Biz Müslüman Değil miyiz?
Biz Müslüman değil miyiz? Peki, öyleyse neden dünyayı ahirete tercih ediyoruz?
Hudeybiye baştan aşağı bir sadâkat imtihanıdır. Müşriklerin, Peygamberimiz ve ashâbını Mekke’ye sokmak istememesi ile başlayan gerilimli günler, anlaşma ile bitirilmiş, ancak anlaşmaya konu metnin hem imza süreci hem de muhtevası ibretlik sahnelerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Müşriklerin elçisi Süheyl b. Amr’ın işi yokuşa süren tavrı sinirleri iyice germiş, ancak Peygamberimizin sükûnet ve hilmi ile bu kriz de aşılmış, anlaşma imzalanmıştır. Süheyl Rahman kelimesinin metnin başına konmasına karşı çıktığında Peygamberimiz ısrar etmemiş ve besmele yerine “bismikellahumme” diye başlangıç yapılmasına razı olmuştu.
Süheyl, “Allah Rasûlü Muhammed” ifadesine de “Senin peygamberliğine inansaydık, zaten seninle savaşmazdık” diye itiraz etmişti. Peygamberimiz:
“Siz inanmasanız da ben Allah’ın Rasûlü’yüm” şeklinde mukabele ederek, metindeki “Rasûlullah” ifadesini kaldırtmış ve yerine “Abdullah’ın oğlu Muhammed” yazdırmıştı.
Anlaşma Müslümanlar açısından ilk bakışta ağır sayılabilecek hükümler içeriyordu. En acısı, Müslümanların umreyi o sene yapamayacak olmasıydı. Müşriklerden birinin Müslüman olarak Medine’ye gelmesi durumunda geri iade edilmesi, ama Müslümanlardan birinin Kureyş’e sığınması durumunda Müslümanlara döndürülmeyecek olması zihinleri ve gönülleri karıştıran bir başka maddeydi.
SEN ALLAH’IN RESULÜ DEĞİL MİSİN?
Yıllardır ayrı kaldıkları Mekke’ye girmek üzere her şeyi göze almış Müslümanlar için öylece geri dönmek kolay değildi. Üstüne üstlük anlaşma imzalanırken, Süheyl’in Müslüman oğlu Ebu Cendel’in Müslümanların tarafına iltica etmek istemesi gerilmiş sinirlerin boşalmasına sebep olmuştu.
Süheyl, Müslüman olduğu için zincire vurduğu oğlunu orada görünce şaşırmış, ama biraz önce kabul edilen maddenin uygulanmasını talep etmişti. Rasûlullah Efendimiz verdiği söze istinaden Ebu Cendel’i geri vermiş, Ebu Cendel’in zincirlerle geri götürülürken haykırışı herkesin yüreğini dağlamıştı:
“Ey Müslümanlar! Beni imanım için mi Kureyş’e geri veriyorsunuz?”
Sahabi efendilerimizin o gün nasıl bir hâlet-i ruhiye içinde oldukları Hz. Ömer radıyallahu anh’ın tavrında daha net görülebilir. Anlaşmayı bir türlü kabullenemeyen Hazreti Ömer hışımla Rasûlullah Efendimizin yanına gelmiş ve:
“Sen Allah’ın Rasûlü değil misin?” diye sormuştu. Rasûlullah Efendimiz sükûnetle evet diye cevap vermiş, muhavere sonrasında şöyle devam etmişti:
-Biz Müslüman değil miyiz?
…
-Peki, öyleyse neden dünyayı ahirete tercih ediyoruz?
-Ben Allah’ın Rasûlü’yüm, O’nun emirlerine muhalefet etmem ve O da beni zayi etmez.
Sen Beytullaha gireceğimizi ve orada tavaf edeceğimizi söylemiyor muydun?
-Beytullah’a bu yıl mı gireceğimizi söylüyordum?
Hazret-i Ömer bu soru karşısında duraksamış ve hayır demek zorunda kalmıştı. Kötülüğe iyilik, öfkeye hilm ile mukabele etmekle maruf Rasûlullah Efendimiz muhatabını “Sen muhakkak oraya gidecek ve tavaf edeceksin” diyerek teselli etmişti.
BİZ MÜSLÜMAN DEĞİL MİYİZ?
Hazret-i Ömer o gün yaşadıklarını anlatmaya şöyle devam ediyor:
“Daha sonra Ebûbekir’in yanına gittim ve dedim ki:
“O, Allah’ın Rasûlü değil mi?” Hazret-i Ebûbekir:
“Evet” dedi.
“Biz Müslüman değil miyiz?” Hazret-i Ebûbekir yine,
“Evet” dedi. “Onlar müşrikler değiller mi?” Hazret-i Ebûbekir yine
“Evet” dedi. Bunun üzerine:
“Peki biz öyleyse neden dünyayı ahirete tercih ediyoruz?” diye çıkıştım. Hazret-i Ebûbekir bana şu ikazı yaptı:
“O’nun kararına uy ey Ömer, ben O’nun Allah’ın Rasûlü olduğuna da verdiği kararın doğru olduğuna da şâhitlik ederim. Bundan dolayı Allah’ın emrine muhalefet etmem. Allah, Rasûlünü zayi etmeyecektir.”
SIDKIN BEREKETİ
Hazret-i Ebûbekir, Rasûlullah Efendimiz’in söylediklerinden haberi olmamasına rağmen O’nun söylediklerinin neredeyse aynısını söylemişti. Bu muhtemelen Hz. Ebûbekir’i ikinin ikincisi yapan sıdkın bereketiydi. Hudeybiye’nin ne mânâya geldiğini Hz. Ebûbekir Efendimiz sonradan şöyle anlatacaktır:
“İslam tarihinde Hudeybiye kadar üstün bir fetih yoktur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinden aldığı vahiyle eşi bulunmayan bir fetih gerçekleştirmiştir. Ancak insanlar o gün gerçeği fark edemediler. İnsanoğlu acelecidir, ancak Allah Teâlâ insanlar gibi acele etmez, O her şey için bir vakit tayin etmiştir ve o vaktin gelmesini bekler. Veda haccında Süheyl b. Amr’ı gördüm. Kurban kesme yerinde bir deveyi Rasûlullah’a doğru yaklaştırdı. Rasûlullah kendi elleriyle deveyi kesti. Sonra berber çağırıp saçını kestirdi. Süheyl, Rasûlullah’ın saçını alıp gözlerine sürüyordu. O’nun Hudeybiye gününde “Muhammed’un Rasûlullah” yazmayı kabul etmediğini hatırladım ve O’nu İslam’la şereflendiren Allah’a hamd ettim.”
SADIK VE SIDDÎK
Rasûlullah Efendimiz bir doğruluk ve dürüstlük abidesiydi. O’nun kendisine verdiği “Sıddîk” lakabı ile bilinen Hazreti Ebûbekir radıyallahu anh da öyleydi. Birinci ile ikinciyi buluşturan doğruluk ve dürüstlük ya da sıdk hasletiydi. Sıdkı ile bilinene sâdık, sıdkı ile sıdkı tarif edene sıddîk derler. Sâdık, doğru ve dürüst yaşar; sıddîk, doğruluğu ve dürüstlüğü yaşatır.
İnsan bir kere doğruluk yolunu tercih etti mi oradan iyilik yoluna girer. Bu şekilde sıdk ile ilerleyen zamanla doğruluk ve dürüstlüğün hücceti haline gelir. Hüccet olmak, kendisi ile doğruluk ve dürüstlüğün tarif edildiği bir yere terfi etmektir. Bu yer Hudeybiye gibi en nazik zamanlarda nasıl davranılacağını gösteren bir pusula olur. Dahası bu pusula nebevî hakikatle buluşmak isteyene doğru adresi gösterir.
Hazreti Ebûbekir radıyallahu anh; Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebu Vakkas, Osman b. Mez’un, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf ve Erkam b. Ebu Erkam (Allah hepsinden razı olsun) gibi nice sahabinin İslam dairesine girmesine vesile olmuştur.
Sıdk, İslam olmanın ve İslam’la kalmanın en emin yoludur. Bu yol birincinin ikinciyi bulması kadar ikinin ikinci olarak takdir edilmesini de temin eden yoldur. Dolayısıyla sonradan gelenler ve İslam dairesinde kalmak isteyenler için muhafaza edilmiş yol, sıdk yoludur. Doğruluk ve dürüstlük İslam nimetinin hem giriş hem kalış hem de istifade şartıdır. Nitekim “Ebûbekir'in kapısı dışında, mescide açılan bütün kapılar kapansın” (Müslim, Fedailu’s-sahabe, 6, 7) beyanı bu mânâya hamledilebilir.
SÂDIKLIKTAN SIDDÎKLIĞA DOĞRU SEYRİN ÜÇ ŞARTI
Sıdk yolu Hazreti Ebûbekir radıyallahu anh ile açılan sahabe ve büyük veliler yoludur. O yolun, Ebûbekir Efendimizin şahsiyet ve karakterinde ifadesini bulan üç mümeyyiz vasfı vardır. Bunlar sadakat, metanet ve celadettir. Sadakat, “O söylüyorsa doğrudur” ifadesi ile özetlenebilecek samimi bir teslimiyet; metanet, Âlemlere Rahmet Efendimiz vefat ettiğinde darmadağın olan ashabı toparlayıp Allah’ın dinini teyit edecek bir dirayet ve nihayet celâdet, irtidat ya da zekât vermemek gibi taşkınlıklara karşı hadsize haddini bildirme kararlılığıdır. Sıdk kahramanı bir sahabenin şahsındaki bu üç özellik aynı zamanda kat etmemiz gereken sâdıklıktan sıddîklığa doğru seyrin üç şartıdır.
Hepimiz bir sadâkat imtihanındayız. Allah’a karşı verdiğimiz bir söz var. Sözümüz, hakkımızdaki muradı keşfetmek, o keşifle hayata bir değer katmak ve tertemiz geldiğimiz bu dünyadan tertemiz ayrılmaktır. Kur’an ve Sünnet rehberlerimizdir; sadâkatimiz onlaradır. “Kur’an ve Sünnet ne gerektiriyorsa ona göre yaşar ve ona göre davranırım” diyebilmek sadâkatimizin gereğidir.
Metanet, Rabbimize karşı ferdî mesuliyetimizi müdrik olmaktır. Fert olarak yaratıldık ve fert olarak hesaba çekileceğiz. İnsanlar nereye giderse ben de oraya giderim deme lüksümüz yoktur. Hak neyi istiyorsa ona göre davranmak zorundayız. Metin olmak, birileri yitip, gidip, bittiğinde yürümeye devam etmek, doğru olmak ve doğru kalmanın ötesinde doğruluğu yaşatmaya azmetmektir. Metanet, “Sen benim Rabbimsin, ben de Senin kulunum” virdini dillerinden düşürmeyenlerin harcıdır.
Celâdet, sâdıklıktan sıddîklığa uzanan yolda cesaret ve kararlılıkla yürümektir. İyi olmak ve kalmak, ivmesi sürekli artan bir hayır yarışına girmek demektir. Doğruluk ve dürüstlüğün arafı yoktur, tarafı vardır. İyiler, sadece iyi kalmak değil, iyiliğin hâkim insan davranışı olmasını sağlamak, en önemlisi de kötülük ve kötülerle mücadele etmekle mükelleftirler. Her iş ve davranışında iyilikten yana tavır koymayı gerektiren bu tavrın ideal formu, iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek şeklinde tarif edilen ulvî vazifedir.
İslam, Âlemlere Rahmet Efendimiz ve O’nun sâdık arkadaşının doğruluk ve dürüstlüğünün rengini verdiği bir hayat nizamıdır. Dinimiz bizden sâdıklıktan sıddîklığa uzanan bir kemâl yolculuğu istiyor. Doğruluk ve dürüstlükle yaşamak yetmez; başkalarının da doğruluk ve dürüstlüğü şiar edinmesine vesile olmak gerekir. Mesuliyet, sıdk tavrını en güzel bir hayat tarzı olarak insanlara takdim etmektir. Doğru yaşamaktan doğru yaşatmaya giden bu süreçte refikimiz doğru ve dürüst kalmayı şiar edinmiş sâlih ve sâdıklardır. Refiklerle refik kalmak için onların yaptığını yapmak, sevdiğini sevmek ve buğz ettiğine buğz etmek zaruridir. Yönü aynı yöne bakmayan, gözü aynı yerle ışıldamayan, derdi dünya olanlarla doğruluk ve dürüstlük temelli bir yolculuk muhaldir.
Kaynak: Mehmet Köprülü, Altınoluk Dergisi, Sayı: 433