Bırakın Diliniz Değil, Hâliniz Konuşsun!
Bizler îman ettiğimiz mukaddes kitabın muhtevasına/içeriğine ne kadar hâkimiz? Kur’ân ahlâkına talip olmak için, önce vâkıf olmak gerekir, öyle değil mi?
Farklı yaş gruplarına hitap ettiğim seminerlerde zaman zaman meâl ya da tefsir okuma konusuna değiniyoruz. Yazık ki bu konuda vasatın altındayız. Dînî inanışlara sahip olmayanlar bile, inkâr edebilmek için daha fazla hadîs-i şerîf ya da âyet-i kerîmelerle ilgili araştırma yapıyorlar.
KUR’AN’IN İÇERİĞİNE NE KADAR HAKİMİZ?
Kurân’ın iyileştirici, yapılandırıcı, yenileyici yönleri var şüphesiz... Câhiliye devrinin Ömer’i, Rasûlullâh’ın ve Kur’ân’ın rehberliğinde, Hazret-i Ömer oluyor. Peki, bizler îman ettiğimiz mukaddes kitabın muhtevasına/içeriğine ne kadar hâkimiz? Kur’ân ahlâkına talip olmak için, önce vâkıf olmak gerekir, öyle değil mi? Sadece ölenin ardından ya da Ramazan ayında okunacak bir kitap alışkanlığı var genel olarak… Oysa Kur’ân diri kitabıdır, dirinin kalbini ölümsüz kılacak bir hazinedir.
AKLETMEZ MİSİNİZ?
Toplumsal olarak yaşanan pek çok aksaklık için “Vah vah, tüh!” diyoruz. Ancak farkında mıyız, Kur’ân’la olan bağlantımız zaafiyete uğradıkça kaos artıyor. İhtiyacımız olan her konuya dair geçmiş kavimlerden örneklerle Kur’ân bize ufuk açar, idrak kapasitemizi artırır. “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?” gibi hitaplarla bizi tefekkürün derinliklerine yönlendirir.
Hazret-i Nûh’un isyankâr evlâdına, “Yavrucuğum!” hitabı, kocaman bir pedagoji/psikoloji kitabı yazdırmaya kâfî gelir. Nasıl buyruluyor âyet-i kerîmede:
“Derken gemi onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürmeye başladı. Nûh, uzak duran oğluna, «Haydi yavrum, gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerle beraber olma!» diye seslendi.” (Hûd, 42)
İNANDIĞINIZ GİBİ YAŞAMAZSANIZ…
Kur’ân’la yaşamak, inandığın dîni hazmetmektir, îmânın dilden kalbe süzülüşüdür. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” diyerek, bize iç dünyamızla dış dünyamızın aynı olması gerektiğini vurguluyor.
Zor zamandayız, vesselâm... Âhir zamandaki ümmetine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sebeple olsa gerek, “Kardeşlerim!” (Müslim, Fedâil, 26.) diye hitap ediyor. Mesele sadece îmân edip etmemek değil, bu devirde îmânı muhafaza etmek de ayrı bir dert, ayrı bir mesele…
Son dönemlerde hâfız olup, ilâhiyat okuyup tesettüründen vazgeçenler ya da tesettürünü tamamen modaya uyduranlar yahut namazdan uzaklaşanların bulunduğunu duyuyoruz, maalesef… Fakat bunu söylerken kastımız, hafızlık ve dînî tahsili küçümsemek değil! Belki de bizim hâfız olmaya veya ilahiyat okumaya başlamadan önce Kur’ân’ın ve İslâm’ın ne olup olmadığını doğru şekilde öğrenmeye ihtiyacımız var!..
Elbette hırsız boş eve girmez, meyvesi olmayan ağaç taşlanmaz! Şeytan da dindar insanlara daha çok musallat olmaya çalışıyor. Öbürleri zaten kendisinin bir dediğini iki etmiyor!
SAYI DEĞİL NİTELİK LAZIM
Bize sayı/nicelik değil; vasıf ve kalite, yani nitelik lâzım. “Ramazan ayında kaç hatim indirdim?” diye sayıp durmak yerine, “Bugün, bu ay Kur’ân-ı Kerîm’in kaç âyetini anlayıp hayatıma geçirdim?” diye düşünmemiz gerekiyor. Ya da “Kaç rekât nâfile namaz kıldım?” yerine “Tadına vara vara iki rekât namaz kılabildim mi?”
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- her sabah Mushaf’ı eline alır, öper ve duygulu bir şekilde:
“Rabbimin ahdi, Rabbimin açık fermânı!..” diyerek ona olan muhabbetini izhâr ederdi. (Kettânî, Terâtib, II, 196-197)
KUR’ÂN’DAN DAHA ÇOK TESİR ETMEZ Mİ?
Edeple, ne okuduğunun farkına vararak, düşünerek, hissederek okuduğumuz bir âyet, hiçbir şey düşünmeden, mekanik olarak okuduğumuz sayfalarca Kur’ân’dan daha çok tesir etmez mi bize? O hâlde biraz sükûnetle düşünmeli, biraz yavaşlayıp hazmetme ve hissetme üzerinde durmalıyız.
Kur’ân’ın kendi hayatımıza hâkim olmasına ihtiyacımız var. Duygularımıza, düşüncelerimize, önceliklerimize… Dînimiz hayat tarzımızı belirliyorsa, tarzımızın rehberi tartışmasız Kur’ân’dır. Ne mutlu Kur’ân’la hemhâl olanlara… Ne mutlu hayatının rehberi olarak Kur’ân’ı seçip onu baş tâcı edenlere…
Şahsımızda Kur’ân can bulsun. Bizi tanıyanlar, İslâm’ın güzelliklerine şahit olsun; “Ne güzel bir insan”, “Ne güzel bir Müslüman” desin! Bırakın diliniz değil, hâliniz konuşsun!..
Kaynak: Ayşenur Sever, Altınoluk Dergisi, Sayı: 451