Düğünlerine eş-dost geldiler, uğurladılar. Yeni bir yuva, yeni bir şehir, yeni, yepyeni bir hayat...
Evi iki odalı, biraz küçük… Ama şimdilik yeterdi. Zaten burada onları kim tanıyordu ki… Zamanla durumları düzeldikçe daha büyük eve taşınırlardı. Hele şu borçlarını bir bitirsinler, her şey güzel olacak diye düşündü Filiz… Mutfak bahçeye bakıyordu. Küçük balkondan kuşları, ağaçları görür; bir yere gitmese bile nefes alacak bir manzarası vardı. En çok da küçük bir kilerinin ve odunluğunun olması güzeldi. Kışın soba yakarken odun-kömür almak için dışarıya gitmeyecekti. Odunları îtinâ ile yerleştirdi. Ara sıra elektrik kesilse bile rahatlıkla alabilirdi.
“-Tertipli olmak her zaman iyidir!” derdi.
Odunları yerleştirirken kocaman bir dal, kesilmemiş sopa gibi o da odunların arasındaydı.
“-Hay Allah, bunu neden kırmamışlar? Böyle de sobaya sığmaz ki! Neyse bir kenarda dursun!” dedi.
Bir hafta ne çabuk geçmişti. Sayılı gün bu. Ne çok konuşacak şeyleri vardı, birbirlerini tanımaya çalışıyor, yeni hayatlarına alışmaya başlıyorlardı. Sabahları neşe içinde kahvaltı ediyor, televizyon açmaya bile ihtiyaç duymuyorlardı.
Nihayet Kaya bu sabah işe başlayacaktı. Filiz, erkenden kalktı. Yeni bir güne başlamanın heyecanı içinde güzel bir kahvaltı sofrası hazırladı. Kahvaltıdan sonra eşini uğurladı:
“-Hadi, hayırlı işler, Allâh’a emanet ol!” dedi.
Bütün gün ev işleriyle meşgul oldu, toparladı, sildi, süpürdü. Bazı eşyaların yerini değiştirdi. Acaba hangi yemekleri sever diye bütün bildiklerini yapmaya çalıştı. Kaya’nın eve dönme saati yaklaşıyordu. Hemen üzerini değiştirdi, saçlarını taradı. Öyle dağınık, iş kıyafetiyle görmesini istemezdi. Heyecanla bekledi. Nihayet kapı çalındı:
“-Hoş geldin canım!” dedi.
“-Hoş bulduk.”
“-Nasıl geçti günün? Arkadaşların ne dediler?” gibi sorular sordu.
“-Hepsi tebrik ettiler.”
“-Hadi acıktıysan sofra hazır!” dedi.
Yemeklerini yediler. Artık diğer günler de böyle geçmeye başladı. On beş gün sonra Kaya eve geç gelmeye başladı, Filiz geliş saatini bildiği için bir hayli meraklandı:
“-Nerede kaldın, bir aksilik mi oldu? Allah korusun trafik falan mı?”
“-Yok, hayır! Gelirken arkadaşlar kahveden çevirdiler. Çay içtik, kıramadım.”
Her gün bu geliş-gidişler biraz daha uzadı.
“-Nerede kaldın?” sorusuna:
“-Sana hesap mı vereceğim?” karşılığı gelmeye başlamıştı.
Filiz bu duruma çok üzülüyor, ama kırmak da istemiyordu.
“-Bugün nerede kaldın?” diye sormayayım diye kendi kendine karar verdi Filiz…
Bir gün yine geç geldi. Biraz neşeli görünüyordu Kaya...
“-Sofra hazır, oturalım!” dedi Filiz.
“-Hayır. Ben aç değilim, arkadaşlarla yedim.” dedi.
Filiz o güne kadar öyle bir koku duymamıştı; ne babası, ne amcası, ne de dayısı etrafında böyle bir şey görmemişti. Evet, Kaya alkol alıyordu. İğrenç kokuyordu. Aman Allâh’ım! Demek alkol kullanıyormuş, bana kimse söylemedi. Demek ki her geç geldiğinde biraz içip geliyormuş. İçki içince de kabalaşıyor, sanki başka biri oluyordu. Ne tepki vereceğini, nasıl davranacağını bilemedi.
“-Sen, sen içmişsin…” diyebildi sadece… Âdeta yıkıldı Filiz…
“-Evet içtim, sana mı soracaktım?”
Ne desindi, karşısındaki adam sarhoştu; ne söylese anlayamazdı. Susmayı yeğledi. Bunu artık alışkanlık hâline getirdi kocası… Hemen her gün eve sarhoş geliyordu. Âilesine haber vermeyi düşündü; onlar ne yapsın? Kocaman adamı dövecek değiller ya…
“-Düzelir, sabret!” derlerdi.
Artık her görüşünde üzülüyor, bazen ağlıyordu. Dertleşecek kimse de yoktu, elin gurbetinde… Şimdiki gibi telefon da yok. Bazı geceler gözyaşları yastığını ıslatıyor, uykuları kaçıyordu. Yanındaki horul horul uyuyor, hiçbir şeyin farkında değildi.
Bazen başı dönüyor, gözleri kararıyor, midesi bile kaldırmıyordu kokuları… “Üzüntüden olsa gerek!” diye aldırmadı. Sık sık tekrarlayınca doktora gitti ve hâmile olduğunu öğrendi. Anne olacaktı. Sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi.
“-Akşam ayık gelirse söylerim!” dedi. “Eğer sarhoşsa, onun için müjde olmazdı ki…”
Heyecanla akşamı bekledi. Bugün az içmişti.
“-Doktora gittim.” dedi Filiz…
“-Neyin vardı ki, hasta filan değilsin.”
“-Gözüm kararıyordu, midem çok fenaydı.”
“-E, ne dedi doktor?”
“-Bebeğimiz olacak… Hâmileliktenmiş…”
“-Yaa…” dedi, beklemiyordu besbelli…
Çok duâ ediyordu, Filiz. Belki bebek olunca bu sevdadan vazgeçer, düzgün bir hayatımız olur diye umut ediyordu. Ama hiç umurunda değildi Kaya’nın… Ve gittikçe de dozunu artırıyordu. Öylece aylar geçti. Artık gece yarıları küfelik oluyor, kendisi evin yolunu bulamıyor, arkadaşları eve kadar getiriyordu.
Hava kararıp akşam olmaya başlayınca Filiz’i bir kaygı alıyordu. “Bugün acaba ne şekilde gelecek?” diye…
Beklerken uykusu geliyor, hâmileliğin gittikçe artan sıkıntılarıyla uyumaya çalışırken gece geç vakit kapının çalınmasıyla yatağından fırlıyor, arkadaşları külçe hâlinde adamı getirip yatak odasına bırakıyorlardı. Bu arada midesi boşalıyor, etrafı kirletiyor, o üst başıyla yatağa yatmağa çalışıyordu. Filiz, son gayretiyle gömleğini, çoraplarını çıkarıyor, gözyaşları sessiz çığlıklara karışıyor; kimse olup bitenleri görmüyor, duymuyordu. Nihayet nur topu gibi bir evlâdı dünyaya geldi. İnşâallah bu yavrunun yüzü suyu hürmetine bu illetten vazgeçer diye duâ ediyordu. Uzak diye kimse gelmemişti. Doğru dürüst arkadaşları da yoktu. Ne olurdu kocası bir sıcak çorba yapsa; sıcak sıcak içer, biraz kendine gelir, yorgunluğu geçerdi. O zaman kimseyi de istemezdi.
Şimdi memlekette olsaydım, anne-baba, konu-komşu gelirdi. Yalnız bırakmazlardı beni… İhtiyaçlarımı giderirlerdi. Daldı gitti. Böyle mi hayal etmişti evliliği… Hüzünlendi. Boğazına hıçkırıklar düğümlendi. Ağlamak istiyordu. O sırada minik yavrunun ağlamasıyla kendine geldi, koştu bağrına bastı,
“-İyi ki varsın, canım! İyi ki sarılacak bir can buldum!” diye sımsıkı sarıldı.
O cennet kokusunu rûhunun derinliklerine kadar soludu. Bedeni hasta ve yorgun, gönlü hüzün ve kederli, birlikte uzandılar, uyuyup kalmıştı yavrusuyla… Gece yarısı olmuş, kapı bütün sessizliği bölercesine tak tak çalınca öyle korktu ki hemen fırlamak istedi.
Kendi daha yeni toparlanıyordu. Zorlanarak kapıya gitti. Acaba kötü bir haber mi var diye korkarak merakla açtı. Açtı, ama kocası yine küfelik olmuş, üç arkadaşı zor getirmişlerdi. Ayakları yere basamıyor, âdeta sürükleniyordu. Antreye koydular. Bu sefer yatak odasına götürmelerine izin vermedi. Hepsi de alkollü, ama bizimki kadar değil. İki arkadaşı gittiler. Bir tanesi:
“-Yenge, ya sen bu adama nasıl dayanıyorsun? Ne zamana kadar çekeceksin bunu? Senin gibi güzel bir kadına bu revâ mı? Hadi ondan boşan da ben alayım seni!” demez mi?!
Zaten uykudan sıçrayarak uyanan Filiz’in aklı başından gitti. Âdeta kurşun yemiş gibi oldu. Birden aklına odunluktaki o sopa geldi. Adam yarı sarhoş… Cevap beklemesine fırsat vermeden kapıp geldiği sopayla öyle bir vurdu ki, adam neye uğradığını şaşırdı. O sessiz hasta hanımdan böyle bir tepki beklemiyordu. Şaşırdı. Yalpalayarak kaçıp gitti.
Filiz, gece yarısı başına gelen bu felakete nasıl karşı koyacağını bilemedi. Hemen kapıyı kapattı. Eşi antrede yerde boş bir çuval gibi yatıyordu. Kendinden, dünyadan bîhaber… Elindeki sopayı, öfkesi geçene kadar vurdu, vurdu. Ayların sessiz öfkesini gözyaşlarıyla karıştırıp hasta hâliyle o gücü nasıl nereden bulduğunu bilmeden vurdu.
“-Belki de öldü!” dedi.
“-Ben öldürdüm. Sabaha sağ çıkmazsa gider teslim olurum. Yetti artık!” dedi sopayı yere atıp banyoya gitti.
Aynaya baktı, kendini tanıyamadı. Başı zonkluyor, gözleri kararıyor, her tarafı titriyordu. Elini yüzünü yıkadı. Kendini kaybetmiş gibiydi. O sırada;
“-Bütün bunlar kâbus muydu, ben mi yaşadım? Lohusayken halüsinasyon yaşanırmış bazen, ben de mi öyleyim acaba?” diyordu..
Minik yavrunun sesiyle kendine geldi. Koştu, can simidi gibi sımsıkı sarıldı. Sığınacak bir liman, bir teselli buldu, yavrusunu bağrına bastı. Yatak odasının kapısını kilitledi. Zaten bir şey düşünecek hâli kalmamıştı. Kaç saat geçti, kimbilir…
Artık sabah olmuştu. Yerde yatan Kaya, biraz ayılır gibi oldu:
“-Ben neredeyim? Of her tarafım kırık gibi ağrıyor. Bana ne oldu, araba mı çarptı? Burası neresi? Kımıldayamıyorum, betonun üzerinde yatıyorum. Hayır, burası sokak değil! Bizim ev… Ama ben niye yerdeyim, bu kapı bizim... Ne oldu bana? Aman Allâh’ım! Bu ne hâl? Her tarafım pislik içinde… Lağıma mı düştüm acaba?”
Peş peşe kafasına takılan sorulara bir türlü cevap bulamıyordu. Her sarhoş geldiğinde hanımı temizlediği için farkında değildi olup bitenin... Bazen de insanların hatalarını görmeleri için hakikati kendi aynalarında görmesi gerekiyor demek ki... Kendi kendinden o kadar iğrendi, öyle nefret etti ki… Banyoya gitmekte bile zorlandı. Nihayet dışını, en önemlisi içini bu kötü alışkanlıktan temizlemeye azmederek yatak odasına yöneldi.
Kapı kilitliydi. Şimdi de içine bir şüphe düştü. Acaba onu bu hâlde görüp de Filiz çocuğunu alıp gitmiş miydi? Ne yapsa haklıydı. “Ne kadar alçalmışım, kendimi affettirebilecek miyim? Neler çektirmişim bu kadıncağıza!” diye korkarak kapıyı tıklattı. Filiz zaten yarı uykulu yarı tedirgin, kâbus dolu bir geceden sonra:
“-Şükür ölmemiş!” diye kapıyı açtı.
Karşısında ağlayarak af dileyen eşi duruyordu. Bazen “Bir musîbet, bin nasihatten iyidir!” sözü ne kadar yerindeydi.
Kaynak: Elif MENCET, Şebnem Dergisi, 2021-Aralık, Sayı: 202