Bir Müslüman İçin Hayatın Gayesi
Bir Müslüman için hayatın gayesi nedr? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- davasında samimi olanların nasıl olması gerektiğini söylüyor?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Din samimiyetten ibarettir.” buyurunca, ashâb-ı kiram;
“–Yâ Rasûlâllah! Kime karşı samimiyet ve sadâkat gösterilecek?” diye sordular. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“–Allâh’a, Rasûlü’ne, kitâbına, mü’minlerin başındaki imamlarına ve bütün mü’minlere.” (Müslim, Îmân, 95) şeklinde îzah etti.
Bir müslüman için hayatın gayesi, Rabbin rızâsını kazanmaktır. Yaratıcı’ya hakikî mânâda samimî bir kul olmaktır.
Biz kalp ve gönüldeki samimiyete «ihlâs», kalpteki bu samimiyetin dışa aksetmesine de «edep» deriz. İhlâs ve edep, samimiyetin en bâriz alâmetidir. Bu sebeple insan; edep kemerini kuşanmalı, ihlâs tâcını takmalı ve samimiyet çağlayanı olup gönülden gönüle akmalıdır. Çünkü; «İhlâs ve samimiyetin olduğu yerde, riyâ asla barınamaz.»
“RABBİM! BENİ İHLÂS VE SAMİMİYETTEN AYIRMA!”
“Rabbim! Beni ihlâs ve samimiyetten ayırma!” duâsı benim her zaman dilimden düşürmediğim bir duâdır.
İhlâs ve samimiyetle riyâyı birbirinden ayırmak için Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin şu tespitine bakmak yeterlidir sanırım. O der ki:
“Allah -celle celâlühû- görüyor diye yaptıklarının hepsi ihlâs ve samimiyet; insanlar görsün diye yaptıklarının hepsi riyâdır.” Yaptığımız işte Allah rızâsı olmazsa, ihlâs ve samimiyet bulunmazsa, böyle bir işten hayır umulabilir mi?
İhlâs ve samimiyet olmadan kılınan namaz, namaz olmaz. Tutulan oruç, oruç olmaz. Verilen zekât, zekât olmaz. Yapılan hac, hac olmaz. Gerçi nefis, takdir edilmeyi ister. Alkışlanmayı özler. Övülmeyi gözler. Bu hevesleri ayakların altına alabilmektir hüner. Samimiyeti gözlerde bulmak mümkündür. Çünkü gözler yalan söylemez. Verilen sözlere uymak da dürüstlüğün alâmetidir.
İnsan; fıtratını unuttu mu ve kötü bir yol tuttu mu, o zaman asliyetini kaybedip bozulur ve insan olmaktan çıkıp canavarlaşır. Artık o insanda samimiyetten herhangi bir eser kalmaz. A. Hamdi TANPINAR bu hususa işaretle diyor ki:
“Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu bunun çaresi yoktur.”
Kalbin gıdâsı zikir olduğuna göre, bolca Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeli ve O’na şükretmeli. Sonra da nefsi terbiye için duâ etmeli. Böyle olmazsa; yazdığımız kalemin, söylediğimiz kelâmın tesiri olabilir mi? «Gönülden gönüle yol vardır.» denir. Onun için söz gönülden çıkmalı ki, karşı gönle girsin. Eğer söz, sadece ağızdan çıkar ve kalbe uğramazsa, karşıdaki kulağı geçip gönle uğramaz.
İslâm ahlâkının olmadığı kişi ve toplumda, samimiyetin yerini mutsuzluk, bencillik ve hırslılık almaktadır. Gün, samimî olma günüdür. Dünyada müslümanlara yapılan zulümler karşısında, müslüman kayıtsız kalabilir mi? Birlik olmalı, İslâm kardeşlerimizin acısını yüreğimizde samimî olarak hissetmeliyiz. Elimizden yardımı, dilimizden duâyı eksik etmemeliyiz. İnsanın beyninde, kalbinde, gönlünde, aklında ve fikrinde yaptığı en büyük inkılâp, hiç şüphe yoktur ki, ihlâs ve samimiyet inkılâbıdır.
SAMİMİYETİN BÖYLESİ DE VAR
17-18 yaşlarında bir delikanlı, Rasûlullâh’ın aşkı ve hasretiyle yanmakta ve babasına sürekli umre yapma arzusunu dile getirmektedir. Babası ise ekonomik sebeplerden dolayı, oğlunun bu arzusunu yerine getirememenin ıstırabını çekmektedir. Nihayet Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla önlerine maddî imkânlar açılır ve baba bir gün oğluna;
“Umreye yazıldık. Hazırlan, önümüzdeki ay inşâallah umreye gidiyoruz.” der. Sevinen çocuk, babasının boynuna sarılır ve abdestini alarak odasına çekilir. Uzun zaman geçer, lâkin çocuk ortalıklarda yoktur. Merak eden baba, çocuğun odasına gider ve kapıyı hafifçe çalarak aralar. Oğlunu; alnını secde-i Rahmân’a koymuş, hamd ü senâ ederken, şükür gözyaşı dökerken bulur.
Delikanlı bir ay boyunca ibâdet ve tâatini daha da ziyadeleştirir. Sürekli Kur’ân meâli ve hadis kitapları okur. Rasûlullâh’ın hayatını anlatan eserleri elinden düşürmez. Madde ve mânâ plânında kendisini mukaddes topraklar için hazırlar. Evet! Beklenen gün gelmiş ve uçak umre yolcularını alıp havalanmıştır. Ancak delikanlı, sevinç ile mahcubiyeti birlikte yaşamaktadır. «Allâh’a kullukta ve Rasûlullâh’ın sünnetini yaşama noktasında bir zaafım ve hatam olduysa, ben hangi yüzle huzûra çıkabilirim?» diye nefsiyle muhasebe yapmakta; tekbir, tehlil, salât ve selâmı dilinden düşürmemektedir. Bu ulvî hisler içinde uçak Medine’ye iner. Delikanlı babasına, bir an önce Ravza’ya gitme arzusunu sürekli tekrarlamaktadır. Kalacakları otele yerleşirler.
Babasının;
“Haydi evlâdım! Beklediğin saat geldi. Kalk Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyarete gidiyoruz.” demesiyle birlikte, çocuk ok gibi yerinden fırlar. Heyecan içerisinde önce kemerindeki telefonu çıkarıp atar. Cebindeki bozuk paraları boşaltır. Cüzdanını fırlatır. Umre çantası, saç tarağı, mendil vs. üzerinde ne varsa hepsinden sıyrılır. Baba sorar:
“–Oğlum, ne yapıyorsun?”
Çocuk cevap verir:
“–Babacığım! Bugüne kadar hasretiyle yandığım, hicranıyla kıvrandığım Sevgili Peygamberime kavuşma vakti geldi. Onunla beraber olup, hasret gideceğim. İstedim ki; beni O’ndan uzaklaştıracak ve beni meşgul edecek üzerimde ne varsa, onların hepsinden sıyrılayım, dolu kalbimle, boş kalıbımla ve bütün samimiyetimle çıkayım o Güzeller Güzeli’nin huzûruna.”
Baba-oğul Selâm Kapısı’ndan içeri girmişlerdir artık;
“Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” diyerek salât ve selâmlarla, tekbir ve tehlillerle büyük huzûra doğru ilerlemektedirler. Delikanlı ise, ayakta zor durmaktadır. Sarsılmakta ve tir tir titremektedir. Beti benzi uçmuş, sararıp solmuştur.
Tam Allah Rasûlü’nün kabr-i saâdetlerinin karşısına geldikleri anda, delikanlı başını mukaddes kabre doğru çevirir. Ruhta yoğunlaşıp gönül gözüyle bakarak, kemâl-i edeple;
“Essalâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” der ve olduğu yere yığılıverir. Genç, o büyük huzurda düşüp bayılmıştır. Ve baygın vaziyette mescidin bir köşesine götürülür. Kendisine gelince babası sorar:
“–Yavrum ne oldu sana?”
Delikanlı hıçkırıklar içerisinde babasının boynuna sarılır ve der ki:
“–Ben de bilmiyorum babacığım. Ama Rasûlullâh’ın kabrinin karşısına gelip de selâm verince;
«Aleyküm selâm!» diye lâhûtî bir ses işittim. Birdenbire bir nur gelip beni baştan ayağa kuşattı. Rasûlullâh’ın beni sımsıkı sardığını hissettim. Gerisini ben de hatırlamıyorum.”
Ne mutlu, volkan gibi bir îmâna sahip olan bu delikanlıya ki, Hazret-i Peygamber’e olan sevgisinde samimî olduğu için, arzusuna kavuşmuş ve mükâfâtını almıştır. İşte Medine’ye varacaksan, böyle bir samimiyetle varmalısın benim güzel kardeşim!
Rasûlullâh’ın huzûruna çıkacaksan, böyle samimî hislerle çıkmalısın ki, ziyaretini gönülden yapasın ve mükâfâtını da alasın.
(Mustafa TURAN, Değerler Eğitimi kitabından istifade edilmiştir.)
Nazar et Beytullâh’a, hasret penceresinden,
Fokur fokur ses gelsin gönül tenceresinden.
Tencerenin sesini duyurma başkasına,
Boşaltırlar içini, tenceren kalır sana. (Gülzâr-ı İrfan)
Kaynak: İrfan ÖZTÜRK, Yüzakı Dergisi,
YORUMLAR