“Bize Kurʼân Yeter Sünnetʼe Ne Lüzum Var” Diyenlere Cevap

Günümüzde bazı kesimler; “Bize Kurʼân yeter, Sünnetʼe ne lüzum var?” şeklinde birtakım beyanlarına şahit oluyoruz. Sünnetʼi gözden düşürmek ve hayattan dışlamak isteyen bu gibi kimselere nasıl cevap vermeliyiz? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi cevaplıyor...

Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikredenler için Rasûlullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek almak ve Oʼnun Sünnet-i Seniyye’si üzere hareket etmeye gayret göstermek, her müʼminin vazifesidir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âlemlerin Rabbi’nin Habîbʼidir. Ümmet-i Muhammedʼi Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine nâil edecek olan da O’nun Sünnetʼine sımsıkı sarılmaktır.

İnsanlığın Dünya ve Âhirette Huzur ve Saâdeti İçin En Faydalı Yol

Allah Rasûlü’nün Sünnet-i Seniyye’si, insanlığın dünya ve âhirette huzur ve saâdeti için en faydalı yoldur. Kulun Hakkʼa yakınlığına en güzel vesîle de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izini, bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle takip etmektir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmrân, 31)

“…Allâh’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin… Eğer O’na itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş (hidâyete ermiş) olursunuz.” (en-Nûr, 54)

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Mü’minin Gönül Frekansı Efendimiz'e Ayarlı Olmalıdır

Dolayısıyla mü’minin gönül frekansı, dâimâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ayarlı olmalı ve hayatını Efendimiz’in hayatıyla mîzân etmelidir. Zira Oʼnun hayatı, Kur’ân’ın fiilî bir tefsiridir.

Hayber’in fethi esnasında İslâm’la şereflenen İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh- mescitte oturduğu bir esnada, şefaatle ilgili konuşuluyordu. Bir kimse;

“–Ey İmrân! Bize Kur’ân’da bulunmayan konulardan bahsediyorsunuz!” diyerek onun Kur’ân’dan değil de Hazret-i Peygamber’in sünnetinden bahsetmesinden rahatsız olduğunu dile getirmişti.

Bunun üzerine İmrân -radıyallâhu anh- öfkelenerek:

“–Sen Kur’ân’ı okuyorsun (değil mi?!)” diye sordu. Adam:

“–Evet.” dedi.

İmrân -radıyallâhu anh- devamla:

“–Peki, akşam namazının üç, yatsı namazının dört, sabah namazının iki, öğle namazının dört, ikindi namazının (farzının) dört rekât olduğunu Kur’ân’da bulabiliyor musun?” diye suâl etti. Adam:

“–Hayır.” diyerek cevapladı. Sonra aralarındaki konuşma şöyle devam etti:

“–Bu hususları nereden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de bunları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendik.

Siz her kırk dirhem için bir dirhem, şu kadar sürüsü olana şu kadar koyun; şu kadar devesi olana şu kadar deve zekât vereceğine dair Kur’ân’da bir hüküm bulabiliyor musunuz?”

“–Hayır.”

“–Bu hususları nereden öğrendiniz? Biz onları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendik. Siz de bizden öğrendiniz.

Yine Kur’ân’da «…Beyt-i Atîk’i tavaf etsinler.»[1] buyruluyor.

Tavâfın yedi (şavt/Kâbe etrafında dönüş) olduğunu, Makâm-ı İbrahim arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân’da bulabiliyor musun? Bu hususları kimden öğreniyorsunuz? Bizden öğrenmiyor musunuz? Biz de bunları Allâh’ın Peygamberi’nden öğrendik.” dedi.[2]

Aralarındaki konuşma bu minval üzere devam ettikten sonra adam;

“–Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin!” diyerek İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh-’ın haklı olduğunu kabul etti. (Hâkim, Müstedrek, I, 159 [1/110])

“O Kur’ân’la Nasıl Amel Ederse Biz De O’na Tâbî Olarak Öylece Amel Ederdik”

Câbir -radıyallâhu anh- kendisinden bilgi almaya gelen gençlere şöyle söylerdi:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aramızdaydı. O’na Kur’ân inerdi, mânâsını çok iyi bilirdi. O Kur’ân’la nasıl amel ederse biz de O’na tâbî olarak öylece amel ederdik.” (Müslim, Hacc, 147)

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Şâyet bir amel ihlâsla yapılır da şartları yerine getirilmez, doğru bir şekilde yapılmazsa kabul edilmez. Doğru olur, ancak ihlâslı olmazsa yine kabul edilmez. Hem ihlâslı hem de zâhirî şartları yerine getirilinceye kadar kabul edilmez. İhlâs, onun yalnızca Allah Teâlâ için yapılması, doğru olması da Sünnet-i Seniyye üzere işlenmesidir.” (İbn-i Kayyım el-Cevziyye, A’lâmu’l-Muvakkıîn, Beyrut, 1996, II, 159)

İslâmʼı Doğru Şekilde Anlamak Efendimiz’in Sünnetine Uymakla Mümkündür

Velhâsıl yüce dînimiz İslâmʼı doğru şekilde anlamak da Hak katında makbul olacak keyfiyette yaşamak da ancak Efendimiz’in sünnetine uymakla mümkündür. Kurʼân-ı Kerîm’de verilen pek çok emrin nasıl îfâ edileceğini, bizler Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğreniyoruz.

Meselâ Cuma Sûresi’nde Cuma namazına dâvet var. Fakat bu namazın zamanını ve kaç rekât kılınacağını bizler Sünnet’ten öğreniyoruz. Yine ölü eti yemenin haram olduğunu biliyoruz. Fakat kendiliğinden ölen balık hâriç, balıkların bundan müstesnâ olduğunu Sünnet’ten öğreniyoruz.

Müʼmin dâimâ Kitap ve Sünnetʼi kendisine kıstas alacak, kendi görüş ve ölçülerini Kitap ve Sünnetʼten öncelikli görme gaflet ve cürʼetine düşmeyecek. Şu ilâhî îkâzı bir hayat düstûru edinecek:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin! Allâh’a karşı takvâ sahibi olun! Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Meselâ farz namazlardan sonra çekilen “sübhânallah”, “elhamdülillah” ve “Allâhu ekber” tesbihâtını 33 defa değil de 50 defa çeksek, olmaz. Diğer vakitlerde arzu ettiğimiz kadar tesbih çekebiliriz, fakat namazdan sonraki tesbihâtın ölçüsü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ifade ettiği şekilde 33ʼer kez olmalıdır.

İmâm Mâlik Hazretleri’ne bir kimse;

“–Nereden ihrâma gireyim (niyet edeyim)?” diye sormuştu.

İmam Mâlik Hazretleri, Sünnet’e uygun olan mahalli, yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ihrâma girdiği Zülhuleyfe mevkiini tavsiye etti. Ancak o kimse:

“–Ben Mescid-i Nebevî’den ihrâma girmek istiyorum.” deyince İmâm Mâlik Hazretleri bundan men etti.

O kimse tekrar:

“–Kabr-i şerîfin yanından, mescidden ihrâma girmek istiyorum.” diye ısrar etti.

İmâm Mâlik Hazretleri:

“–Öyle yaparsan senin fitneye düşmenden korkarım.” dedi.

Adam şaşırarak:

“–Ey İmâm! Fitne bunun neresinde? Ben daha uzak mesafe ekliyorum.” deyince İmâm Mâlik Hazretleri şu hikmetli cevâbı verdi:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eksik bıraktığı bir fazîlete ulaştığını düşünmenden daha büyük fitne mi olur? Allah Teâlâ; «…O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar.» (en-Nûr, 63) buyurdu.” (Şâtıbî, İ’tisâm, I, 97)

Şunu hiçbir zaman unutmayacağız ki Efendimiz’in her hâli, vahyin gözetimi altında gerçekleşmiştir. Yani sünnetin temelinde ilâhî irâde vardır. Bu sebeple de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının…” (el-Haşr, 7)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve O’nun Peygamber’inin Sünnet’idir.” (Muvatta, Kader, 3)

Yani “size yalnız Kur’ân-ı Kerîm’i emânet bırakıyorum, o size yeter!” buyurmuyor. Zira Sünnet-i Seniyye, Kur’ân-ı Kerîm’i şerh ve îzah ediyor. Dolayısıyla Sünnet-i Seniyyeʼye uymadan İslâm doğru anlaşılamaz ve güzel bir sûrette yaşanamaz.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hakîkati şöyle beyan ediyor:

“Birtakım insanlar çıkacak, Kur’ân’ın (değişik şekillerde anlaşılabilmesi mümkün olan) müteşâbih âyetlerini öne sürerek sizinle mücadele edecekler. O durumda sünnetlerle onların yakasına yapışın. Zira sünnetlere sarılanlar, Allâh’ın Kitabı’nı en iyi bilenlerdir.” (Dârimî, Mukaddime, 17)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlar:

“Sizden birini, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, sakın köşesine yaslanmış olarak (câhilce), «Biz Allâh’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız (hadis tanımayız!)» derken bulmayayım!” (Tirmizî, İlim, 10)

Günümüzde “Kur’ân Bize Yeter!” Diyenlere Verilecek En Güzel Cevap

Günümüzde “Kur’ân bize yeter!” diyenlere verilecek en güzel cevap, bu hadîs-i şerîftir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde yetişten sahâbîler de, Efendimiz’in vefâtından sonra bir mesele ile karşılaştıklarında, Kur’ân’da yer almayan konularda Sünnetʼe başvurmuşlardır. Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Meymûn bin Mihrân, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bir mesele ile karşılaştığında nasıl hüküm verdiğini şöyle anlatmaktadır:

“Kendisine dâvâcılar geldiği zaman, (hüküm vermek için öncelikle) Allâh’ın Kitâbı’na bakardı. Şayet onda, (dâvâcıların) aralarındaki ihtilâfı çözecek hükmü bulursa onunla hüküm verirdi. Eğer (meselenin hükmü) Kitap’ta bulunmaz ve o konuda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (tarafından uygulanmış olan) bir sünnetin olduğunu biliyorsa, hükmü onunla verirdi.

Eğer bir hükme ulaşamazsa, çıkar; «Bana şöyle şöyle (bir mesele) geldi. Acaba sizler o konuda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in herhangi bir hüküm verdiğini biliyor musunuz?» diyerek müslümanlara sorardı. Kimi zaman o topluluğun hepsi etrafında toplanır, o konuda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den nakledecekleri bir hüküm varsa onu bildirirlerdi.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da şöyle derdi: «İçimize, Peygamberimizʼden (gelen bilgileri) muhafaza eden kimseleri yerleştiren Allâh’a hamd olsun!»

Şayet bu yolla da bir hükme ulaşamazsa, halkın ileri gelenlerini ve seçkinlerini toplar, onlarla istişâre ederdi. Onlar da bir hüküm üzerinde (icmâ, yani) söz birliği ederlerse, bununla hüküm verirdi.” (Dârimî, Mukaddime, 20)

Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde yetişen ashâb-ı kirâm, âdeta karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine Allah Rasûlü’nün mübârek izlerini aynen takip ettiler. Onlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olmakla öyle bir rûhâniyet kazandılar ki, dünyadaki bütün mal-mülk vs. gönüllerinde bir çakıl taşına döndü, çocukların oyuncakları gibi ehemmiyetini kaybetti. “Acaba bizler kıyamet günü Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyiz?” düşüncesi, en büyük endişeleri oldu.

Kalplerindeki engin muhabbet ve bağlılığı ifade sadedinde dâimâ:

“Anam-babam, canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler.

Ashâb-ı kirâmdan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, bahçesinde çalıştığı bir anda oğlu nefes nefese gelip büyük bir hüzünle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefat haberini verdi. Bu acı haberle sarsılan Abdullah bin Zeyd mahzun bir şekilde ellerini açarak şöyle duâ etti:

“–Allâh’ım! Gözlerimi al ki artık bundan böyle tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başka kimseyi görmeyeyim.”

Duâsı kabul oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi. (Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)

Şunu unutmayalım ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhabbetle tanınır. Ashâb-ı kiram Efendimiz’i muhabbetle tanıdılar. Bütün hedefleri, Efendimiz’le bu dünyadaki beraberliğin verdiği mânevî lezzeti âhirette de devam ettirebilmek oldu.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, babasının vefâtı ânında Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifade ediyor:

“Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.

«–Pazartesi.» dedik.

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir rahmettir ki, saymakla bitiremeyiz. Mesela Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli bu durum hakkında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya mürâcaat etti. Âişe Vâlidemiz de onlara şu tavsiyede bulundu:

“–Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabr-i şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”

Nitekim böyle yapıldığında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hattâ bu seneye “Âmu’l-fetk: bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)

Yine Mîraç ve Kadir Gecesi de, bütün peygamberler arasında bilebildiğimiz kadarıyla yalnız Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ikram edilmiştir. Bu mübârek günler, O’nun Allah indindeki kıymetini göstermesi bakımından çok câlib-i dikkattir. Zira Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine, bir gecede bin ayın ecri ihsan edilmektedir.

Velhâsıl bir mü’min, hangi sâlih amelin, ne zaman, nasıl, ne ölçüde ve ne şekilde tatbik edileceğini Sünnet’ten öğrenmelidir. Sünnetʼle ihyâ olunan bir hayat, ebediyet yurdunun saâdet ve huzur anahtarıdır.

Rabbimiz, cümlemize Sünnet-i Seniyye istikâmetinde bir ömür yaşayabilmeyi lûtfeylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Hacc, 29.

[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, XVIII, 219; Ebû Dâvûd, Zekât, 2.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mart Sayı: 222

İslam ve İhsan

“BİZE KUR’AN YETER” DİYENLERE CEVAP

“Bize Kur’an Yeter” Diyenlere Cevap

KURAN BİZE YETMEZ Mİ? HADİS VEYA SÜNNETE GEREK VAR MI? (SORU-CEVAP)

Kuran Bize Yetmez mi? Hadis veya Sünnete Gerek Var mı? (Soru-Cevap)

BİZE SADECE KUR'AN YETER DİYENLERE CEVAP

Bize Sadece Kur'an Yeter Diyenlere Cevap

KUR’ÂN BİZE YETER Mİ?

Kur’ân Bize Yeter mi?

HADİS VE SÜNNETİN DİNİMİZDEKİ ÖNEMİ

Hadis ve Sünnetin Dinimizdeki Önemi

İSLAM'DA SÜNNETİN ÖNEMİ VE FAZİLETİ

İslam'da Sünnetin Önemi ve Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.