Bir Ramazan Kıssası

Kıssâlar

Osmanlı devrinde, Ramazan ayında yaşanmış latifeli bir hikâye anlatılır. O hikâye şöyledir...

Bir Ramazan-ı Şerifi daha idrak ettik. Ârif zatlara göre Ramazan’da yaptığımız ibadetlerin kabul olduğunun delili Ramazan’da yaşadığımız güzel halin devam etmesi, terk ettiğimiz kötü ahlâk ve alışkanlıkların Ramazan’dan sonra devam etmemesidir. Bununla ilgili Osmanlı devrinde geçmiş latifeli bir hikâye anlatılır. Şöyle ki:

BİR RAMAZAN KISSASI

Osmanlı zamanında Ramazan ayında her köşk sahibi bir imam tutar, teravihler cemaatle bu köşte kılınır, mahalleli de buradaki iftar, mukabele, teravihlere iştirak edermiş.

Hocanın birisi de köşk köşk dolaşıp Ramazan’da imamlık yapacağı bir yer aradıysa da bulamamış.  Evine dönmek için iskelede kayık beklediği bir sırada zamanın zâdeganından Veli Efendi de karşıya geçmek için kayığına binmiş. Uzaktan iskelede kayık bekleyen hocayı görünce kayıkçıya

“Hocaefendi’ye seslen. Efendi’yi ben karşıya götürürüm, buyursun, gelsin.” demiş. Kayıkçı

“Hocaefendi, Veli Efendi sizi çağırıyor, nasıl olsa karşıya gidiyor, buyurun kayığa sizi de alalım. Biz götürelim.” demiş.

Hoca “Hay Allah râzı olsun. Benim de param yoktu zaten” demiş. Hoca kayığa binmiş selam kelamdan sonra Veli Efendi, Hocaya

“Nereden geliyorsunuz?” diye sormuş. 

“Efendim, Ramazan münâsebetiyle Çamlıca’ya gittim. Köşklere müracaat ettim, her sene imam tutarlar. Bu sene her köşk imam tutmuş, kendime bir yer bulamadım, İstanbul’a dönüyorum.” demiş.

“Yaaa öyle mi! İyi olacak hastanın hekim ayağına gelirmiş, ben de terâvih kıldırmak için İstanbul’a hoca aramaya gidiyordum. Allah seni bize gönderdi.” demiş ve kayıkçıya seslenmiş:

“Haydi dön geriye. Karşıya geçmekten vazgeçtik!” Veli Efendi, Hocaya sormuş:

“Bir aylık hizmetine ne istersin?”

“Beyefendi mürüvvete endâze olmaz. Öyle şey olur mu, siz ne verirseniz ben kabûl ederim.” Veli Efendi:

“O zaman beni dinle. Benim paşa gönlüm isterse elli altın veririm, yüz altın veririm. Gönlüm istemezse on para vermem, kabul eder misin?” diye sormuş. Hoca:

“Tabii efendim. Parayla namaz olur mu?” demiş. İçinden de

“Bu adam beni mahrûm etmez ya.” diye geçirmiş.

“- Efendim ben eve gideyim, temiz çamaşır getireyim.” demiş hoca. “Yoook” demiş Veli Efendi

“Ben İstanbul’a gittikten sonra nice hâfızlar bulurum orada, dönüyoruz artık.” Köşke gelmişler. Veli Efendi köşkün kahyasına

“Sakın hocaya iyi odalardan birini vermeyin. Aşağı kattan rutûbetli bir oda verin. İftar ve sahurda da su, ekmek biraz da zeytin, peynir çıkarırsınız, o kadar. Katiyyen yemek vermeyeceksiniz.” diye tembih etmiş.

“Artanları mahallenin fukaralarına verin fakat hocaya vermeyeceksiniz.” Hocaefendiye kalacağı odayı göstermişler.

“Hocaefendi, şimdilik burada otur, biz yukarıdan bir oda temizleyeceğiz, seni oraya alırız.” demişler, oraya hocayı oturtmuşlar.

Akşam olmuş terâvih namazı kılınmış. Sahur olmuş. Sahurda kuru ekmek, zeytin, biraz da su getirmişler. “Eyvallah” demiş hoca. İftarda olmuş yine kuru ekmek, zeytin, biraz peynir, su getirmişler.

“Hocaefendi, kusura bakmayın bugün yemekler iyi olmadı, döküldü. Siz bununla idâre edeceksiniz.” 

“Eyvallah” demiş hoca. Bir hafta böyle devam etmiş. Hoca günden güne zayıflamış. Mutfağa gidiyor bakıyor, yemekler pişiyor; çorbalar, pilavlar, etler, tatlılar, şerbetler…

“Aşçıbaşı efendi, bunlar kime pişiyor?”

“Köşke” demiş.

“Yâhu bunlar artmıyor mu?”

“Artıyor.”

“Ne yapıyorsunuz?”

“Fukaralar evlerine götürüyor.”

“Bana da verin yâhu!”

“Yok veremeyiz.” demiş aşçıbaşı,

“Emir var. Senin ismin çıksın listede, hepsini verelim. Beyefendi ver demeyince ben sana nasıl verebilirim, bir habbe veremem.” demiş.

“Allah Allah fesübhânallah!” demiş hoca.

“Beyefendi burada yok mu?”,

“Yok.”

“Beyefendi gelsin sorarız, ver derse hepsini vereyim, gel ye, hepsini ye.” demiş. Bu hale şaşıran hoca

“Ramazan’ın on günü geçti, sabredelim biz.” demiş hoca. Velhâsıl bayrama kadar hoca iyice zayıflamış, kupkuru kalmış.

Bayram olmuş. Bayram namazı kılındıktan sonra bütün müstahdemler köşkün beyi Veli Efendi ile bayramlaşmak için sıraya girmişler. Hepsi tek tek odasına girip elini öpüyor,

“Iydiniz saîd ömrünüz mezîd olsun Efendim”,

“Allah uzun seneler sizi muammer eylesin.” diyerek Veli Efendinin bayramını tebrik ediyormuş. Efendi de hepsine altın, kürk gibi kıymetli hediyeler veriyormuş. Sıra bizim Hocaefendiye gelmiş.

“Iydiniz saîd ömrünüz mezîd olsun efendim.” diyerek Veli Efendi’nin bayramını tebrik etmiş. Veli Efendi:

“- Oooo hocaefendi maşallah! Zayıflamışsın yâhu.”

“- Evet efendim, ne yapalım, Ramazan biraz tesir etti.”

“- Yaaa etmiş yaa. Sizden çok memnûn oldum hocaefendi. Seneye de beklerim inşallah. Güle güle.” demiş ama bir ihsanda bulunmamış. Hocaefendi

“Acaba beni tanımadı mı?” diye düşünüp tekrar sıraya girmiş.

“- Efendim ıydiniz saîd ömrünüz mezîd olsun.”

“- Allah mübârek etsin hocaefendi hazretleri, maşallah maşallah, Ramazan’da yünüz nurlandı.” demiş ama yine bir ihsan yok. Hoca tekrar sıraya girmiş:

“- Iydiniz saîd ömrünüz mezîd olsun” deyince Veli Efendi:

“- Hocaefendi kaçıncı bayramlaşma bu?” diye çıkışmış.

“- Efendim” demiş hoca

“Beni buraya getirdiniz. Teravihler kıldık. Mukabeleler okundu. Allah kabul etsin. İşin bu tarafını açmayacağım ama Ramazan boyunca sizi göremedik, bir kaşık yemek yiyemedik. Zât-ı âlîniz buraya teşrif etmediğinden aşçıbaşı bir pirinç tanesi vermedi. Kuru ekmek, su, bir parça peynir, üç beş zeytin otuz gün geçirdik. Rutûbetli odada oturdum. Şu hâlime bakın, ne hâldeyim. Ben böyle mi geldim buraya yahu! Şu şalvarla cübbenin içinde eriyip gittim.”

“- Bak hocaefendi” demiş Veli Efendi

“Buraya gelirken ben seninle konuştum. Paşa gönlüm isterse sana yüz altın veririm, iki yüz altın veririm dedim. Ama istemezse on para vermem. Paşa gönlüm bir şey vermek istemiyor. Ha, senden çok memnun kaldım. Seneye de beklerim. Buna tahammül edersen buyur gel. Burası senin.” deyince Hocaefendi artık dayanamayarak cübbesi sarığını çıkarıp bir kenara koymuş, açmış ağzını yummuş gözünü.

“Seneye geleceğim hâ! Çok beklersin. Al sana! Sen benim yüzümü görebilir misin? Senin beyliğin başına, köşkün tepene yıkılsın! Fukarayla alay etmeye utanmıyor musun?” Veli Efendi:

“- Bak hocaefendi yaptığına pişman olursun sonra! Bir daha bu kapıya gelemezsin.”

“- Ben pişman olmam. Hadi oradan.” deyip çıkmış gitmiş Hoca. Üsküdar’a inmiş. Oradan, sadakayla İstanbul’a geçmiş. Mahallesine, evinin sokağına gelmiş. Gelmiş ama evi yerinde yok. Fesübhanallah! Etrafına bakmış, evet komşularının evi yerinde duruyor ama kendi evinin olduğu yerde yeni bir ev var. Acaba açlıktan sokakları mı karıştırdım diye etrafı dolanmış. Bakmış doğru yerde. O yeni evin penceresinden bir kadın

“Hocaefendi ne dolaşıyorsun, gelsene eve.” demiş. Hoca şaşırmış.

“Sen başka kocaya mı vardın?”

“-Yok.” demiş hanımı.

“Sen bir beyin yanında kalmışsın, terâvih kıldırmışsın, işte o bey geldi bizim evi bir ayda yeniden yaptırdı. İçeriyi de dayattı, döşetti. Bir kese altın, bir senelik yiyecek, iki cübbe, iki de kürk ihsan bıraktı.”

“Ne ne ne ne?” diye hayretler içinde kalmış Hoca.

“Eyvaaah! Ben ne yaptım! Bey bana söylemişti. Pişman olursun diye. Tevekkeli boşuna değilmiş.” Hemen geldiği gibi geri dönmüş. Köşkün kapısına varmış.

“Beyefendi içeride mi?”

“İçeride” demişler, buyur etmişler. Veli Efendi, Hoca’nın geldiğini görünce suratını asmış. Hocanın yüzüne bakmıyor. Hoca sağına geliyor, sola tarafa dönüyor, hoca soluna geliyor, sağ tarafa dönüyor.

“Beyefendi ben sana ne kadar hakaret ettimse hepsi bana olsun. Şu da benim, bu da benim.” diyerek pişmanlığını ifade etmiş. Veli Efendi, Hoca’ya:

“- Hocaefendi seni buraya aldım, tuttum, hiç bırakır mıyım ben? O kadar sabrettin sonunu da bekleseydin a! Seneye yine beklerim, buyur gel.” demiş. Ama hocanın yüzü yok ki bir daha gitsin.

Hikâye böyle efendim. İmam Gazali Hazretleri Kalplerin Keşfi isimli eserinde Vehb ibni Münebbih’in şu sözünü naklediyor:

“Şeytan her bayram günü öfkesinden inler. Etrafına toplanan yardımcıları ‘Seni öfkelendiren nedir?’ diye sorarlar. Şeytan da onlara şu cevabı verir:

“Bugün Allah, Muhammed (s.a.v.) ümmetinin günahlarını affetti. Onları mutlaka nefsî arzulara ve hazlara daldırarak oyalamalısınız.”

Ne mutlu Ramazan ayında giydiği takva libasını sabırla çıkarmayıp ahirette köşkler, saraylar inşa ettirmeye devam edebilenlere!..

Kaynak: Bilal Akyol, Altınoluk Dergisi, Sayı: 458