Biz Bu Dünyaya Ahiret İçin Geldik

Secdeyle İslam dini kemale erer; cehaletten arınmakla, ahiretin farkına bu dünyada varılır. Secde, bize ahireti bu dünyada yaşatır.

Biz birbirimizi sevmek için dünyaya geldik. Biz Allah’a köle ve kul olmak için dünyaya geldik. Biz hayat suyu içmek ve gök sofrasında yemek için dünyaya geldik. Allah Teâlâ insanı yaratırken ona Kendisini tanıma ihtiyacı vermiştir. Âdemoğlu, ilahî şuur ihtiyacı içerisindedir, kalp gözüyle görme, ahiretin tatlı kokusunu içine çekme, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sesini yeniden duyma, asıl yuvasına dönme ihtiyacı içindedir. Bu ruhun en büyük özlemidir. Bu, bizim özümüzdür. İnsanın dünyevî varlığında, ebediyet, ölümsüzlük ve sonsuzluk için bir arzu, özlem ve iştiyak vardır. Bütün mahlûkâttaki özlemlerin en büyüğü budur ki onlar Ruhlar âlemini, “Kalû: Belâ” meclisini özlemektedirler. Onların bu hali Zât-ı İlâhî’de bir zamanlar kaybettiğimiz cennete olan iştiyakı temsil etmektedir.

İnsanın dünyevî varlığında, Allah’ın Rahîm-i Mutlak’lığı tarafından insana Kendisini bulma ve sevme potansiyeli verilmiştir. İşte ancak bu aşk ile O’nun bilinmek muradı bu dünyada bizden zuhur edebilir. Tevhîd-i ilâhîye îmân etmiş ve Ümmet-i Muhammed’den olmuşların maksadı, insanların bu dünyaya, âhirete dönüş için geldikleri şuuruna ermektir.

İLAHİ İDRAKE NASIL KAVUŞABİLİRİZ?

Bu dünyaya neden gönderildiğini anlamamız için, bu dünyayı anlamamız gerekir. Bu dünyayı anlamamız için ise, onu reddetmemiz, onu boşamamız, ondan oruç tutmamız gerekir. Başka bir deyişle, bu dünyaya ölmeliyiz. Mesnevî-i Şerîf’in en can alıcı hikmet incilerinden birinde Hz. Mevlânâ, bu dünyanın ilâhî Hakîkat’in bir inkârı, bir reddi olduğunu söylüyor; Bu yeknesak dünyanın anlamı ilahi varlıktan bihaber kalmaktır; yoksa dünya para, kadın veya kıyafet değildir. Bunu iyi anla!” Dünyevî arzu ve emeller insanı mânâya karşı kör kılar. Bu sebeple kalbi dünyadan tecrit edebildiğimiz oranda ilâhî bir idrake kavuşuruz.

İdrak körlüğümüz de bu dünyaya bağlılığımız oranında olacaktır ve bu yeknesak, köhne dünyaya duyduğumuz muhabbet oranında mânâ gözlerimiz Hakîkat’e o kadar kapalı, o kadar kör demektir. Farkında olmamak bu dünya sevgisine eşdeğerdir. Dünya sevgisi manevi körlüktür ve Allah’a olan aşkın yokluğu insanı dünyaya daha çok bağlar. Mânevî körlük, gaflet, cehâlet ancak muhabbet-i ilâhiyyesi olmayanlarda baş gösteren hallerdir; çünkü mânevî olarak uyanık, idraki zinde ve farkında bir kimse bu halleri kendisindeki aşk hazinelerini keşfedebildiği oranda celbetmiştir. Bu da İslâm dîninin sırrı ve ilk bakışta görünmeyen yönüdür; İslâm, aşk hazinelerini ilâhî bir idrak ve uyanıklık haliyle cem eder.

Allah bize dünyayı anlamak için Ramazan ayını ihsan etmiştir. Bize dünyada dünyadan oruç tutma fırsatını vermiştir. Dünyada iken dünya orucu tutmak müminler için en nihai hedeftir. Demek oluyor ki dünyaya sırtımızı dönüp gönlümüze sahip çıkmak gerekir.

Dünyadan oruç tutunca, orucumuz ölçüsünde ilahi farkındalığımız artar. Orucu tam manasıyla tutmak, ihtiyacı, özlemi, hasreti ve susuzluğu ve öteki dünyaya duyulan mutlak ihtiyacı arttırır. Başka bir deyişle, dünyanın anlamı ilahi varlıktan bihaber kalmaktır, ancak Ramazan ayı bizi ilahi idrake ulaştırır. Bu sebeple Ramazan ayı Allah aşkının artmasını sağlar. Dünya hakkındaki en müthiş tarif Hz. Hatice annemiz (r.anha) tarafından söylenmiştir; “Fahr-i kâinat sevdasına düştükten sonra benim için dünya bitmiştir. Dünya artık sadece hizmet için vardır.”

CENNET ANCAK DÜNYADA BULUNUR

Mesele, bu dünyanın içinde yaşarken dünyayı gönülden çıkartabilmektir. Bu dünyada yaşarken bu dünyaya karşı oruçlu ol. Hz. Mevlânâ, “Nasıl gerçek bir idrak kazanmalıyız? Bütün bildiklerimizi unutarak. Gerçek varlığı nasıl aramalıyız? Kendi varlığımızdan geçerek. Rûhu nasıl bulmalıyız? Ellerimizi terkederek.” Allah bizim itaatimizi bozulmamış fıtrata göre görmek, niyetimizi sağlam, işlerimizi benzersiz, sevgimizi sonsuz ve şartsız ve cömertliğimizi kahramanca istiyor. Böylesi mükemmel bir ahlâk ancak dünyevî varlığımızı sürdürürken yakalanabilir.

İnsanların bu dünyaya, o en düşük varlık mertebesine ihtiyaçları var ki tekrar en yüksek makama, Allah’ı bu dünyada temsil etme, O’nun halifesi olma haline yükselebilsinler. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Sonra onu aşağının aşağısına attık” (Tîn Sûresi, 5. âyet) buyrulmaktadır. İbnü’l-Arabî Hazretleri, Cennet ancak dünyada bulunur. Yükselişin de ancak düşüşünde gizlidir, buyurmaktadır. İnsanı diğer mahlûkâttan ayıran şey insanın evinden, anavatanından, varlığının köklerinden çok uzaklarda olmasıdır.

Bu dünyada doğmadan evvel, insanların ruhu Rableriyle tevhid halinde, ruhlar âleminde, elest bezminde idi. Bu yüzden dünya insanın ilahi sorumluluğu taşıdığı bir yerdir, yani, geldiği yere dönüş ve yükseliş platformu, kaynağına, ruhunun anavatanına, huzura ve rızaya, rıdvana dönüş yeridir.

Hz. Mevlânâ, “Bu dünya bir gereklilikten zuhur etti, ki Elest Bezminin kıymetini anlayasın.” İnsan bu dünyaya âhirete dönüş için doğar. Bu yüzden, âhirete dönüş için bu dünyada sadece tek bir fırsatımız vardır. Bu hakikat, hayatımızın her bir anına inanılmaz bir kıymet yüklemektedir, çünkü sadece bu dünyevi varlığın sahibiyken insan insanlığını keşfedebilir. Sadece dünyadayken Rabbinin kendisine bahşettiği şeref, izzet ve yükselişi bulabilir. Sadece bu dünyadayken Yaratıcısının Celâl, Cemâl ve Kemâl’ine açık bir görüş kazanabilir. Sadece dünyadayken insan, “O onları sever, onlar da O’nu” sırrını yakalayıp tecrübe edebilir. Sadece dünyadayken bir damla olabilir ve Allah’ın Vahdet deryasına karışıp kaybolabilir. Dolaysıyla, Allah âşıkları için dünya ilmin eyleme, eylemin de aşka dönüştüğü bir yerdir.

EN ÇOK SEVDİĞİİZ ŞEYLERDEN VAZGEÇMEK

En çok sevdiğimiz şeylerden vazgeçmek için dünyaya geldik. Gönlümüzü gönüllerin Sahibine vermek için, aşkın sıcaklığını hissetmek için, varoluş hapsinden kurtulmak için, dünyanın asıl vatanımız olmadığını öğrenmek için, tehvide muhtaç olduğumuz” idrak etmek için, İslam’ın özüne ihtiyacımız olduğu için, ölmeden evvel ölmek için, İsrafil ikinci kez sûra üflemeden önce mahşer gününü görebilmek için, Allah aşkından gayri her şeyi terketmek için, ne hüzün ne korku haline erişebilmek için, şehadet makamına erenlerden nasihat almak için, gafletten, ilahi bilincin nuruna uyanmak için, ölümsüzlük sırrına erişebilmek için, hayatımızı, hayatımızı verene feda etmek için, bu dünyada cenneti bulmak için, doğduğumuz saflıkta ölebilmek için, insanlığın varoluşunun Kur’an’ın varoluşuyla rabıtalı olduğunun idrakine varmak için, “Allaha, bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile yalnız bırakmasın“ diye yalvarmak için, cüzi iradeyi terk etmek için, ilâhî emaneti taşıyabilmek için, ilâhî nuru kazanmak için, Allah için olmayan her sevgiyi kurban etmek için, yokluğu arzulamak için, Allah’a daim olan ihtiyacı ve bağımlılığı bilmek için, cennet sevdasından, cehennem korkusundan azad olmak için, kalbin hasret ve niyaz ateşine yanması, hasretle tutuşması, arayış iştiyakına düşmesi için, nefhây-ı Rahmânî’yi soluyabilmek, Kalu-bela’da “Evet” ahdimizi yerine getirmek için, kendi eksikliklerimizi, düşüklüğümüz, yetersizliğimiz, sınırlarımız, başarısızlıklarımız, kusurlarımız tanıyıp ve kabul etmek için, ilâhî hidayet nuruna karşı gönlümüzü tamamen açabilmek için, namaza sarılmak için, kaybımızın aslında kazancımız olduğunu öğrenmek için bu dünyaya geldik.

KULLUĞUN CAN SUYU

Peygamber Efendimizin ayağının tozu olabilmek için dünyaya geldik. Cân-u dilden, “Anam, babam, çocuk, mal, mülk, makam ve canım fedâ Yâ Resûlullah!” demek için bu dünyaya geldik. Peygamber Efendimiz huzurunu keşfetmek için, O’nun nurunu müşahede etmek için dünyaya geldik. Muhammedî varlığı tatmak için bu dünyaya geldik.

Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri buyuruyor, “Acil ihtiyaç alnını, ikrar edilmiş çaresizlik toprağına dayamazsan ve hüzün gözyaşları göz bulutlarından sağanak halinde yağmazsa, zevk nebatların hayat bahçesinde yeşillenmez. İnsanlık bahçeleri maksadına hizmet için verimli bir halde yeşillenmez. Sabır dalları rıza yaprakları veyahut yakîn dostluğun hoş rayihalarını vermez, ne de seni ünse taşırlar.” Bu dünya toprağında, kulluğun can suyu secdedir ve bu dünyaya ancak ve ancak kul olmaya geldik.

Kaynak: Rabia Brodbeck, Altınoluk Dergisi, 365. Sayı, Temmuz 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.