Biz Müslümanız

Hayatımızın merkezinde “hümanizm” gibi beşerî sistemlerin dayattığı sözde vicdânî ve maskeli duygular mı, yoksa İslâm ve Müslümanlık hassasiyetleri mi var? Kur’an’a göre nasıl yaşamalıyız?

Îmânın ve inkâr etmenin temel olarak müşahhaslaştığı en mühim mücâdele alanı, hak ve bâtıl mücadelesidir. Bir tarafta Allâh’a îmân edip O’nun emir ve yasaklarına teslim olanlar, diğer tarafta Allâh’ı inkâr edip indirdiği hükümlere isyan edenler… Bu, ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselam’dan beri böyle devam etmektedir.

İnsanlık tarihi, bu iki zıt kutbun birbiriyle varlık ve üstünlük mücadelesine sahne olmuş ve olmaya devam etmektedir. Yani insanlığın bir kısmı bâtılın, diğer kısmı ise Hakk’ın tarafı olarak var olagelmiştir.

Bu mücadele, topyekûn insanlık için böyle olduğu gibi her şahsın iç âleminde de böyledir. İnsan da kendi dünyasında daima nefsi ile bitmek bilmez, çetin bir hak-bâtıl mücâdelesi hâlindedir. Düşünceler, fikirler, ekoller, akımlar… Dünyada insanoğlunun muhatap olduğu ne varsa hepsi, işte yukarıda ifade ettiğimiz hak ve bâtıl ana çerçevesi içinde kendine yer bulmaktadır.

ALLAH’IN TARAFINDA OLANLAR

Îman nîmeti ile şereflenen ve hakkın taraftarı olanları, Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de taltîf ediyor, övüyor ve onların hususiyetlerini ifade buyuruyor. Bu mânâda “Hizb: Taraftar” kelimesi ile onlara “Hizbullah: Allâh’ın tarafında olanlar” ismini vererek onları en yüce şekilde şereflendiriyor. Şeytanın ve şeytânî amellerin tarafında olanları ise, Kur’ân-ı Kerîm “Hizbü’ş-Şeytan” olarak isimlendiriyor. Hak veya bâtıl adına yapılan bütün faaliyetlerin, özünde kimin adına yapıldığının anlaşılması için herhalde bundan daha güzel bir isim de olamaz.

Rabbimize hamdolsun ki, biz îmân eden kimseler, “Allâh’ı Rab, O’nun Resûlü’nü peygamber” olarak kabul etmişiz. Hakk’ın yanındayız ve tarafımızı net bir şekilde ortaya koymuşuz.

Bu şekilde îmânî ve îtikâdî samimi bir ikrardan sonra, düşünce ve davranış modellerimizin de durduğumuz yeri net olarak göstermesi gerekmektedir. Özellikle îmanımızı tehlikeye düşürecek, İslâm’ın mantığı ile çelişen her türlü fikir, tereddüt ve bakış açıları âdeta içimize giren bir virüs gibi farkında olmadan bizi adım adım bâtılın tarafına çekebilir. Hatta bu durum, farkında olmadan îman dairesinin dışına çıkmamıza kadar gidebilir.

Bu vesile ile içinde olduğumuz hâli test etmek için kendimize basit birkaç soru soralım:

Hâdiseler karşısında önce vicdanî ve fikrî, sonra da fiilî ilk tepkilerimiz nasıl oluyor?

İçimizde taşıdığımız ret ve kabul duyguları, neyi reddediyor ve neyi kabul ediyor?

Hayatımızın merkezinde “hümanizm” gibi beşerî sistemlerin dayattığı sözde vicdânî (!) ve maskeli duygular mı, yoksa İslâm ve Müslümanlık hassasiyetleri mi var?

“Tescilli Allah düşmanları”nı ve onların bâtıl faaliyetlerini gördüğümüz veya duyduğumuz zaman kalbimizde hangi duygular beliriyor?

Muhtaç bir kimsenin, bir yoksulun, bir yetimin, bir âcizin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için sarf edilmesi gereken gayreti harekete geçiren duygularımız gerçekte hangileri?

Bugün birçok kimse, “insanlık” vazifesi olarak gördüğü bu ve benzeri hassasiyetleri, hümanist/insânî bir yaklaşım gereği, bir mânâda kirlenmemiş bir fıtratın yansıması olarak yapmakta, bu merhamet ve insânî yardımın altında İslâm şuur ve hassasiyeti yatmamaktadır. Hâlbuki öncelikli olan, bizi bu davranışa iten duygu, İslam ve Müslümanlık duygusu olmalı değil midir?

KÜRESEL AKLIN DAYATTIĞI ŞEYLER

Şu konu, her bir Müslümanın gâfil olmaması, her an uyanık olması gereken bir husustur:

Bugün sınırları kalkan dünyada yapılmak istenen, küresel aklın atmak istediği adımlardan biri de, “ortak dünya vatandaşlığı”dır. Yani:

  • Kültürlerin yok edilmesi,
  • Millî duyguların mânâsızlaştırılması,
  • Cinsiyet farkının ortadan kaldırılması… vb. operasyonların bir diğer ayağı da din duygusunun, “ortak bir din anlayışı”nda birleştirilme çabasıdır.

“Ortak bir ilâh ile yetinme”, “asgarî dînî ritüelleri yerine getirme”, “ortak bir kültür ve ahlâkla dinlerin kesiştiği noktalarda buluşma” gibi seküler/dünyevî bir yaklaşımla insanlık karşı karşıya kalmaktadır.

Âdeta insanlığa şu sunulmaktadır: “Bir dine mensup olabilirsin, bir Yaratıcıya inanabilirsin; güzel ahlak sahibi ve kendi inancına göre ibadetler de yapabilirsin. Ama dünyanın yönetimine hitap eden bir dini kabul edemezsin. İnsanlar arasındaki hukuku düzenleyen bir din olamaz. Din, ferdîdir. Allah ile senin vicdanın arasındadır. Dinin topluma, devlet ve dünya sistemine müdahalesi düşünülemez. Zaten din de böyle bir şey istemez!”

Bu ve benzeri düşüncelerin neticesidir ki, Ateizm, Deizm gibi sapık ve bâtıl fikirler, Müslüman topraklarında bile kendisine muhatap bulmaktadır. Bu sapkın düşünce, dünyanın bütün bölgelerinde ve aynı zamanda, özellikle İslam beldelerinde tedâvüle sokulmak istenmekte, projenin bir parçası olarak sürekli gündemde tutulmaktadır. Belki bundan on yıllar sonra yaşayacak insanımızın idrâk ve dimağına şimdiden atılmak istenen bir tohum gibi yavaş yavaş yerleştirilmektedir.

Modern dünyayı temsil eden hâkim düşünce yapısı; elinden geldiği kadar insanı “fıtratından koparma”ya çalışmakta, onu insânî özelliklerinden uzaklaştırarak “makineleştirmekte”, hatta birçok alanda insanı devreden çıkararak “ürettiği teknolojinin kölesi hâline getirme” gibi bir gayeyle hareket etmektedir.

İslâm’ın vahyi ile boyanmış berrak bir bakış açısının, bu zihniyetin temsilcilerinden farkı; insanın fıtrî hususiyetleri ile varlığını devam ettirmesi, yeni olarak ortaya çıkan ne varsa öncelikle hepsinin insanın hizmetine sunulmasıdır. Teknoloji bir araçtır, insana hizmet etmelidir. Madde ve dünya birer araçtır, insanın hem yaşadığı hayatta hem de âhiretteki hayatında mutluluğunu sağlamak için verilmiştir. Onların emrine ve tahakkümüne girmek; insanın maddenin esiri olması demektir. Bu ise insanın şerefine ters düşer.

Aslında herkes, yetiştiği çevre ve şartlar ile hâdiselere bakar. Anlayışı, idrak seviyesi ve hâdiseleri yorumlaması, hep tesiri altında olduğu muhitin, yetiştiği düşüncelerin istikametinde olur. Bu sebeple hangi düşünceden insanlarla hemhâl oluyorsa, hangi fikir akımlarına ilgi duyuyorsa, insan bir noktadan sonra onlara dönüşür. Bazen sonradan kazanılan bu iğreti bakış açıları, insanın fıtratında bulunan hak ve hakikat ölçüleri ile arasına yerleşen büyük bir perdeye dönüşebilir.

Bu sebeple sık sık duygu, düşünce ve davranışlarımızı; hak-hakikat filtresinden geçirmeli, özümüzde var olan arı-duru fıtratı kirleten her türlü maddî-mânevî kirden zihnimizi ve gönlümüzü arındırmalıyız. Fert olarak bunu yaptığımız gibi, toplum bünyemize enjekte edilen hâricî her türlü bâtıl ve zararlı görüş, akım, ideoloji ve dine karşı da topyekûn uyanık olmalıyız. Vücudumuz, en küçük bir hastalık saldırısına karşı nasıl ağrı ve ateşle teyakkuza geçiyorsa, îmanımıza, güzel ahlâk ve tertemiz millî geleneklerimize ters düşen her türlü saldırıya karşı da aynı teyakkuzu göstermeli ve emâneti, sahibine en güzel şekilde teslim etmeliyiz.

Âl-i İmran sûresinin şu âyet-i kerîme, bizim nasıl yaşamamız ve nasıl ölmemiz gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ey îman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmran, 102)

Kaynak: Şefika Meriç, Şebnem Dergisi, Sayı: 194

İslam ve İhsan

HAYATI NASIL YAŞAMALIYIZ?

Hayatı Nasıl Yaşamalıyız?

MÜSLÜMAN NASIL YAŞAMALI?

Müslüman Nasıl Yaşamalı?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.