Biri Maune Olayı Nedir, Nasıl Yaşanmıştır?

Nübüvveti

Biri Maune Vakası nedir, nasıl yaşanmıştır? Biri Maune Faciası ne zaman olmuştur? İşte İslam’a yapılan ihanetlerden biri; Biri Maune Olayı...

Recî Vakası’yla aynı günlerde, Necid yöresinin ileri gelenlerinden Ebû Berâ, kabîle­sini irşâd için muallimler istemek üzere Resûlullâh’a mürâcaat etti. Allâh Resûlü onun bu talebini kabûl etmek istemedi. Hattâ kendisine getirilen hediyeleri bile almadı:

“–Ben, dostlarım hakkında Necid ehlinden (onların ihânetinden) korkuyorum!..” buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Berâ, kabîlesi adına Müslümanların hayâtı için teminat verdi. Hazret-i Peygamber de Ebû Berâ adına, Necid’deki kabîleleri idâre eden yeğeni Âmir’e ayrıca bir mektup yazdırdı. Sonra Ashâb-ı Suffe’den, kendilerine “Kurrâ” denilen yetmiş kişi­lik bir muallim heyeti hazırlayarak Ebû Berâ ile birlikte gönderdi.

BİRİ MAUNE OLAYI

Muallimler kâfilesi, Medîne’ye dört konak mesâfede bulunan Bi’r-i Maûne’ye var­dıklarında, korkunç bir ihânetle karşılaştılar. Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir, kalabalık bir ordu ile baskın yapmış, Hazret-i Peygamber’in mektûbunu bile okumamıştı. Kendi kabîlesi Ebû Berâ’nın Müslümanları himâye etmesi dolayısıyla savaş­mak istemeyince de, Usayya, Ri’l, Zekvân, Benî Lihyân kabîlelerini kandırarak Müslümanları kılıçtan geçirdi. İçlerinden yalnız Amr bin Ümeyye kurtulabildi.[1]

ÖLÜRKEN VALLAHİ KAZANDIM! DEDİ

Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ, şu hâdiseyi anlatır:

“Müslümanlardan, beni İslâm’a dâvet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağımı sapladım! Mızrağımın göğsünü delip geçtiğini gördüm! O ise bu hâldeyken:

«–Vallâhi kazandım!» diyordu. Kendi kendime:

«–Neyi kazandı ki? Ben onu öldürmüş değil miyim?» dedim. Bu sırada cesedi semâya yükseldi ve gözden kayboldu. Şâhit olduğum bu hâdise, Müslüman olmama vesîle oldu.” (İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349)

Cebrâîl (a.s.), Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek İslâm irşad birliğinin şehît olarak Rablerine kavuştuklarını, Rablerinin onlardan râzı olduğunu ve kendilerini de râzı ettiğini haber verdi.[2]

Allâh Resûlü bu hâdiseler karşısında çok müteessir oldu ve büyük bir ıztırap duydu. Mübârek ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:

“Ey Allâh’ım! Allâh’a ve Resûlü’ne isyân etmiş olan Ri’l, Zekvân ve Usayye (kabîlelerine) lânet et!” diye bir ay boyunca sabah namazından sonra niyazda bulundu. (Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297)

HÜZÜN GÖZYAŞLARI

Mü’minler, hüzün gözyaşları döktüler. Münâfıklar ve Yahûdîler ise büyük bir sevinç sarhoşluğuna bürünmüşler, Uhud’dan beri olanlardan çok memnun kalmışlardı. Ayrıca Müslümanlara karşı Uhud’da tam bir varlık gösterememeleri, içlerindeki kinleri ortaya dökmüş, hâin propagandalarına hız vermişlerdi. Savaşa giderken yaptıkları ihânet ve sahtekârlığı, büyük bir mârifet gibi gösterip bir hayli şehît vermiş bulunan Müslümanlara:

“–O ölenler, bizim sözümüzü dinleselerdi, şimdi ölmemiş olacaklardı.” demeye başladılar. Onların bu hâline Kur’ân-ı Kerîm’in cevâbı çok sert bir tehdit şeklinde oldu:

(Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında: «−Bize uysalardı, öldürülmezlerdi.» di­yenlere: «−Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!» de!” (Âl-i İmrân, 168)

“Hiç kimse yok ki, ölümü Allâh’ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm) bellibir süreye göre yazılmıştır...” (Âl-i İmrân, 145)

BİRİ MAUNE ŞEHİTLERİ

Hz. Enes:

“Resûlullâh’ın Bi’r-i Maûne’de şehît olan ashâbına üzüldüğü kadar, hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim!” demiştir. (Müslim, Mesâcid, 302) Çünkü Bi’r-i Maûne şehîtlerinin hemen hepsi de Ashâb-ı Suffe’den olup, Allâh Resûlü’nün mânevî terbiyesi altında yetişmiş Kur’ân ve sünnet muallimiydiler.

Recî ve Bi’r-i Maûne hâdiseleri, teblîğ ve irşad vazîfesinin mü’minler için ne kadar mühim ve hayâtî bir vecîbe olduğunu göstermektedir. Resûlullâh ashâbının en seçkinlerini, muhtemel tehlikeleri göze alarak İslâm teblîğcisi ve muallimi olarak göndermiştir. Bu mühim vazîfe uğruna şehît olan mücâhidleri Cenâb-ı Hak methetmiş, kendilerinden râzı olduğunu ve onların da Rablerinden râzı olduklarını beyân buyurmuştur.[3]

Dipnotlar:

[1] İbn-i Hişâm, III, 184; Heysemî, VI, 125-130. [2] Buhârî, Cihâd, 9. [3] Buhârî, Meğâzî 28, Cihâd 9; Müslim, Mesâcid, 297.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam  Yayınları