Bir Müslüman, Yabancı Yerlerde Kendini Nasıl Muhafaza Edebilir?
Bir müslüman, yabancı yerlerde kendini nasıl muhafaza edebilir? Gayr-i müslimlerle münâsebetlerinde nelere dikkat etmelidir?
Cenâb-ı Hak bütün yeryüzünü bizlere bir imtihan mekânı kılmıştır. Bir müslüman olarak Dünya’nın neresinde olursak olalım, hangi toplum içinde bulunursak bulunalım, İslâm şahsiyet ve karakterini sergilememiz îcâb eder.
Müslüman, tıpkı bir altın gibi, çamura da düşse değerini kaybetmemelidir. Hattâ yabancı yerlerde bulunduğunda, hâl ve davranışlarına daha fazla îtinâ göstermelidir. Zira bir müslüman olarak yapacağı en ufak bir hatânın bile İslâm’a fatura edilebileceğini aklından çıkarmamalıdır. İslâm’ın îtibârına halel getirecek menfî davranışlardan, daha büyük bir titizlikle sakınmalıdır.
İSLAM TEMSİLİYETTİR
Buna mukâbil, göstereceği güzel davranışların da gönüllerde İslâm’a karşı muhabbet ve alâkayı artıracağını düşünüp buna gayret etmelidir. Hâl ve tavırlarıyla İslâm’ın güler yüzünü insanlığa sergilemeye çalışmalıdır. Bunu, kendisinin uhrevî saâdeti için bir fırsat bilmelidir.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ali’ye ve onun şahsında bütün müslümanlara şöyle buyurduğu rivâyet edilir:
“Ey Ali! Allâh’ın senin elinle bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için, üzerine Güneş’in doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)
Kur’ân-ı Kerîm’de, bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
“…Kim onu (bir insanı) ihyâ ederse, bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbını yetiştiriyordu, onları yabancı diyarlara; Çin’e, Semerkand’a, Yemen’e gönderiyordu.
Demek ki bir müslümanın da her zaman ve mekânda İslâm şahsiyet ve karakterini sergilemesi zarurîdir. Böylece hem kendini muhafaza eder, hem de -nasîbi varsa- hidâyetlere vesîle olur.
Tebliğ hizmeti, en kıymetli âhiret sermayesidir. Fakat tebliğ yalnızca sözle olmaz. Yaşanarak yapılan tebliğ, en tesirli olanıdır.
Nitekim bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine dediler ki:
“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?”
Buyurdu ki:
“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”
Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır. Yüksek şahsiyet ve karakterin peşinden giderler. Dolayısıyla gerçek bir müslümanın fârik vasfı da, İslâm şahsiyet ve karakterini yaşayışıyla sergilemesidir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan zorluklar nisbetindedir. Tıpkı zor yerlerde vazife yapanlara verilen mahrumiyet primi gibi, zor şartlar altında Allâh’ın emirlerini yaşayıp tebliğde bulunmanın ecri de o nisbette büyük olur.
Ayrıca İslâm’a hizmeti sadece din görevlilerinin veya ilâhiyat tahsili almış olanların vazifesi zannetmek de doğru değildir. Her müslüman, dîninin hizmetkârı olmalıdır.
Nitekim tarihte birçok beldenin hidâyetle şereflenmesi, İslâm ahlâkını sergileyen tüccarlar vesîlesiyle olmuştur. Hidâyeti lûtfedecek olan, Allah’tır. Kula düşen, bu uğurda elinden gelen gayreti göstermektir.
Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır:
Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticâreti ile uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine orada devam eder.
Getirdiği kaliteli kumaşlar tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına asla kapılmaz.
İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“–Hangi kumaştan sattın?”
“–Şu kumaştan efendim.”
“–Kaça sattın?”
“–On akçeye.”
“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”
“–Evet, tanırım!”
“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”
Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesindeki derin mânâyı kavramaya çalışır.
Bu hâdise kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar varır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
“–Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu îzah eder misiniz?” diye sorar.
Tüccar ise kemâl-i edeple:
“–Ben bir müslümanım. İslâm’da ise mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız menfaat, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır.
Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” diyerek cevap verir.
Bunun üzerine kral:
“–İslâm nedir, müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi peş peşe sorular sorar.
Tüccar da sorularını birer birer en güzel bir üslûp ile cevaplandırır.
Böyle bir dinin varlığını bu hasbihâl ile ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içinde halk da müslüman olur.[1]
İşte dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en yoğun müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece beş akçelik bu kumaştır. Müslüman tâcirin yaptığı şey ise:
İslâm şahsiyet ve vakârını temsil ederek İslâm’ın güler yüzünü ve rûhânî dokusunu fiilen sergilemektir.
Dipnot:
[1] Mehmet Paksu, Îman Hayata Geçince.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Temmuz Sayı: 178